Türkiye gündemi, Yüksek Askeri Şura (YAŞ)’nın Ağustos ayı olağan toplantısına iki gün kala Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarının istifaları/emekliliklerini istemeleri ile birlikte ortaya çıkan büyük bir devlet kriziyle sarsılmıştır. Komutanların bu davranışları Türkiye kamuoyunu bu meseleye odaklarken Devlet’in zirvesinde de geç saatlere kadar çok hızlı bir temas trafiğinin yaşanmasına sebep olmuştur. Sonuçta bu toplantıların tarihi incelendiğinde pek de alışık olunmayan bu durum -kimilerine göre büyük devlet krizi-, dünyada da büyük yankılar meydana getirmiş ve bakışların bir anda Türkiye’ye yönelmesine sebep olmuştur. Dolayısıyla sonuçları irdelendiğinde Türkiye için bir milat kabul edilebilecek bu konunun iç yüzünü anlayabilmek ve konuyla ilgili sağlıklı bir tahlilde bulunabilmek için bazı hususları hatırlamakta fayda vardır:
Bunların başında; Birinci Dünya Savaşı’nın ardından dönemin “sömürgeci süper gücü” olan İngiltere’nin Osmanlı İslam Devleti’ni parçalayarak toprakları üzerinde kurmuş olduğu ulusal niteliklere sahip “devletçikler” ve bunların varlıklarını devam ettirebilmeleri hususu gelmektedir. İngilizler bu gaye çerçevesinde bu devletlerin bekalarını ordularına teslim etmekte bulmuş ve bu çözüm doğrultusunda askerî merkezli yönetimler bu devletlerin tamamında kendisini net bir şekilde göstermiştir. İngilizler, yine bu devletlerin olası kendi yörüngesinden sapma ihtimallerine karşı devlet içerisinde asker merkezli derin yapılar meydana getirmek suretiyle kendi hegemonyasını devam ettirme yoluna gitmiştir. Bu durum bütün İngiliz sömürgesi olan devletlerde aynı olduğu gibi Türkiye için de aynıdır. Bu mesele o kadar abartılı hale gelmiştir ki; bütün bu bahsettiğimiz devletlerin ordularının aslî görevleri, halkları gözünde meşruluğu konusunda her zaman soru işaretleri barındıran rejimlerini kendi halklarından korumak şeklini almıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonraki yıllarda yaşananlar ve askerin bu süreçteki rolü ile bugün “Arap Baharı” ismiyle anılan vakıadaki yaşananlar ve askerin buradaki rolü, bu anlatmak istediklerimiz için açık birer örnektirler.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ise değişen güç dengeleri dünya sahnesine yeni bir süper güç kazandırmış ve ABD, dünya siyasetinde birinci devlet konumuna yükselmiştir. Onun bu yükselişi tek başına olmamış, Komünist ideolojinin aynı dönemde ortaya çıkarmış olduğu bir diğer güçlü devlet olan Sovyetler Birliği (SSCB) de yeni bir dünya düzenini de beraberinde getirmiştir. Bundan sonraki süreç “Soğuk Savaş” diye tabir edilen iki süper gücün mücadelesine sahne olacaktır. ABD bir taraftan bu Soğuk Savaş sürecinde SSCB ile çekişirken diğer taraftan da gözünü İngiltere’nin Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra elde ettiklerine çevirmiş durumdadır. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından ise mücadele neredeyse tamamen İngiltere’nin sahip olduklarına karşılık Amerika’nın bunları ele geçirme mücadelesine dönmüştür. İşte bu iki sömürgeci gücün dünya üzerindeki en önemli çekişme sahnelerinin başında gerek stratejik konumu açısından ve gerekse sahip olduğu zenginlikler açısından Türkiye gelmektedir. Bu yüzden Türkiye’de, İngilizlerin “Ulusal” yapısına karşılık ABD’nin “Global” yapısı, İngilizlerin katı “Laik” Demokrasi anlayışına karşılık Amerika’nın özgürlükçü “Liberal” Demokrasi anlayışına sahip taraflar arasında büyük bir mücadele yaşanmaktadır. Meseleyi yani bu mücadeleyi daha özele indirerek ifade edecek olursak; şu an itibariyle bu yaşananlar bir Amerikan türetmesi olan AKP iktidarı ile Türkiye’deki İngilizci Ulusal Yapı’nın teminatı ve hatta onun varlık sebebi konumunda olan TSK ve TSK odaklı Devlet’in derinlerinde oluşmuş yapılar arasındaki varlık mücadelesidir. Ağustos ayı başında gerçekleşmesi beklenen YAŞ toplantısından önce komutanlar tarafından gerçekleştirilen eylemlerle buna karşı Hükümet kanadının hamleleri bu süreçteki en büyük ve son hamleler olarak göze çarpmaktadır.
Sekiz yıllık iktidarı boyunca Ulusal yapının bütün kırmızıçizgilerini zorlayan AKP Hükümeti, bunların bazılarını birinci iktidar döneminde AB Uyum Paketleri çerçevesinde geçmeye çalışmıştır. Bu konudaki çalışmalarına hız kazandırdığı ve çalışmalarının semeresini almaya başladığı dönem ise ikinci defa iktidara geldiği dönemdir. Bu dönemde iktidar gücünü kullanmak suretiyle özellikle kökleşmiş kurumlar ve onların Ulusal yapıya hizmet eden işleyişlerini Anayasal düzenlemelerle değiştirmeyi başarmıştır. Bu doğrultuda asıl ses getiren süreç; Ulusalcı Laik, Kemalist yapının kururcusu ve teminatı konumunda olan ordu ve aynı merkezden beslenen derin yapıyı hukuksal sürecin içerisinde yok etmeye çalışmasıyla gerçekleşmiştir.
AKP Hükümeti’nin “Terörle Mücadele” yasasını değiştirmesinin ardından, devlet içerisinde oluşmuş derin yapılara ve ordu içerisindeki darbeci oluşumların tasfiyesine yönelik olarak başlatılmış olan hukuki süreçte; “Ergenekon”, “Balyoz” ve “İnternet Andıcı” isimli davalarda şu an itibariyle 77’si emekli, 173’ü muvazzaf olmak üzere toplam 250 asker tutuklu olarak yargılanmaktadır. Hatta düne kadar sivil irade rütbesiz bir askeri bile yargılamakta zorlanırken, bugün Cumhuriyet tarihinde bir ilk yaşanmış ve bu soruşturmalar kapsamında muvazzaf bir orgeneral tutuklanmıştır. 30 Ağustos 2011 tarihi itibariyle yeni Hava Kuvvetleri Komutanı olması beklenen Harp Akademileri Komutanı Orgeneral Bilgin Balanlı, Balyoz Davası kapsamında tutuklanarak cezaevine konulmuştur. Şu anda hâlâ kırkın üzerinde general rütbesinde asker bu davalar kapsamında tutuklu bulunmaktadır. Bu rakamlara bakıldığında; muhtıralar veren, darbeler yapan, hükümetleri bir sözle hizaya sokabilen ve kısacası Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tartışmasız egemen gücü olan Türk Silahlı Kuvvetleri şu an itibariyle hem toplum nazarındaki itibarını kaybetmiş, hem de sahip olduğu güç elinden gitmiştir.
TSK ile ilgili bu yaşananlar, her ne kadar Hükümet ve yandaşları tarafından defalarca aksi zikredilmiş olsa da, yargı bağımsızlığı kapsamında olan hukukî gelişmeler değildirler. Aslında bunun Hükümet’in yargıyı kullanarak askeri hizaya getirme operasyonu olduğu herkes tarafından bilinen ve kabul edilen bir gerçektir. İşte bu durum Ulusalcı kesimin bir taraftan Hükümet’e diş bilemesine, diğer taraftan da bu gelişmelere müdahale etmeyip göz yuman Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarına ihanete varan suçlamalar yöneltilmesine sebep olmaktadır. Nitekim önceki iki Genelkurmay Başkanı bu suçlamalardan fazlasıyla nasiplerini almışlardır. Onların her ikisi de veda konuşmalarında benzer hususlara vurgu yaparak emekliye ayrılmışlar ve bir nevi kendilerini temize çıkarmaya çalışmışlardır. Nitekim Org. Yaşar Büyükanıt içinde bulundukları bu durumu; “TSK’ya seviyesiz saldırılar var. Bu seviyesiz saldırılar TSK’ya güveni sarsamaz. Kararlı duruşu ile bazılarının seviyesiz saldırıların karşısında en büyük engel olan TSK’yı yıpratma çabaları dikkat çekici. Hiç bir güç TSK’nın halkın nazarındaki güvenini sarsamaz.” şeklinde ifade ederken, Org. İlker Başbuğ ise; “Son yıllarda yaşadığımız ağır saldırılarla yıpranacağımızı düşünenler, Türk Ordusu’nun da ülkesinin de zayıflayarak güçsüzleşeceğini düşünenler bu toplumu, bu kurumu ve bu tarihi başkalarının gözüyle okuyanlar, başkalarının zihniyle düşünenlerdir.” cümleleriyle açıklamaya çalışmıştır.
Son YAŞ toplantısına iki gün kala, Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Erdal Ceylanoğlu, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Eşref Uğur Yiğit ve Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hasan Aksay emekliliklerini istemek suretiyle görevlerini bırakarak YAŞ toplantılarına katılmama kararı almışlardır. Tam da kritik olarak nitelendirilen ve özellikle de terfi sırası bekleyen tutuklu general ve amiraller hakkında kararların alınacağı bir toplantı öncesi böyle bir davranışta bulunmaları bir kriz ortamının varlığını akıllara getirse de aslında meselenin iç yüzü o şekilde değildir.
Öncelikle Hükümet, Balyoz Davası’nda yargılanan 41’i tutuklu 2’si de tutuksuz toplam 43 muvazzaf general ve amiral içerisinden terfi sırası gelen 14 personelin durumlarına ilişkin katı bir tutum sergilemiştir. Bu konuda kamuoyuna yansıtılan haberlere göre, bu general ve amirallerin tutukluluklarından dolayı terfi haklarının ellerinden alınarak emekli edilecekleri şeklinde genel bir hava oluşturulmuştur. YAŞ toplantılarında komutanların bu duruma kayıtsız kalmaları ise kuvvetle muhtemel bir durumdur. Dolayısıyla bu durum komutanlar üzerinde önemli bir baskı unsuru haline getirilmiştir.
Bir diğer husus, geçtiğimiz Temmuz ayı sonlarına doğru PKK’nın Silvan saldırısının hemen ardından askeri sevk ve idare hususunda ortaya çıkarılan büyük hata ve ihmaller, bu çerçevede iki koldan başlatılan soruşturmalar neticesinde ihmali görülen iki subayın açığa alınmasıdır. Bu durum genele yayılmasa da askere yönelik büyük tepki ve eleştirileri de beraberinde getirmiştir. Olayın hemen ardından Başbakan Erdoğan, polisin de terörle mücadele konusunda etkin hale getirileceği konusunda bir açıklama yapmış ve bunun hayata geçirilmesiyle ilgili çalışmaların başlayacağını belirtmiştir. Polisin bu kapsamda dağa çıkıp askerle birlikle mücadele edecek olması, onun yeniden ağır silahlarla donatılacağı ve Hükümet’e bağlı silahlı bir güç haline geleceği anlamını taşımaktadır. PKK meselesi zaman-zaman sınır ötesi operasyonlarla yürütülmesine rağmen aslında Türkiye’nin bir iç güvenlik meselesidir. PKK meselesinin bir iç güvenlik meselesi olarak değerlendirilmesi, yasal çerçevede bu mücadeleyi polis ve jandarmanın görev alanına dâhil etmektedir. Bu da askerin bu konu üzerindeki etkisinin azaltılması anlamına gelmektedir. Buna gerekçe olarak gösterilen husus ise, mevcut vakıadaki askerin mücadele ve eğitim hususlarındaki yetersizliği ile buna bağlı olarak terörle mücadelede verilen zayiatın çokluğudur. AKP Hükümeti; askerin PKK meselesine bundan sonraki süreçte sadece profesyonel birliklerle dâhil olmasını planlanmaktadır. Bu da askeriyenin eski önemini yitirmesi ve “Mehmetçik” olgusunun ortadan kaldırılması anlamına gelmektedir. Böylece TSK, hem maddî ve hem de manevî anlamda sahip olduklarını büyük ölçüde kaybetmiş olacaktır. Böyle bir gelişme elbette ki varlığı TSK’ya bağlı olan doksan yıllık bir Ulusalcı statükonun hoşuna gitmeyecektir. Dolayısıyla bu durum, Hükümet ile TSK arasında yeni ve ciddi gerginlikleri meydana getirecek bir durumdur. Nitekim Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ kendisine yöneltilen bir soru üzerine, “PKK terör örgütü ile diğer terör örgütlerini veya terörle mücadeleyi aynı noktada görürseniz yanılırız” dedi ve ekledi: “PKK kırsal alanda, yani dağda eylemler yapmak için organize olmuş ve eğitilmiş bir terör örgütüdür. Kırsal alanda ve dağlık arazide terörle mücadeleyi Silahlı Kuvvetler dışında hiçbir kuvvet yapamaz” CHP ise Hükümet’in bu düşüncesine, “Mücadele TSK bünyesindeki profesyonel birliklerin görevi olmalıdır” şeklinde bir açıklamayla karşılık vermiş oldu.
YAŞ toplantısında Genelkurmay adına sıkıntı oluşturacak bir diğer mesele de komutanlıklara yapılacak atamalar konusunda yaşanacaktır. Bu dönemde üç kuvvet komutanı da yaş haddinden emekliye sevk edilecek ve yerlerine yeni atamalar yapılacaktır. Özellikle Hava Kuvvetleri Komutanlığı’na yapılacak atama oldukça sorun oluşturacak durumdadır. Çünkü bu mevkiinin bir numaralı adayı Harp Akademileri Komutanı Bilgin Balanlı ve iki numaralı aday Korgeneral Korcan Pulatsü’nün YAŞ toplantılarının başlayacağı dönemde tutuklu olmaları bu atamada büyük bir sıkıntı oluşturacak durumdur.
İşte bu hususlar YAŞ toplantılarında ve sonrasında Hükümet ile Komutanların karşı karşıya gelmelerine sebep olacak hususlardır. Özellikle YAŞ toplantılarında Genelkurmay Başkanı Org. Işık Koşaner’den Hükümet’e karşı bu hususlarda boyun eğmemesi konusunda Ulusalcı kesimde ciddi beklentiler bulunmaktadır. Koşaner; üzerindeki beklentilerin ağırlığı, O’nun bu beklentilere cevap veremeyecek durumda olması ve Hükümet’in kamuoyuna yaptığı (terfii gelen tutuklu generallerin emekliliği vb.) sızdırmalar gibi hususlarla kendisini köşeye sıkıştırma girişimleri sonucu emekliliğini istemek zorunda kalmıştır. Kısacası Genelkurmay Başkanı Org. Işık Koşaner, YAŞ Toplantıları öncesinde Hükümet’in baskılarıyla emekli olmak zorunda bırakılmıştır. Kuvvet Komutanlarının emekliliklerini istemelerinin ise Hükümet açısından bir önemi yoktur. Onlar zaten YAŞ Toplantılarının ardından emekli olacaklardı, bu hareketleriyle yalnızca YAŞ toplantıların dışında kalmışlardır.
Komuta kademesinin bu tavrını iki yönlü değerlendirmek gerekir:
Birincisi; AKP Hükümeti “ustalık dönemi”ni Anayasa değişikliğiyle taçlandırmak istemektedir. Bu değişikliğin ardından, Ulusalcı anlayışa ait ne varsa ortadan kaldırmanın gayreti içerisine girmiştir. Bu topyekûn hareketin içerisinde TSK ile ilgili müdahale doğal seyrine bırakıldığında, Hükümet’in 2013 yılındaki Genelkurmay Başkanlığı devir teslimini beklemesi gerekecekti. Bu nedenle Komuta Kademesini emekliye zorlayarak bu süreci iki yıl daha erkene almayı başarmıştır. Başlangıçta çok büyük bir devlet kriziymiş gibi gözüken bu emeklilik isteme olayının, AKP Hükümeti tarafından üç-dört saat gibi kısa bir sürede aşılması, Hükümet’in bu olaya son derece hazırlıklı olduğunun da açık bir göstergesidir. Nitekim Hükümet yanlısı medyada bu gelişme büyük bir sevinçle karşılanmıştır. Basın ve yayın kuruluşları bu gelişmeyi yaptıkları programlarda “Askerî vesayetin son halkası koptu, işte şimdi gerçek demokrasiye geçiş sağlandı, değişim başladı” gibi yorumlarla verdiler. Taraf Gazetesi ise “Daha Karpuz Kesecektik” gibi son derece laubali bir başlık atarak haberi okurlarına duyurdu.
İkincisi; Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları emekliliklerini YAŞ toplantısına iki gün kala isteyerek Hükümet’e karşı büyük bir tavır koydukları görüntüsü oluşturmuşlardır. Bu hareket bazı kesimlerce Hükümet’i sıkıştırma hamlesi olarak da değerlendirilmiştir. İlerleyen süreçte önceki iki Genelkurmay Başkanı’nın uğradığı akıbete uğraması muhtemel iken, yapmış olduğu bu hareketle Kuvvet Komutanlarıyla birlikte Ulusalcı kesim tarafından bir anda kahraman ilan edilmişlerdir. Koşaner veda mektubunda da bu hususlara değinerek bir anlamda ayrılmak zorunda bırakıldığını ifade etmeye çalışmış ve tutuklu bulunan askerî personel hakkında genel bir değerlendirmenin ardından sözlerini şu ifadelerle tamamlamıştır: “Soruşturma ve uzun süreli tutuklamaların bir amacının da TSK’nın sürekli gündemde tutularak kamuoyunda bir suç teşkilatı olduğu izleniminin yaratılmaya çalışıldığı, bunu fırsat bilen yanlı medyanın da her türlü yalan haber, iftira ve suçlamalarla yüce ulusumuzu kendi silahlı kuvvetlerine karşı tavır almaya teşvik ettiği dikkatlerden kaçmamaktadır. Bu durumun önlenememesi ve yetkili makamlar nezdinde yapılan girişimlerin dikkate alınmaması Genelkurmay Başkanı olarak personelimin hak ve hukukunu koruma sorumluluğumu yerine getirmeme engel olduğundan, işgal ettiğim bu yüce makamda göreve devam etme imkânını ortadan kaldırmıştır.” İşte bütün bu gelişmeler YAŞ Toplantısından önce komuta kademesinin tavrıyla ilgili nedenleri net şekilde ortaya koymaktadır.
YAŞ Toplantıları ve alınan kararlara gelince:
Bilindiği üzere YAŞ toplantıları, biri Ağustos ayı başında olmak üzere yılda iki kez gerçekleştirilen olağan toplantılar şeklinde yapılmaktadır. YAŞ yalnızca barış zamanında başkentte görev yapmak amacıyla kurulmuştur ve bu husus YAŞ Kanunu’nun birinci maddesinde zikredilmiştir. Bu toplantılarda genel olarak; Şura’nın görevleri arasındaki hususlardan olan, Silahlı Kuvvetlerin ana program ve hedefleri ile ilgili konularda görüş bildirmek, Silahlı Kuvvetlerle ilgili olup önemli görülen kanun, tüzük ve yönetmelik taslaklarını inceleyip istişarelerde bulunmakla ilgili hususları içeren maddeler bulunmaktadır. Bu toplantılarda ayrıca YAŞ’da terfi ettirilecek olan askerlerin durumları ile ordudan ilişiği kesilmesi planlanan askerilerin durumları da masaya yatırılmaktadır. Bu toplantılara katılan Yüksek Askerî Şura üyeleri ise; Başbakan, Millî Savunma Bakanı, Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları, Jandarma Genel Komutanı ve muvazzaf Orgeneral ve Oramirallerden oluşmaktadır. Bu üyelerden katılamayacak durumda olanlar ise önceden mazeretlerini bildirmek suretiyle bu toplantıların dışında kalabilmektedirler. Bu toplantıların içeriği ve üyelerin katılımları Yüksek Askerî Şura’nın kuruluşunu da içeren 1972 tarihinde çıkarılan kanundan bu yana sorunsuz bir şekilde devam etmiştir.
Bu yıl dört komutanın emekliliğini istemesi ve bir orgeneralinde tutuklu olması sebebiyle orgeneral ve oramiral bazında beş eksik katılımla başlayan Yaş Toplantısı üç oturum sonunda karara bağlanmıştır. Bu oturumlar sonunda AKP Hükümeti’nin 2013 yılı için adayı olan Jandarma Genel Komutanı Necdet Özel, prosedür gereği bir günlük Kara Kuvvetleri Komutanlığı görevinin ardından Genelkurmay Başkanlığı görevine atanmıştır. Nitekim Org. Necdet Özel, istifa krizi yaşandığı sırada Jandarma Genel Komutanı olup komuta kademesinde yer almasına rağmen, diğer komutanlarla birlikte hareket etmemiş, bu kriz esnasında üç-dört saatlik kararname sürecinde Hükümet’in yanında durarak bir nevi bu krizin aşılmasında başrolü üstlenmiştir. YAŞ Kararnamesi’ne göre diğer atamalar şu şekildedir:
Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na Org. Hayri Kıvrıkoğlu, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na Oramiral Emin Murat Bilgel, Hava Kuvvetleri Komutanlığı’na Korg. Mehmet Erten, Jandarma Genel Komutanlığı’na Org. Bekir Kalyoncu atanmıştır.
Hava Kuvvetleri Komutanlığı görevine Korg. Mehmet Erten bir yıl süreyle vekâleten atanmıştır. Bir yıl sonraki yaş toplantısında Org. rütbesine terfi ettirilerek aynı görevi asaleten devam ettirecektir.
Kararnamedeki en dikkat çekici karar ise terfisi gelen on dört general ve amiralin kamuoyunda oluşturulan emekli edilecekler havasının yerine terfilerinin bir yıl süreyle temdit edilmesi (uzatılması) kararıdır. Bu kararla yeni Genelkurmay Başkanı olan Necdet Özel’e yönelik malum çevrelerden gelebilecek eleştiri ve tepkilerin önü kesilmeye çalışılmıştır. Kara Kuvvetleri Eğitim ve Doktrin Komutanı olan Org. Saldıray Berk de yine bu kararnameyle emekliliğe sevk edilmiştir.
YAŞ Toplantılarının sonuçlarından ziyade bu toplantılardaki oturma düzeni, bundan sonraki süreç hakkında net bir mesaj vermeye yetmiştir. Bu zamana kadar yapılan bütün toplantılarda Genelkurmay Başkanı ile Başbakan masanın baş tarafında ve aynı hizada otururlarken, ilk defa bu toplantıda Başbakan masanın baş tarafında ve tek başına oturmuş, Genelkurmay Başkanı masanın sağ yanında ve daha geride, Milli Savunma Bakanı da masanın sol yanında oturmuştur. İşte bu oturma düzeni basına yansıdığı andan itibaren gündem konusu yapılmış ve TSK’nın bu görüntüyle birlikte Demokratik sistemlerdeki yerine çekildiği hususunda değerlendirmeler yapılmıştır. Burada topluma verilmek istenen mesaj da nettir. O da, “bu ülkede gerçek söz sahibi sivil iradedir yani halkın egemenliğidir” şeklindeki mesajdır.
İşte bugünkü gelişmeler, Hilafet’in yokluğunda doksan yıldır bu topraklarda cirit atan sömürgeci istilanın, Ümmet’in bağrında oynadığı “köşe kapmaca” oyununda geldiği son noktadır. Bu gelişmeler bugüne ya da on yıl öncesine ait gelişmeler değildir. Bu gelişmeler Ümmet’in bağrına hançerin sokulduğu, bütünlüğünün dağıtıldığı tarihten itibaren meydana gelen gelişmelerdir. Partileri, kurumları ve örgütleri ne olursa olsun, isimleri ne şekilde zikredilirse edilsin hiçbiri bu Ümmet’ten bir parça olmadığı gibi, hiçbirisinin mücadeleleri bu Ümmet’in hayrına da değildir.
Bu bağlamda gelinen nokta değerlendirildiğinde; Liberal anlayışa sahip AKP yandaşları ile onlardan gibi görünüp Devleti içten fethetmek suretiyle İslamî bir yaşantının başlayacağını uman ve bu uğurda yıllarca gayret gösteren bazı “sakat düşünce” sahibi insanların beklentileri gerçekleşmiş gibi görünmektedir. Bu durum Liberaller açısından bir sorun oluşturmamaktadır. Zira zaten onların istediği, özgürlüklerin daha geniş toleranslarla uygulandığı, herkesin kendi anlayışı ve inançları doğrultusunda rahatça yaşayabildiği Demokratik bir ortamın oluşturulmasıdır. Burada sorun, AKP eliyle taşıyıcılığı yapılan bu küfür fikrinin peşinden koşan ve açıkça zikredilerek yapılan Demokratik iyileştirmeleri hâlâ İslamî bir hayat beklentisiyle destekleyen bu “sakat düşünce” sahiplerinin durumudur. Özgürlükçü Demokrasiye inananlarla aynı safta olmanın veya Ulusalcı zihniyetin katı Laik, Kemalist anlayışından kurtulup daha esnek ve özgürlükçü anlayışa geçmenin İslamî bir hayatla nasıl bir ilişkisi olabilir? Akıl sahibi Müslümanlar, sadece güç sahiplerinin değiştiğini, Laik Demokratik anlayışın aynen devam ettiğini fark edemiyorlar mı?
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış