YÜZ YILLIK PARANTEZ BAŞKANLIKLA DEĞİL, RÂŞİDÎ HİLÂFETLE KAPATILMALI

Nihad Kurtaran

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı Devletini parçalayıp, sınırları kendi menfaatlerine olacak şekilde biçimlendiren Avrupa devletleri, özellikle de o dönemin güçlü ülkeleri İngiltere ve Fransa, Osmanlı toprakları üzerinde 50’ye yakın devletçik oluşmasına zemin hazırlamış ve edindikleri yerli işbirlikçilerle parçaladıkları devletlerde yeni krallıklar, diktatörlükler ve ulus devletler ile anayasa ve yasaları yürürlüğe koymuşlardır.

Türkiye’de de Batılı kültür, fikir ve hadaratın etkisinde kalarak, Batılı yönetici ve müsteşriklerle beraber hareket eden Batı aşığı bir güruh, Osmanlı bakiyesi Türkiye’nin Batılılaşma serüvenini başlatmış, nihayetinde İslâm’ın hayattan kaldırılması ve Laik bir Cumhuriyetin oluşturulmasıyla birlikte tüm hayat işlerini İslâm dışı zihniyet çerçevesinde şekillendirmişlerdir. Bundan sonra İslâmî hüküm ve yasalar kaldırılmış, İslâm gerilemenin nedeni sayılarak, İslâm’ı çağrıştıran her ne varsa savaş açılmış, İslâm’ı andıran her sembole gericilik damgası vurulmuştur.

Üzerinden 91 yıl geçmesine rağmen, Tek adam (M.Kemal dönemi) ve İkinci adam (İsmet İnönü dönemi) ile tek partili diktatörlük yönetimlerinden sonra, 1950’lerde demokrasi söylemleriyle çok partili parlamenter sisteme geçen Türkiye, bundan sonra 60-71-80 yıllarında ABD ve İngiliz nüfuz çatışması sonucu ortaya çıkan ordu darbeleriyle karşılaşsa da, T.C.nin Laik yapısı her gün biraz daha muhkemleştirilmiş, şu an yönetimde muhafazakâr ve İslâmî söylemleri ön planda tutarak halktan oy alan AKP dönemlerinde de, ülkenin Laik ve Demokrat yapısı daha da pekiştirilmiş olup, Batılılaşma serüveninden de vazgeçmiş değildir.

Yönetim açısından hiçbir zaman, hiçbir dönemde aradığı istikrarı ve huzuru bulamamış, her dönemde sosyal, siyasi ve ekonomik bunalım ve krizlerle boğuşan Türkiye, hemen hemen her yöneticinin ağzında pelesenk olan “Şu an hassas bir dönemden geçiyoruz” cümlesini tekrar edegelmiş, kurulduğu günden beri bitmeyen sistem tartışmaları, son dönemde güçlü bir şekilde ortaya çıkmıştır.

12 yıldır İktidarda bulunan AKP Hükümeti döneminde başkanlık sistemi Haziran 2015 seçimleri öncesi yüksek sesle yeniden tartışılmaya başlandı. AKP’nin hukukçu kadroları, milletvekilleri, AKP’ye yakın STK ve basın-yayın organları bu işin öncülüğünü yaparak, kamuoyunda mevcut sistemin işlerliğini kaybettiğini ve yeni bir sisteme geçilmesi gerektiğini, yeni sistemin de başkanlık sistemi olması gerektiğini her ortamda konuşuyor ve tartıştırıyorlar. Kamuoyunda oluşturulan bu algı ile 2015 genel seçimlerinin, başkanlık sistemi ve yeni anayasa tartışmaları ekseninde geçeceği görülüyor.

1980’li yıllarda da Özal’ın gündeme taşıdığı başkanlık sistemi, son 12 yıl boyunca gündemden hiç düşmeyen yeni anayasa tartışmaları, yarı başkanlık ya da başkanlık sistemi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 29 Ocak 2015’te TRT Haber canlı yayınında başkanlık sistemi geldiği taktirde Türkiye’nin ileri demokrasiye geçebileceğini söylemesi, sistem değişikliği tartışmaları, yarı başkanlıktan ziyade, başkanlık sistemi üzerinde hız kazanmıştır.

Daha önce yaptığı açıklamalarda ise Erdoğan şöyle demişti; “Başkanlık sisteminin sağlayacağı en büyük avantaj, çok başlılığı ortadan kaldırması olacaktır. Şimdi burada bazı şeyler tartışılıyor; Amerikan sistemi mi, Fransa'daki gibi yarı başkanlık sistemi mi, yoksa diğer ülkelerin başkanlık sistemleri mi? Şunu çok açık net ortaya koymak lazım; gelişmiş ülkelere bakalım, acaba bu gelişmiş ülkelerin ne kadarında başkanlık sistemi var, ne kadarında yok? Görüyoruz ki tamamına yakınında başkanlık sistemi var. Bu neyi gösteriyor? Demek ki buradan netice alınıyor. Buradan netice alındığına göre, biz niye hâlâ ayaklarımıza prangaları bağlayalım, gitmemek, koşmamak için buna devam edelim.”

Başkanlık sisteminde karar kılan Erdoğan ve AKP için neden başkanlık sistemi önemli?

Gerçekten de durum Erdoğan’ın dediği gibi midir? Başkanlık sisteminin uygulandığı ülkeler gelişmiş ülkeler midir? Bu ülkelerde, çok başlılığı ortadan kaldıran, yürütme, yargı ve yasamada hızlı kararlar verilip, doğru neticeler mi alınıyor?

Bugün dünyada hepsi birbirinden farklı, kendi tarihi, sosyolojik ve siyasi şartlarının ürünü olan yaklaşık 42 devlet başkanlık sistemiyle yönetilmektedir. Bunların içinde sık sık darbelerle anılan Güney Amerika devletleri, Rusya ve ABD işgali sonrası istikrarsızlaştırılan Afganistan, yine 2011’de ikiye parçalanan Sudan, iç karışıklığın ve savaşın hiç bitmediği Nijerya, uyuşturucu merkezi haline gelmiş ve emperyal başkanlık modeli ile anılan Meksika, Zambiya, Uganda, Uruguay, Filipinler, Kenya, Fildişi Sahili, Kazakistan, Liberya, Tanzanya gibi ülkeler yer almaktadır. Bu ülkelere bakıldığında insani gelişmişlik sıralamalarında birçoğu kötü durumda, birçoğunda hukuksuz yargılama, işkence gibi uygulamalar söz konusudur. Ekonomik açıdan da bir kaçı hariç kötü durumdadırlar.

Başkanlık sistemini savunanlar özellikle, yürütme yasama ve yargının birbirinden net çizgilerle ayrıldığı iddiasıyla ABD başkanlık sistemini örnek gösterirler. Hâlbuki başkanlık sisteminin en iyi örnek olarak gösterildiği ABD’de yargı, güçlüleri koruyan mantıkla hareket eder. Beyazların, siyahi vatandaşlardan daha fazla hak sahibi olduğu yargı uygulamalarında ortaya çıkmaktadır.

Yürütme ve yasamada ise en son örnek olarak, ABD’de bütçe görüşmelerinde kongreden onay çıkmayınca Obama yönetimi yüzlerce kamu çalışanını izne ayırmak zorunda kalmış ve hükümet kapatılmıştır. ABD’de başkan bir partiden, yasama çoğunluğu muhalefet partilerinden olursa kilitlenme olabilir. Hükümetin yönetim siyaseti için yeni kanunlar çıkarmak ve bütçeye ihtiyacı var. Ancak meclis buna karşı çıkarsa Obama yönetiminde olduğu gibi sistem kilitleniyor. ABD’de başkan sadece muhalefetin zayıf olduğu durumlarda güçlüdür. Birçok siyaset bilimci tarafından da başkanlık sistemi eleştirilmektedir ki, bunlardan birisi de Maurice Duverger’dir. Fransız Anayasa hukuku uzmanı, siyasetçi ve siyaset bilimcidir. ABD başkanlık sistemini eleştirirken “Seçilmiş kralın geniş yetkileri vardır.” der.

Hükümet toplantılarında son ve kesin söz başkana aittir. Bu konuda verilen en güzel örnek Lincoln'nün bir sözüdür: “Yedi hayır, bir evet, evetler kazandı.”

Görüldüğü gibi başkanlık sistemi aslında “tek adam” veya “seçilmiş kralın” ağzından çıkan sözlerin kanunlaştırılıp uygulanmasından başka bir şey değildir. Tabii ki muhalefetin sandalye sayısı az olup kanunları ve bütçeyi onayladığı sürece.

Obama, çoğunlukta olup bütçeyi onaylamayan muhalefet için şöyle demiştir; “Devletin tek bir organındaki, Kongre'nin tek bir kanadındaki tek bir partinin içindeki bir kesim, sırf bir seçimin sonuçlarının intikamını almak için hükümeti kapatamaz.”

Yine şu anki parlamenter sistemin değişmesini isteyen Erdoğan ve AKP, parlamenter sistemin darbelere açık olması, hükümetteki partinin alacağı kararların diğer kurumlar tarafından engellenip sistemin tıkanmasını, yürütme ve yargının birbirine müdahalesi ve sık sık koalisyon hükümetleriyle meydana gelen istikrarsızlık gibi daha birçok hususta eleştirilerini dile getiriyor ve bunları sistem değişikliğinin yapılması için vakıada gerçekleşen olumsuzluklar olarak sıralıyorlar.

Hâlbuki AKP 2012 yılından bu yana anayasa ve kanunlarda birçok değişikler gerçekleştirmiş ve yargıdan yerel yönetimlere, siyasi partilerin kapatılmasını önleyecek düzenlemelere, atamalardaki değişikliklerden, ihale kanunlarının düzenlenmesine, ordunun siyasete müdahale etmesini önlemeye ilişkin değişikliklerden cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine kadar birçok hususu meclisten geçirip kanunlaştırmıştır.

17-25 Aralık hükümeti düşürmeye yönelik süreç gibi, her an bir darbe ihtimalinin söz konusu olabileceği, yargıda artık her gün yapılan atamalar, emniyette yer değiştirmeler, yönetiminin her an kesintiye uğrayabileceğini düşünen AKP, anayasa ve kanunlarda yaptığı değişiklikleri yeterli bulmuyor ve temel problemin anayasada yapısal bir değişikliğe gidilerek kangren olmuş konuların başkanlık sistemiyle çözüleceğini iddia etmektedir.

AKP’yi başkanlık sisteminden yana tavır almaya iten en önemli husus kuşkusuz, statükodan yana olup Eski Türkiye’yi kaybetmek istemeyenlerle ileri demokrasi ile belirtilen Yeni Türkiye söylemlerini savunan zihniyet arasındaki mücadeledir.

Türkiye, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra o günün hâkim devleti İngiltere’nin nüfuz alanına geçmiş, ordudan siyasete tüm kurumlar İngiliz siyasetinin istismar edebileceği şekilde düzenlenmiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin dünya siyasetinde aktif olarak yer almaya başlamasıyla birlikte Avrupa devletlerinin nüfuzunda bulunan devletçikler içinde nüfuz çatışması başlamış, Türkiye’de de İngilizlerin siyasetinin hâkim olduğu parti ve kurumlar ile ABD siyasetini izleyenler arasında mücadele başlamıştır. Başbakan Davutoğlu’nun “Yüz yıllık parantezi kapatacağız.” sözünü bu manada okumak gerekir. Davutoğlu’nun çıkışı, Osmanlıyı parçalayan ve sınırları çizen, ülkelerde anayasa ve kanunlar dizayn ettiren İngilizlere karşı bir duruştur. İngilizlerin kurmuş olduğu yapıların değişmesine yönelik bir meydan okumadır. Zira Türkiye, kurulduğundan bugüne İngilizler için vazgeçemeyeceği önemli bir nüfuz alanı olmuştur.

TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Burhan Kuzu da, muhalefetin başkanlık sistemini bilmediğini, parlamenter sistem için de “Miadını doldurmuş, kokuşmuş bir İngiliz sistemidir.” ifadelerini kullanarak bu meydan okumayı açıkça dillendirmiştir.

İşte son aylarda ivme kazanan sistem tartışmalarının ana eksenini bu konu oluşturmaktadır. Bu yüzden laik Kemalist ulusalcı muhalefetin başkanlık sistemine karşı mücadelesi varlık yokluk mücadelesidir ve her zeminde başkanlık sistemine karşı çıkmaktadırlar. Zira başkanlık sistemiyle artık İngilizlerin nüfuzu altında siyaset yapan partiler bir daha iktidara gelemeyecektir. Geçmişte perde arkasında süren bu mücadele şimdilerde açıktan devam etmektedir. Artık İngiliz siyasetinin şekillendirdiği parlamenter sistem açıktan eleştirilmekte ve işe yaramaz, sorunların kaynağı, kokuşmuş bir yapı olarak nitelendirilmektedir. Muhalefet ise iktidarı ABD siyasetinin yörüngesinde olmakla eleştirmektedir.

Yani kavga, dünyaya siyasetleriyle yön veren, ideoloji sahibi, kaynakları kontrol ederek ekonomileri yönlendiren ABD ile Birinci Dünya Savaşı’nın başat devleti sömürgeci İngilizler arasındaki kavgadır. Kavgaya tutuşturulanlar ise ne yazık ki; Batının bizim için öngördüğü fikirlerle siyaset eden liderler ve partilerdir. Geçmişte dünyaya İslâmî sistemle liderlik etmiş olan Müslüman Türkiye halkı da bu kavgada, hem dünya hem de ahiretlerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya bırakılmaktadır.

Şu açık bir gerçektir ki, her dönemde dünyada güçlü olan devletler, kendi nüfuz alanlarını korumak ve genişletmek, yer altı ve yer üstü kaynaklarını kontrol altına almak ve menfaatlerini gerçekleştirmek için diğer devlet ve toplumlara fikir ve sistemlerini empoze etmek yoluyla yaymışlardır. Bu kaçınılmaz bir vakıadır. Dünya arzındaki mücadele böyledir. O yüzden dünyaya yön vermek isteyen, fikir ve siyaset üreten bu ideolojik devletler birbirleriyle kıyasıya mücadele ederler. Bu bazen savaşlarla olduğu gibi, günümüzde ise farklı argümanlar (ekonomik, siyasi, askerî, diplomasi) ile gerçekleşmektedir. Bir ideoloji sahibi olmayan, yeni fikirler üretemeyen, dünya için kendine has bir bakışı olmayan devletler ise ideoloji sahibi devletlerin, fikir ve siyasetlerinin gölgesi altında kendilerini idame ettirmeye çalışırlar. Güçlü devletlerin paylaştığı alanlarda, onların ya mandası ya da uydusu olurlar.

Osmanlının son dönemlerine kadar Müslümanlar, hiçbir zaman İslâm’ın yönetim sisteminden başka bir yönetim arayışına girmemişlerdir. Hele hele can düşmanları olan, İslâm’a ve Müslümanlara karşı Haçlı Savaşları’nı başlatan, yeni yüzüyle post modern haçlı koalisyonu oluşturan Batılılardan hiç bir zaman hayata dair ne bir fikir ne de sistem almışlardır. Zira Hz. Peygamber’in Medine’de kurduğu İslâm Devleti, dört Râşid Halife döneminde genişleyerek yayılmış, insanlara hayrı ve kurtuluşu, topluma da huzuru getirmiştir. Zira İslâm akidesinden çıkarılan şer'î hükümler, Müslümanların fert, toplum ve devletle ilgili tüm sınırlarını belirlemiş, insanın yaradılışına uygun istikrarlı bir sistem ile kalkınmada toplumu zirveye ulaştırmış, onları dünyaya yön veren seçkin bir ümmet kılmıştır.

Şüphesiz toplumları kalkınmışlık seviyesine götüren söz konusu toplumun hayatla ilgili fikirleridir. Sahip olduğu fikirler o toplumu çöküşe de götürebilir, sahih bir kalkınmaya da. Toplum taşıdığı fikrin ulviliği ve tutarlılığı ile yücelir. Fikrinin düşüklüğü ve tutarsızlığı ile de inişe geçer ve seviyesiz ve bedbaht bir hayat sürer.

Bugün dünyadaki toplumları boyunduruğu altında bulunduran Kapitalist demokratik sistem, insanlığa huzur ve refah getirmemiş, aksine korku, endişe, kan ve gözyaşı getirmiştir. Osmanlı Hilâfeti yıkıldıktan sonra dünya kargaşa ve kaostan kurtulamamıştır. Türkiye’de de Batıdan alınan fikir ve mefhumlarla yürürlüğe giren laik sistem, 91 yıldır Müslümanlara dayatılmaktadır, İslâm’la taban tabana zıt laik demokratik sistem bırakın sorunları çözmeyi kat be kat artırarak, toplumu girdabın içine çekmiş ve çöküntüye sürüklemiş, kapitalist sömürgeci devletlerin ağına düşürmüştür. İslâm hayattan (toplum ve devlet ile ilgili düzenlemelerden) kaldırıldıktan sonra giderek şiddetlenen ve içinden çıkılamaz hale gelen sosyal buhranlar, siyasal ve ekonomik sorunlar ortaya çıkmış, giderek artan uyuşturucu kullanımı, kadın cinayetleri, boşanma oranlarının artması vb. hususlar artık önlenemez hale gelmiştir.

Sorunların çözümünü beşer ürünü sistemlerde aramak telafi edilemeyecek sorunların oluşmasına davetiye çıkarmaktır. Kaldı ki ne parlamenter ne başkanlık ne de insan aklından çıkan herhangi bir sistem insanların sorunlarını, insan fıtratını mutmain edecek şekilde çözmemiş ve çözemeyecektir. Aksine insanları birbirine düşman eden, birleştirici değil ayrıştırıcı olan, ülkeleri parçalayan, fitne ve fesadın kaynağı, beşer ürünü kapitalist sistemin kendisidir. Çünkü bu sistem insanın insana tahakkümünü öngören menfaatçi yapılar üzerine bina edilmişlerdir. Servetlerin dağıtımda fakiri ve düşkünü değil, bilakis zengin şirket ve bireyleri gözeten bir sistemdir. Kadınları reklam ve şehvet aracı olarak gören, toplumda ahlaki unsurları ortadan kaldıran bir sistemdir.

Batının, insanlara dayattığı İslâm dışı fikir ve yönetim şekillerini toplumlar ve halklar üzerine uygulayan şüphesiz ki yöneticilerdir ki; Kur’ân’ı Kerim ve sahih hadis-i şerifler, yönetim ve yöneticilerle ilgili kesin ve değişmez, değiştirilemez hükümler ortaya koyarak bu konuda Allah’ın indirdikleri ile hükümet edilmesini ve onunla hükmolunmasını hem yönetenlere hem de yönetilenlere emretmiştir.

Allahu Teâlâ Kur'ân’ı Kerim’in Nisa Suresi 59. ayeti kerimesinde şöyle buyurmaktadır;

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَطِيعُواْ اللّهَ وَأَطِيعُواْ الرَّسُولَ وَأُوْلِي الأَمْرِ مِنكُمْ فَإِن تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللّهِ وَالرَّسُولِ إِن كُنتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ ذَلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلاً

“Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Rasûl’e ve sizden olan (Allah’a ve Resûlü’ne itaat eden) emir sahiplerine de itaat edin. Eğer herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz, Allah'a ve Ahiret Günü’ne gerçekten iman ediyorsanız onu Allah'a ve Rasûl'e döndürün. Bu sizin için daha hayırlı ve sonuç bakımından da daha güzeldir.”

Allah'a ve O'nun Rasûlü’ne itaat ancak, emirlerine boyun eğmek fert, toplum ve devlet hayatında hükümlerini gerçekleştirmekle mümkün olur. İslâm, Müslümanlar için yönetim konusunda insanın Rabbi ile bağını sağlam temellere oturtup, Allah'ı razı edecek bir sistem öngörür, yaratıcısı ile bağını kesen beşeri sistemleri değil. Yine İslâm şer'î bir hüküm olarak Hilâfet’i emretmiştir ki; böylece yöneten de yönetilen de yaratıcıdan gelen, hükümlerle hükmolunacak, bugün olduğu gibi her gün değişen yasa ve kanunlarla toplum kargaşaya ve istikrarsızlığa sürüklenmeyecektir.

Beşer kaynaklı, parlamenter sistem, yarı başkanlık ya da başkanlık; yönetilenler için perişanlık, yönetenler için hem dünyada hem de ahirette PİŞMANLIKTIR.

Sırtımızda sömürgeci devletlerin küfesini taşıdığımız sürece Batılı fikir ve kültürden ve onun toplumda meydana getirdiği dejenerasyondan kurtulmamız mümkün değildir. İnsanların umudunu çalan, zamanını, enerjisini, gençliğini boşa harcayan tüm beşeri sistemler artık tarihin çöplüğüne atılmalı ve sömürgeci kâfir devletlerin kirli planları açığa çıkarılmalıdır. Kaldı ki yüz yıllık baskıya rağmen Müslümanlar kapitalist demokratik sistemi benimsememiştir. Artık denenmiş ve dünyaya bir hayır getirmeyen sistemleri yeniden tecrübe etmemize gerek yoktur. Müslümanlar aslına dönmek zorundadır, zira izzetin ve şerefin kaynağı İslâm’dadır ve İslâmî yönetimdedir. Şer'î hükme uygun İslâmî bir yönetim olmadan ne topluma ne de dünyaya adalet gelmeyecektir. Bu yüzden yüz yıllık parantez başkanlıkla değil, Râşidî Hilâfet ile kapatılmalıdır. Müslümanların akidesinden kaynaklanan,13 asır onunla dünyaya liderlik ettikleri Rasûlullah’ın müjdelediği Râşidî Hilâfet tekrar yeryüzüne dönecektir. O zaman Müslümanlar devletleriyle cisimleşecek, Allah Azze ve Celle’nin dinini yeryüzüne hâkim kılmak için tek vücud olarak hareket edeceklerdir.

Allah'ın vaadi tek gerçektir. Allah'u Teâlâ Nur Suresi 55. ayet- kerimede şöyle buyurmaktadır;

وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا مِنكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُم فِي الْأَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ دِينَهُمُ الَّذِي ارْتَضَى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُم مِّن بَعْدِ خَوْفِهِمْ أَمْنًا يَعْبُدُونَنِي لَا يُشْرِكُونَ بِي شَيْئًا وَمَن كَفَرَ بَعْدَ ذَلِكَ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ

“Allah sizden iman edip salih ameller işleyenlere, kendilerinden öncekileri yeryüzüne hükümran kıldığı gibi onları da hükümran kılacağını vaat etti. Kendileri için seçip beğendiği dinlerini onlar için güçlendirip yerleştirecek ve korkularından sonra onları güvene kavuşturacaktır. Onlar bana itaat ederler, hiçbir şeyi bana ortak koşmazlar. Bundan sonra kim inkâr ederse işte onlar yoldan çıkmış olanlardır.”


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz