Uludere Katliamının Hatırlatması Gerekenler

Süleyman Sorguç

Türkiye Cumhuriyeti, 29 Ekim 1923’de kurulduktan sonra Batı patentli, kurulduğu coğrafyaya yabancı mı yabancı, -tanımı tam manasıyla yapılamasa da- millî ve Laik renkli küfür ideolojisini, tepeden inmeci bir yolla, çoğunlukla demir yumruk olup zorla, coğrafya halklarına benimsetmeye çalışmıştır. Öyle ki bu hedefi gerçekleştirmek adına binlerce kişi zorbaca katledilmiş ve kat be kat fazlası da çeşitli zulümlere maruz kalmıştır. 

Normal bir insanın algılamakta oldukça zorlanacağı şekilde Türkiye sınırları içinde yaşayan herkes “Türk” kabul edilmiş, dağlara, taşlara, denize, toprağa, havaya, suya büyük puntolarla “Ne Mutlu Türküm Diyene!” yazılmıştır. Bununla da yetinilmemiş, Anadolu’nun doğusunda yaşayan ve zerre kadar Türkçe bilmeyen Kürt halkının masum çocuklarına her sabah okullarda “Türk’üm, doğruyum, çalışkanım…”, “Varlığım Türk varlığına armağan olsun”, “Ne mutlu Türküm diyene” gibi zırvalıklar, icbarî olarak söyletilmiştir. Askere gitme yaşı gelmesine rağmen Türkçe öğrenememiş insanları bekleyen akıbet de öğrencilerden farklı değildir. Onlara da benzer bir program uygulanmış Türk olduğunu söyleyemeyenler ve “varlığını Türk varlığına armağan etmeyenler” dövülmüş, aşağılanmış ikinci sınıf insan muamelesi görmüş hatta insan muamelesi görmemiştir.

Laik Türkiye Cumhuriyeti, bölge insanını yani Kürtleri her fırsatta horlamış, doğru dürüst hiçbir hizmet götürmezken onlardan vergi almaktan, askere toplamaktan geri durmamıştır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında vukuu bulan Şeyh Said isyanı(!) gibi isyanların(!) çoğunlukla bu bölgeden olması, Laik kesimlerde histeri nöbeti oluşturmuş, bölge insanları potansiyel düşman ve tehlike kabul edilmiştir. 

Cumhuriyet’in kurucusu Mustafa Kemal kurduğu devletin yıkılacağı korkusuyla tüm olası rakiplerini tasfiye etti ve kendi eliyle kurduğu CHP’yi ülkenin tek partisi, kendisini ülkenin tek yöneticisi ve orduyu ülkenin tek gücü haline getirdi. Orduyu gerektiğinde siyasete müdahale edecek şekilde oldukça geniş yetkilerle donattı ve komutanlıklarını da kendisine şartsız-koşulsuz itaat edecek olan tipleri atadı. Bu yapılanmadan sonra devlet politikası genel olarak iki esas üzere inşâ edildi:

Birincisi “Batılılaşma”dır. Bu alanda siyasetten ekonomiye, toplumsal hayattan eğitime kadar her bakımdan katı Laiklik politikaları izlendi ve tek istikâmet olarak Batı gösterildi. Müslüman beldelerle bağın kopartılması için yalancı bir tarih yazılıp, özellikle Faysal ve Şerif Huseyn gibi Arap hainlerinin Osmanlı Hilâfeti’ne karşı İngilizlerle işbirliği yapmalarına atıfta bulunularak tüm Arap asıllı Müslümanlar hain ilan edildi. Geçmişte birlikte kanlarını akıtanlar artık “bizi arkadan vuran hainler” olarak yaftalandı. Böylece Arap Müslümanlar ile yüzyıllara dayanan bağlar kopartılıp atılmaya çalışıldı.

İkincisi de “Güvenlik”tir. Bunun için öncelikli tehditler belirlendi ve bunların bertaraf edilmesine yönelik sert önlemler alındı. En büyük iki tehdit olarak, İslam ve Kürtler gösterildi. Böylece bu iki büyük tehdide karşı çok boyutlu ve geniş çaplı bir imhâ kampanyası başlatıldı. Bunlar arasında İslâm’a ait tüm izlerin yok edilmesi, Kur’anların yakılması, Arap alfabesinin kaldırılması [tebdil-i huruf], Medenî Kanun’un çıkarılması, ezanların Türkçe okunması, âlimlerin “yargısız infaz” yoluyla katledilmesi bile vardı. O kadar ki yazdığı “Frenk Mukallidliği ve Şapka” isimli kitaptan dolayı celîl âlim İskilipli Âtıf Hoca gibi birçokları idam edildi ve hatta bazıları da asıldıktan sonra yargılandı!

Cumhuriyet’in kuruluşu ile beraber izlemiş olduğu politikalara baktığımızda Uludere olayını daha rahat bir şekilde analiz edebiliyoruz. Bugüne kadar halkına karşı her daim demir yumruk olmuş Laik Kemalistlerin zulmüne şimdi de Demokrat AKP iktidarı aynı şekilde karşılık vermektedir. Yaklaşık olarak Uludere katliamının üzerinden 6 ay geçmesine rağmen hükümet kanadından hâlâ ikna edici ve rahatlatıcı bir açıklama yapılmamıştır. Tam tersine susma yoluna gidilmiş ve acılar kat be kat artmıştır. Hükümet, Uludere olayını başından defetmeye çalıştıkça olay daha da büyümüştür. Uludere hadisesi, Steinbeck’in “Bir Numaralı Evde Olanlar” isimli hikâyesine dönmüş durumdadır. Hikâyeye göre evde bulunan bir sakızdan ev halkı kurtulmak ister ve sakızı evden atmaya çalışırlar, atmaya çalıştıkça sakız daha da büyür ve evin içine geri döner. İşte Hükümet de Roboski (Uludere) katliamını örtbas etmek için birtakım uğraşlar içerisine girdi. Fakat yaptığı her işi yüzüne bulaştırdı ve Uludere olayı büyüdükçe büyüdü. Uludere katliamı ile alakalı birçok spekülasyon gündeme geldi. Kimileri istihbaratın ABD’den alındığını söyledi, kimileri millî kaynaklardan(!) alındığını açıkladı. Fakat sonuç olarak net bir açıklama yapılmadı.

Biz şunu çok iyi biliyoruz ki istihbaratın nereden geldiği önemli değildir. Önemli olan ve tartışılması gereken, zavallı masum insanların kanları ve kanları üzerinden yapılan habis siyasettir. Her ne pahasına olursa olsun, masum insanların bedenleri üzerinden siyaset yapılamaz ve kanların değeri kimliklerine göre ölçülemez. 

PKK ile Türkiye Cumhuriyeti arasındaki savaşta hem iki taraftan hem de arada kalan masum halktan gerçek sayısını kimsenin bilmediği çok sayıda kayıp verildi. Bu kayıplar hepimizin içini dağlamıştır. Zira ölenler, sakat kalanlar birilerinin kardeşi, birilerinin akrabası, birilerinin arkadaşı… Ama hepsi benim halkım! Benim Müslüman kardeşimdir!

Müslüman için ırk ayrımı yoktur! Kürt-Türk ayrımı, sanal oluşturulmuş, oluşturulmaya çalışılmış bir ayrımdır. Bizler için Filistinli, Suriyeli, Iraklı, Afganistanlı, Özbekistanlı, Çeçenistanlı, Kürdistanlı arasında hiçbir fark yoktur. Tıpkı arasındaki sınırlar gibi bu isimlendirmelerin tek anlamı, Allah’ın ayetleri olmasıdır. Tüm bu halklar aynı akideye inanmış, aynı Rasul’e tâbi olmuşken onları ayrı gayrı tutmak kimsenin haddine değildir. Nerede olursa olsun, hangi kavimden olursa olsun bir Müslümanın kanının dökülmesi, hesabı verilemeyecek ağır bir cürümdür. Allah Resulünün şöyle dediği rivayet edildi:

“La İlahe İllallah Muhammed Rasulullah” diyen bir Müslüman’ın canı, malı ve toprağı, Allah’ın katında Beytullah’tan daha kıymetlidir; ona kastetmek, Kâbe’yi yıkmaktan daha ağır bir vebaldir.”

Sonuç olarak bugüne kadar Türkiye Cumhuriyeti yöneticileri tarafından Müslüman Kürt kardeşlerimize yapılan zulüm, işkence, tehcir, öldürme, geri bırakılmışlık ve her türlü zulme derin bir üzüntü duymaktayız. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in şu hadisini yüreklerimizde yaşıyoruz:

"Müminler; birbirlerine sevgi, şefkat ve merhamet gösterme hususunda tek bir vücut gibidirler. Bu vücudun bir uzvu rahatsızlık duyarsa vücudun diğer uzuvları da uykusuz kalarak ve ateşin yükselmesi ile o uzvun rahatsızlığına ortak olurlar."

Bilinmelidir ki Müslüman Kürt ve Türk kardeşlerimizi izzetli, vakarlı kılan, etnik kökenleri değildir; bilakis İslamî kimlikleridir. Geçmişte de olduğu gibi İslam akidesi, Kürt ve Türkleri bir arada tutacak, onları kardeş kılacak yegâne sahih bağdır.

وَاعْتَصِمُواْ بِحَبْلِ اللّهِ جَمِيعًا وَلاَ تَفَرَّقُواْ وَاذْكُرُواْ نِعْمَةَ اللّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ كُنتُمْ أَعْدَاء فَأَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَأَصْبَحْتُم بِنِعْمَتِهِ إِخْوَانًا وَكُنتُمْ عَلَىَ شَفَا حُفْرَةٍ مِّنَ النَّارِ فَأَنقَذَكُم مِّنْهَا كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمْ آيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ

“Hep birlikte Allah'ın ipine (İslâm'a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.” (Âl-i İmran 103)


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz