Birinci Dünya Savaşı’ndan
sonra Osmanlı Devletini parçalayıp, sınırları kendi menfaatlerine olacak
şekilde biçimlendiren Avrupa devletleri, özellikle de o dönemin güçlü ülkeleri
İngiltere ve Fransa, Osmanlı toprakları üzerinde 50’ye yakın devletçik oluşmasına
zemin hazırlamış ve edindikleri yerli işbirlikçilerle parçaladıkları
devletlerde yeni krallıklar, diktatörlükler ve ulus devletler ile anayasa ve
yasaları yürürlüğe koymuşlardır.
Türkiye’de de Batılı
kültür, fikir ve hadaratın etkisinde kalarak, Batılı yönetici ve müsteşriklerle
beraber hareket eden Batı aşığı bir güruh, Osmanlı bakiyesi Türkiye’nin Batılılaşma
serüvenini başlatmış, nihayetinde İslâm’ın hayattan kaldırılması ve Laik bir
Cumhuriyetin oluşturulmasıyla birlikte tüm hayat işlerini İslâm dışı zihniyet
çerçevesinde şekillendirmişlerdir. Bundan sonra İslâmî hüküm ve yasalar
kaldırılmış, İslâm gerilemenin nedeni sayılarak, İslâm’ı çağrıştıran her ne
varsa savaş açılmış, İslâm’ı andıran her sembole gericilik damgası vurulmuştur.
Üzerinden 91 yıl geçmesine
rağmen, Tek adam (M.Kemal dönemi) ve İkinci adam (İsmet İnönü dönemi) ile tek
partili diktatörlük yönetimlerinden sonra, 1950’lerde demokrasi söylemleriyle
çok partili parlamenter sisteme geçen Türkiye, bundan sonra 60-71-80 yıllarında
ABD ve İngiliz nüfuz çatışması sonucu ortaya çıkan ordu darbeleriyle karşılaşsa
da, T.C.nin Laik yapısı her gün biraz daha muhkemleştirilmiş, şu an yönetimde muhafazakâr
ve İslâmî söylemleri ön planda tutarak halktan oy alan AKP dönemlerinde de, ülkenin
Laik ve Demokrat yapısı daha da pekiştirilmiş olup, Batılılaşma serüveninden de
vazgeçmiş değildir.
Yönetim açısından hiçbir
zaman, hiçbir dönemde aradığı istikrarı ve huzuru bulamamış, her dönemde
sosyal, siyasi ve ekonomik bunalım ve krizlerle boğuşan Türkiye, hemen hemen
her yöneticinin ağzında pelesenk olan “Şu an hassas bir dönemden geçiyoruz”
cümlesini tekrar edegelmiş, kurulduğu günden beri bitmeyen sistem tartışmaları,
son dönemde güçlü bir şekilde ortaya çıkmıştır.
12 yıldır İktidarda
bulunan AKP Hükümeti döneminde başkanlık sistemi Haziran 2015 seçimleri öncesi
yüksek sesle yeniden tartışılmaya başlandı. AKP’nin hukukçu kadroları, milletvekilleri,
AKP’ye yakın STK ve basın-yayın organları bu işin öncülüğünü yaparak, kamuoyunda
mevcut sistemin işlerliğini kaybettiğini ve yeni bir sisteme geçilmesi
gerektiğini, yeni sistemin de başkanlık sistemi olması gerektiğini her ortamda
konuşuyor ve tartıştırıyorlar. Kamuoyunda oluşturulan bu algı ile 2015 genel seçimlerinin,
başkanlık sistemi ve yeni anayasa tartışmaları ekseninde geçeceği görülüyor.
1980’li yıllarda da Özal’ın
gündeme taşıdığı başkanlık sistemi, son 12 yıl boyunca gündemden hiç düşmeyen
yeni anayasa tartışmaları, yarı başkanlık ya da başkanlık sistemi, Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın 29 Ocak 2015’te TRT Haber canlı yayınında başkanlık sistemi geldiği
taktirde Türkiye’nin ileri demokrasiye geçebileceğini söylemesi, sistem
değişikliği tartışmaları, yarı başkanlıktan ziyade, başkanlık sistemi üzerinde
hız kazanmıştır.
Daha önce yaptığı
açıklamalarda ise Erdoğan şöyle demişti; “Başkanlık sisteminin sağlayacağı
en büyük avantaj, çok başlılığı ortadan kaldırması olacaktır. Şimdi burada bazı
şeyler tartışılıyor; Amerikan sistemi mi, Fransa'daki gibi yarı başkanlık
sistemi mi, yoksa diğer ülkelerin başkanlık sistemleri mi? Şunu çok açık net
ortaya koymak lazım; gelişmiş ülkelere bakalım, acaba bu gelişmiş ülkelerin ne
kadarında başkanlık sistemi var, ne kadarında yok? Görüyoruz ki tamamına
yakınında başkanlık sistemi var. Bu neyi gösteriyor? Demek ki buradan netice
alınıyor. Buradan netice alındığına göre, biz niye hâlâ ayaklarımıza prangaları
bağlayalım, gitmemek, koşmamak için buna devam edelim.”
Başkanlık sisteminde karar
kılan Erdoğan ve AKP için neden başkanlık sistemi önemli?
Gerçekten de durum Erdoğan’ın
dediği gibi midir? Başkanlık sisteminin uygulandığı ülkeler gelişmiş ülkeler
midir? Bu ülkelerde, çok başlılığı ortadan kaldıran, yürütme, yargı ve yasamada
hızlı kararlar verilip, doğru neticeler mi alınıyor?
Bugün dünyada hepsi
birbirinden farklı, kendi tarihi, sosyolojik ve siyasi şartlarının ürünü olan
yaklaşık 42 devlet başkanlık sistemiyle yönetilmektedir. Bunların içinde sık
sık darbelerle anılan Güney Amerika devletleri, Rusya ve ABD işgali sonrası
istikrarsızlaştırılan Afganistan, yine 2011’de ikiye parçalanan Sudan, iç
karışıklığın ve savaşın hiç bitmediği Nijerya, uyuşturucu merkezi haline gelmiş
ve emperyal başkanlık modeli ile anılan Meksika, Zambiya, Uganda, Uruguay, Filipinler,
Kenya, Fildişi Sahili, Kazakistan, Liberya, Tanzanya gibi ülkeler yer almaktadır.
Bu ülkelere bakıldığında insani gelişmişlik
sıralamalarında birçoğu kötü durumda, birçoğunda hukuksuz yargılama, işkence
gibi uygulamalar söz konusudur. Ekonomik açıdan da bir kaçı hariç kötü
durumdadırlar.
Başkanlık sistemini
savunanlar özellikle, yürütme yasama ve yargının birbirinden net çizgilerle
ayrıldığı iddiasıyla ABD başkanlık sistemini örnek gösterirler. Hâlbuki
başkanlık sisteminin en iyi örnek olarak gösterildiği ABD’de yargı, güçlüleri
koruyan mantıkla hareket eder. Beyazların, siyahi vatandaşlardan daha fazla hak
sahibi olduğu yargı uygulamalarında ortaya çıkmaktadır.
Yürütme ve yasamada ise en
son örnek olarak, ABD’de bütçe görüşmelerinde kongreden onay çıkmayınca Obama
yönetimi yüzlerce kamu çalışanını izne ayırmak zorunda kalmış ve hükümet
kapatılmıştır. ABD’de başkan bir partiden, yasama çoğunluğu muhalefet
partilerinden olursa kilitlenme olabilir. Hükümetin yönetim siyaseti için yeni
kanunlar çıkarmak ve bütçeye ihtiyacı var. Ancak meclis buna karşı çıkarsa
Obama yönetiminde olduğu gibi sistem kilitleniyor. ABD’de başkan sadece
muhalefetin zayıf olduğu durumlarda güçlüdür. Birçok siyaset bilimci tarafından
da başkanlık sistemi eleştirilmektedir ki, bunlardan birisi de Maurice Duverger’dir.
Fransız Anayasa hukuku uzmanı, siyasetçi ve siyaset bilimcidir. ABD başkanlık
sistemini eleştirirken “Seçilmiş kralın geniş yetkileri vardır.” der.
Hükümet toplantılarında
son ve kesin söz başkana aittir. Bu konuda verilen en güzel örnek Lincoln'nün
bir sözüdür: “Yedi hayır, bir evet, evetler kazandı.”
Görüldüğü gibi başkanlık
sistemi aslında “tek adam” veya “seçilmiş kralın” ağzından çıkan sözlerin
kanunlaştırılıp uygulanmasından başka bir şey değildir. Tabii ki muhalefetin
sandalye sayısı az olup kanunları ve bütçeyi onayladığı sürece.
Obama, çoğunlukta olup
bütçeyi onaylamayan muhalefet için şöyle demiştir; “Devletin tek bir
organındaki, Kongre'nin tek bir kanadındaki tek bir partinin içindeki bir
kesim, sırf bir seçimin sonuçlarının intikamını almak için hükümeti kapatamaz.”
Yine şu anki parlamenter
sistemin değişmesini isteyen Erdoğan ve AKP, parlamenter sistemin darbelere
açık olması, hükümetteki partinin alacağı kararların diğer kurumlar tarafından
engellenip sistemin tıkanmasını, yürütme ve yargının birbirine müdahalesi ve
sık sık koalisyon hükümetleriyle meydana gelen istikrarsızlık gibi daha birçok
hususta eleştirilerini dile getiriyor ve bunları sistem değişikliğinin
yapılması için vakıada gerçekleşen olumsuzluklar olarak sıralıyorlar.
Hâlbuki AKP 2012 yılından
bu yana anayasa ve kanunlarda birçok değişikler gerçekleştirmiş ve yargıdan
yerel yönetimlere, siyasi partilerin kapatılmasını önleyecek düzenlemelere,
atamalardaki değişikliklerden, ihale kanunlarının düzenlenmesine, ordunun
siyasete müdahale etmesini önlemeye ilişkin değişikliklerden cumhurbaşkanının
halk tarafından seçilmesine kadar birçok hususu meclisten geçirip
kanunlaştırmıştır.
17-25 Aralık hükümeti
düşürmeye yönelik süreç gibi, her an bir darbe ihtimalinin söz konusu
olabileceği, yargıda artık her gün yapılan atamalar, emniyette yer
değiştirmeler, yönetiminin her an kesintiye uğrayabileceğini düşünen AKP, anayasa
ve kanunlarda yaptığı değişiklikleri yeterli bulmuyor ve temel problemin
anayasada yapısal bir değişikliğe gidilerek kangren olmuş konuların başkanlık
sistemiyle çözüleceğini iddia etmektedir.
AKP’yi başkanlık
sisteminden yana tavır almaya iten en önemli husus kuşkusuz, statükodan yana
olup Eski Türkiye’yi kaybetmek istemeyenlerle ileri demokrasi ile
belirtilen Yeni Türkiye söylemlerini savunan zihniyet arasındaki
mücadeledir.
Türkiye, Birinci Dünya
Savaşı’ndan sonra o günün hâkim devleti İngiltere’nin nüfuz alanına geçmiş, ordudan
siyasete tüm kurumlar İngiliz siyasetinin istismar edebileceği şekilde
düzenlenmiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin dünya siyasetinde aktif
olarak yer almaya başlamasıyla birlikte Avrupa devletlerinin nüfuzunda bulunan
devletçikler içinde nüfuz çatışması başlamış, Türkiye’de de İngilizlerin
siyasetinin hâkim olduğu parti ve kurumlar ile ABD siyasetini izleyenler
arasında mücadele başlamıştır. Başbakan Davutoğlu’nun “Yüz yıllık parantezi
kapatacağız.” sözünü bu manada okumak gerekir. Davutoğlu’nun çıkışı, Osmanlıyı
parçalayan ve sınırları çizen, ülkelerde anayasa ve kanunlar dizayn ettiren
İngilizlere karşı bir duruştur. İngilizlerin kurmuş olduğu yapıların
değişmesine yönelik bir meydan okumadır. Zira Türkiye, kurulduğundan bugüne
İngilizler için vazgeçemeyeceği önemli bir nüfuz alanı olmuştur.
TBMM Anayasa Komisyonu
Başkanı Prof. Dr. Burhan Kuzu da, muhalefetin başkanlık sistemini bilmediğini,
parlamenter sistem için de “Miadını doldurmuş, kokuşmuş bir İngiliz sistemidir.”
ifadelerini kullanarak bu meydan okumayı açıkça dillendirmiştir.
İşte son aylarda ivme
kazanan sistem tartışmalarının ana eksenini bu konu oluşturmaktadır. Bu yüzden laik
Kemalist ulusalcı muhalefetin başkanlık sistemine karşı mücadelesi varlık
yokluk mücadelesidir ve her zeminde başkanlık sistemine karşı çıkmaktadırlar. Zira
başkanlık sistemiyle artık İngilizlerin nüfuzu altında siyaset yapan partiler
bir daha iktidara gelemeyecektir. Geçmişte perde arkasında süren bu mücadele
şimdilerde açıktan devam etmektedir. Artık İngiliz siyasetinin şekillendirdiği
parlamenter sistem açıktan eleştirilmekte ve işe yaramaz, sorunların kaynağı, kokuşmuş
bir yapı olarak nitelendirilmektedir. Muhalefet ise iktidarı ABD siyasetinin
yörüngesinde olmakla eleştirmektedir.
Yani kavga, dünyaya
siyasetleriyle yön veren, ideoloji sahibi, kaynakları kontrol ederek
ekonomileri yönlendiren ABD ile Birinci Dünya Savaşı’nın başat devleti
sömürgeci İngilizler arasındaki kavgadır. Kavgaya tutuşturulanlar ise ne yazık
ki; Batının bizim için öngördüğü fikirlerle siyaset eden liderler ve
partilerdir. Geçmişte dünyaya İslâmî sistemle liderlik etmiş olan Müslüman
Türkiye halkı da bu kavgada, hem dünya hem de ahiretlerini kaybetme
tehlikesiyle karşı karşıya bırakılmaktadır.
Şu açık bir gerçektir ki,
her dönemde dünyada güçlü olan devletler, kendi nüfuz alanlarını korumak ve
genişletmek, yer altı ve yer üstü kaynaklarını kontrol altına almak ve
menfaatlerini gerçekleştirmek için diğer devlet ve toplumlara fikir ve
sistemlerini empoze etmek yoluyla yaymışlardır. Bu kaçınılmaz bir vakıadır. Dünya
arzındaki mücadele böyledir. O yüzden dünyaya yön vermek isteyen, fikir ve
siyaset üreten bu ideolojik devletler birbirleriyle kıyasıya mücadele ederler.
Bu bazen savaşlarla olduğu gibi, günümüzde ise farklı argümanlar (ekonomik, siyasi,
askerî, diplomasi) ile gerçekleşmektedir. Bir ideoloji sahibi olmayan, yeni
fikirler üretemeyen, dünya için kendine has bir bakışı olmayan devletler ise
ideoloji sahibi devletlerin, fikir ve siyasetlerinin gölgesi altında
kendilerini idame ettirmeye çalışırlar. Güçlü devletlerin paylaştığı alanlarda,
onların ya mandası ya da uydusu olurlar.
Osmanlının son dönemlerine
kadar Müslümanlar, hiçbir zaman İslâm’ın yönetim sisteminden başka bir yönetim
arayışına girmemişlerdir. Hele hele can düşmanları olan, İslâm’a ve Müslümanlara
karşı Haçlı Savaşları’nı başlatan, yeni yüzüyle post modern haçlı koalisyonu
oluşturan Batılılardan hiç bir zaman hayata dair ne bir fikir ne de sistem
almışlardır. Zira Hz. Peygamber’in Medine’de kurduğu İslâm Devleti, dört Râşid Halife
döneminde genişleyerek yayılmış, insanlara hayrı ve kurtuluşu, topluma da
huzuru getirmiştir. Zira İslâm akidesinden çıkarılan şer'î hükümler, Müslümanların
fert, toplum ve devletle ilgili tüm sınırlarını belirlemiş, insanın
yaradılışına uygun istikrarlı bir sistem ile kalkınmada toplumu zirveye
ulaştırmış, onları dünyaya yön veren seçkin bir ümmet kılmıştır.
Şüphesiz toplumları
kalkınmışlık seviyesine götüren söz konusu toplumun hayatla ilgili
fikirleridir. Sahip olduğu fikirler o toplumu çöküşe de götürebilir, sahih bir
kalkınmaya da. Toplum taşıdığı fikrin ulviliği ve tutarlılığı ile yücelir. Fikrinin
düşüklüğü ve tutarsızlığı ile de inişe geçer ve seviyesiz ve bedbaht bir hayat
sürer.
Bugün dünyadaki toplumları
boyunduruğu altında bulunduran Kapitalist demokratik sistem, insanlığa huzur ve
refah getirmemiş, aksine korku, endişe, kan ve gözyaşı getirmiştir. Osmanlı Hilâfeti
yıkıldıktan sonra dünya kargaşa ve kaostan kurtulamamıştır. Türkiye’de de Batıdan
alınan fikir ve mefhumlarla yürürlüğe giren laik sistem, 91 yıldır Müslümanlara
dayatılmaktadır, İslâm’la taban tabana zıt laik demokratik sistem bırakın
sorunları çözmeyi kat be kat artırarak, toplumu girdabın içine çekmiş ve
çöküntüye sürüklemiş, kapitalist sömürgeci devletlerin ağına düşürmüştür. İslâm
hayattan (toplum ve devlet ile ilgili düzenlemelerden) kaldırıldıktan sonra
giderek şiddetlenen ve içinden çıkılamaz hale gelen sosyal buhranlar, siyasal
ve ekonomik sorunlar ortaya çıkmış, giderek artan uyuşturucu kullanımı, kadın
cinayetleri, boşanma oranlarının artması vb. hususlar artık önlenemez hale
gelmiştir.
Sorunların çözümünü beşer
ürünü sistemlerde aramak telafi edilemeyecek sorunların oluşmasına davetiye
çıkarmaktır. Kaldı ki ne parlamenter ne başkanlık ne de insan aklından çıkan
herhangi bir sistem insanların sorunlarını, insan fıtratını mutmain edecek
şekilde çözmemiş ve çözemeyecektir. Aksine insanları birbirine düşman eden, birleştirici
değil ayrıştırıcı olan, ülkeleri parçalayan, fitne ve fesadın kaynağı, beşer
ürünü kapitalist sistemin kendisidir. Çünkü bu sistem insanın insana
tahakkümünü öngören menfaatçi yapılar üzerine bina edilmişlerdir. Servetlerin
dağıtımda fakiri ve düşkünü değil, bilakis zengin şirket ve bireyleri gözeten
bir sistemdir. Kadınları reklam ve şehvet aracı olarak gören, toplumda ahlaki
unsurları ortadan kaldıran bir sistemdir.
Batının, insanlara
dayattığı İslâm dışı fikir ve yönetim şekillerini toplumlar ve halklar üzerine
uygulayan şüphesiz ki yöneticilerdir ki; Kur’ân’ı Kerim ve sahih hadis-i
şerifler, yönetim ve yöneticilerle ilgili kesin ve değişmez, değiştirilemez
hükümler ortaya koyarak bu konuda Allah’ın indirdikleri ile hükümet edilmesini
ve onunla hükmolunmasını hem yönetenlere hem de yönetilenlere emretmiştir.
Allahu Teâlâ Kur'ân’ı
Kerim’in Nisa Suresi 59. ayeti kerimesinde şöyle buyurmaktadır;
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَطِيعُواْ اللّهَ وَأَطِيعُواْ
الرَّسُولَ وَأُوْلِي الأَمْرِ مِنكُمْ فَإِن تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ
إِلَى اللّهِ وَالرَّسُولِ إِن كُنتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ
ذَلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلاً
“Ey iman edenler! Allah'a
itaat edin, Rasûl’e ve sizden olan (Allah’a ve Resûlü’ne itaat eden) emir
sahiplerine de itaat edin. Eğer herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz,
Allah'a ve Ahiret Günü’ne gerçekten iman ediyorsanız onu Allah'a ve Rasûl'e
döndürün. Bu sizin için daha hayırlı ve sonuç bakımından da daha güzeldir.”
Allah'a ve O'nun Rasûlü’ne
itaat ancak, emirlerine boyun eğmek fert, toplum ve devlet hayatında
hükümlerini gerçekleştirmekle mümkün olur. İslâm, Müslümanlar için yönetim
konusunda insanın Rabbi ile bağını sağlam temellere oturtup, Allah'ı razı
edecek bir sistem öngörür, yaratıcısı ile bağını kesen beşeri sistemleri değil.
Yine İslâm şer'î bir hüküm olarak Hilâfet’i emretmiştir ki; böylece yöneten de
yönetilen de yaratıcıdan gelen, hükümlerle hükmolunacak, bugün olduğu gibi her
gün değişen yasa ve kanunlarla toplum kargaşaya ve istikrarsızlığa
sürüklenmeyecektir.
Beşer kaynaklı, parlamenter sistem, yarı başkanlık ya da başkanlık;
yönetilenler için perişanlık, yönetenler için hem dünyada hem de ahirette PİŞMANLIKTIR.
Sırtımızda sömürgeci
devletlerin küfesini taşıdığımız sürece Batılı fikir ve kültürden ve onun
toplumda meydana getirdiği dejenerasyondan kurtulmamız mümkün değildir. İnsanların
umudunu çalan, zamanını, enerjisini, gençliğini boşa harcayan tüm beşeri
sistemler artık tarihin çöplüğüne atılmalı ve sömürgeci kâfir devletlerin kirli
planları açığa çıkarılmalıdır. Kaldı ki yüz yıllık baskıya rağmen Müslümanlar
kapitalist demokratik sistemi benimsememiştir. Artık denenmiş ve dünyaya bir
hayır getirmeyen sistemleri yeniden tecrübe etmemize gerek yoktur. Müslümanlar
aslına dönmek zorundadır, zira izzetin ve şerefin kaynağı İslâm’dadır ve İslâmî
yönetimdedir. Şer'î hükme uygun İslâmî bir yönetim olmadan ne topluma ne de
dünyaya adalet gelmeyecektir. Bu yüzden yüz yıllık parantez başkanlıkla değil,
Râşidî Hilâfet ile kapatılmalıdır. Müslümanların akidesinden kaynaklanan,13
asır onunla dünyaya liderlik ettikleri Rasûlullah’ın müjdelediği Râşidî Hilâfet
tekrar yeryüzüne dönecektir. O zaman Müslümanlar devletleriyle cisimleşecek, Allah
Azze ve Celle’nin dinini yeryüzüne hâkim kılmak için tek vücud olarak
hareket edeceklerdir.
Allah'ın vaadi tek
gerçektir. Allah'u Teâlâ Nur Suresi 55. ayet- kerimede şöyle buyurmaktadır;
وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا مِنكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ
لَيَسْتَخْلِفَنَّهُم فِي الْأَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ
وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ دِينَهُمُ الَّذِي ارْتَضَى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُم
مِّن بَعْدِ خَوْفِهِمْ أَمْنًا يَعْبُدُونَنِي لَا يُشْرِكُونَ بِي شَيْئًا وَمَن
كَفَرَ بَعْدَ ذَلِكَ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ
“Allah sizden iman edip
salih ameller işleyenlere, kendilerinden öncekileri yeryüzüne hükümran kıldığı
gibi onları da hükümran kılacağını vaat etti. Kendileri için seçip beğendiği
dinlerini onlar için güçlendirip yerleştirecek ve korkularından sonra onları güvene
kavuşturacaktır. Onlar bana itaat ederler, hiçbir şeyi bana ortak koşmazlar. Bundan
sonra kim inkâr ederse işte onlar yoldan çıkmış olanlardır.”
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış