Çanakkale Kimindir?

Mehmet Nazif Yıldırım

İslam’ın tarihe bakışı hakkında bir araştırma yapan herkes görecektir ki İslam, tarih denen şeyi hak-batıl mücadelesi üzerine temellendirmektedir. Bu, bir Müslüman için bütün tarih kavgaları ve göreceliklerin üzerinde bir şey ifade etmelidir. Bu temellendirmeyi esas alarak şunu diyebiliriz ki bizim ele alacağımız herhangi bir tarihî vakıa mutlaka bu iki saftan birine dâhil olacaktır. İşte bu minvalde Çanakkale Savaşı İslam’ın perspektifinden bakılınca şu iki şeyden birini ifade edecektir: Bu savaş ya hak uğrunda mücadeledir ya da batıl uğrunda verilmiş bir mücadeledir. Bizi bu iki sonuçtan birine götürecek şey de takdir edersiniz ki bakış açımızdır. Bugün kendimizi bütün Türkçü veya karşıt olarak Kürtçü yönlendirmelerin tümünden sıyırarak serinkanlı bir İslamî duruşla bakmalıyız 1915’e. Yani ne oldu, 1915 yılında gerçekleşen o harbi nasıl okumalıyız? Bir ulusun kurtuluş mücadelesi miydi yoksa bütün fikrî ve siyasî yenilgisine rağmen İslam Ümmetinin, elindeki bütün öge ve fakültelerle İ’lai Kelimetullah’ın düşmemesi ve gâvurun pak İslam beldesine girmemesi yönündeki çabası mıydı? 

Oysa uzun bir süredir, Müslümanların kendi tarihlerine küs bakmak zorunda olan bir toplulukmuş gibi bir algı işletiliyor. İktidar kavgaları, kardeş cinayetleri, harem zevkusefaları ile özdeşleştirilmiş bir İslam tarihi sunulmak isteniyor bizlere. Türk Tarihi, Arap ihanetiyle, Arap Tarihi, Türk vefa bilmezliğiyle hatırlatılmak isteniyor. Kürtler ise İslam’a olan bağlılığından ötürü sönük ve pasif bir tarihe sahip olmak zorunda kalmış bir millet olarak tarif edilmek isteniyor. Tabiî her şey ‘Türk Tarihi’, ‘Kürt Tarihi’, ‘Arap Tarihi’ gibi ulus merkezli tarih algılamaları oluşturmakla başlıyor. Daha sonra bu tür suçlamaların önü açılmış oluyor zaten. Oysa Müslüman Türklerin, Müslüman Arapların, Müslüman Kürtlerin tarihi bir Ümmet haline gelebilmelerinden itibaren başlar, başlamalıdır. 

Küfrün ve sömürünün küresel patronları ve onların yerli uzantıları, nimetleri üzerine çöreklendikleri bu Ümmetin tarihini kesiyor, biçiyor, hafızasında ameliyatlara, operasyonlara girişiyor. İşine yarar gördüğü parçaları kendi isteği ve hedefince şekillendirip, piyasaya sunuyor ve bunun sorgulanmasına zinhar izin vermiyor. Öyle ki bir zaman sonra o parçaların orijinal halleri unutuluyor ve sömürgecilerin kendi ürünleri, toplum içerisinde, entelektüel ve akademik çevrelerde cari ve genel geçer bir hüviyete bürünüyor.

Ele almaya, irdelemeye ve aslını teslim etmeye çalışacağımız Çanakkale Savaşı da yukarıda bahsi geçen işlemlere bütün yönleriyle ve çok koyu bir şekilde maruz kalmış bir meseledir. Hatta bugün Çanakkale’nin ismi dahi çoğu insanın üzerinde milliyetçi bir intibadan başka bir şey bırakmıyor. Türkiye’nin batı kısmının belli bir çoğunluğu Çanakkale’yi milli hislerle yâd ederken, İslam coğrafyasının Kürt ve Arap yoğunluğu olan kısımlarındaysa Çanakkale Savaşı, İslam ve Müslümanlarla ilgisi olmayan bir olaymış gibi hatırlanarak, bırakın hatırlanmayı görüldüğü yerde yüz çevrilerek geçiştirilen bir olay muamelesi görüyor. Çünkü on yıllardır icra edilen ulusçu/milliyetçi politikalar insanlarda bir bıkkınlık ve ötelenmenin verdiği bir tiksinti husule getirmiştir.

Bu topraklardan, hiçbir maddi ve manevi yansıması kalmayacak şekilde sökülüp atılmaya çalışılan Ümmet bilincinin yerine ikame edilmek istenen ulus bilinciydi. Ve bunun tesisi için bir tarih peyda etmek gerekiyordu. Çanakkale bu operasyonun kilit noktalarından biridir ve Türkçülüğün dışında bir anlam kazanması neredeyse imkânsızlaştırılmıştır. Hatta son günlerde askerlikten emekli, ırkçılıkta ise gayet kıdemli bazı kendini bilmezler, çıkıp Türklerin dışında hiçbir İslam evladının Çanakkale’de savaşa gitmediğini söylüyor. Bu önemsiz gibi görünen olay, yönlendirme operasyonun bütün şiddetiyle devam ettiğini gösteriyor bize. 

Osmanlı’nın son devirlerinde beliren batılılaşma eğiliminin en somut tezahür hali şüphesiz ki ulusçuluk yani Türkçülük olmuştur. Sesi en yüksek çıkan aydın grubu da yine bu görüşü savunan aydınlarınki olmuştur. Bugün oturup o devrin edebiyatta, fikir dünyasında nasıl algılandığına dair bir araştırma yaparsanız, halkın tümünün kendileri gibi Türkçü/batıcı olduğu; savaşının, sabrının ve direnişinin hep Türklüğün şanı, Türk yurdunun korunması uğruna olduğunu sanırsınız. Oysa hem Avrupa’daki ulusçuluk hareketinin yayılım hızı, yayılım imkân ve gereçleri hem de bu topraklardaki milliyetçilik açısından pek müsait olmayan Ümmetçi ortam hesaba katıldığında, o ürünlerde çizilen portrenin yalanlandığı ortaya çıkmaktadır. Birkaç batı görmüş ve aklı gitmiş alığın dışında pek kimse yoktu, o devirde milliyetçiliği savunan…

Ama süreç içerisinde iç ortamın zayıflığı, Avrupalı güçlerin sırt sıvazlaması sonucu iktidar döşeklerine de kurulan bu zihniyet, artık pasif mücadeleden, elde çekiç doğrudan şekillendirici bir mücadeleye girişmiştir. İlköğretiminden üniversiteye kadar eğitim sisteminde, basın yayın kuruluşlarında, askeriyesinde, yazın, sinema ve tiyatro eserlerinde, özetle vatandaşa değebildiği her imkân ve alanda Türkçü tezi işledi, hiçbir ölçü gözetmeden dayattı. 

Tarih, bütün göreceli haline rağmen muhkem unsurları da bünyesinde bulundurur.  Çanakkale özelinde bu unsurlardan bilgi almak istediğimizde görüyoruz ki Çanakkale, bugün maddi ve zihni tel örgülerle ayrılmış İslam Ümmetinin o günlerde nasıl da birbirine kenetli olduğunu aşikâr bir biçimde ortaya seriyor. Urfa, Antep, Halep, Balıkesir ve balkan topraklarından kalkıp Çanakkale’ye gelenler ne Şerif Hüseyinler ne de İttihatçılar gibi bakmıyorlardı dünyaya. Bugün Türkçü cenahın Arapların tümüne teşmil etmeğe çalıştığı ihanet suçlaması, Arapçı zihniyetin Türklerin hepsine malettiği bizi sattılar, bizi kullandılar tezi yukarıda da ismi geçen ve batının kulaklarına fısıldadıklarıyla kendilerini kaybetmiş birkaçının düşüncesidir sadece. Toplum düzleminde böyle bir kopuş hiçbir zaman olmadı. Hatta onca anti Ümmetçi çalışmaya rağmen bugün bile tam anlamıyla bir kopuştan söz etmek mümkün değildir. Çanakkale’de savaşmış olan İslam ordusuydu! Ve bünyesinde İslam’a teslim olmuş kavimlerin evlatlarını taşıyordu. Gaye buralarda İslamî Hilafet’in devam etmesi ve kâfirin sömürüsüne karşı durabilme idi. Her ne kadar savaşın ardından içten bir darbe ile korkulan başa gelmişse de cephede ve cephe gerisindeki şehirlerde, köylerde ve kasabalarda arzulanan buydu.

Ümmetin, uleması ve avamı ile düşünsel tıkanma yaşadığı bir zamanda yapabileceklerinin en iyisini yaptılar ve tüm maddî ve manevî varlıklarını ortaya koyup geçit vermediler; bedenleri üst üste yığarak geçidi kapadılar. O düşünsel tıkanmadır ki sahih bir şekilde düşünebilen bir aydın kitlesi çıkarmaktan yoksun kaldı. Uleması, çağı anlaması gibi anlamadı. Kâfirin akidesi/ideolojisi ile insanın maddeyi işleyerek ürettiği beceriyi birbirinden ayırt edemedi. Ki bazı İslam beldeleri çoktan işgalin her türlüsüne uğramıştı zaten. Zihni ve bedeni sömürge/köleleştirme çoktan başlamıştı. Mesela Hindistan… Çoğumuz Çanakkale’de İngilizlerin saflarında Hintli Müslümanların savaştığını ilk duyduğumuzda şaşırmış ve ardından mahzun olmuşuzdur. “Nasıl olur?” diye içimizden geçirmişizdir. Nasıl olur ‘Allah Allah’ diyen iki grup asker birbirini boğazlama endişesinde? Bugün Kürt Meselesi özelinde tartıştığımız kardeşin kardeşi vurması da bu duruma benzemiyor mu? Aslında şaşırmamız biraz abes bir durum oluşturmuyor mu? Oysa bugün de, hemen şimdi de yaşanan nedir? Burada ve Ümmetin diğer sathında yine Müslüman’ı öldüren Müslüman değil midir? Daha biraz önce Libya’da NATO’nun şarjörünü dolduran biz değil miydik? Afganistan ISAF’ta kimdir savaşan Müslümanlarla? Biz değil miyiz? Ne garip ki aynı Hintliler Hilafet’in kurtulması için bileklerindeki bilezikleri söküp göndermişlerdi. Ve yine ne garip ki bugün zulüm altında kelimenin tam anlamıyla inleyen Müslümanlara gıda yardımı yapan da biziz, sömürgecilere yardım yataklık eden de? O zamanki şaşkınlık ve tutulma bitti mi devam mı ediyor, arttı mı azaldı mı?

Aslında süreç, umutları ve yanlışlarıyla pek bir değişiklik arz etmiyor. Bugün Ümmetin haline bakmak hem ümitlenmemize hem de ümitsizliğe düşmemize yol açabilir. Umudun ve umutsuzluğun şiddet oranları zamanla farklılaşsa da biz kendinden ve Ümmetten ümitvar olanlardanız. Fakat bir söz gerek bize... Üzerimizdeki tutukluğu ve şaşkınlığı atacak yetenekte bir söz. Bu elbette ki “Lailaheillalah”tır. Fakat Muhammed Aleyhi’s-Salatu ve’s-Selam’ın söylediği anlamda, Ebu Cehil’in anladığı anlamda. Mazluma güven, zalime rahatsızlık verecek bir tonda. Hiçbir insanî problemi es geçmeyecek kuşatıcılık ve dakiklikte. Bugün İslam’ın tek gerçek seçenek olduğuna önce Müslüman’ın kanaat getirmesi gerekmektedir. Ve Çanakkale Savaşı onun, Ümmet olarak verdiği son mücadele olmayabilir.  Ancak tarihine ve diğer kıymetli varlıklarına sahip çıkmalıdır. Akidesinin sağladığı kardeşliğe sahip çıkmalıdır. Onu, sözde bir ifadeden alıp, somut ve hayata dokunur bir birlikteliğe dönüştürmeye gayret etmelidir. Çanakkale O’nundur, Ümmetindir, bizimdir… Kudüs bizimdir… Humus, Halepçe, Felluce bizimdir… Yeryüzü bizimdir, yarın bizimdir…


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz