İKTİSADÎ DÜŞÜNCELERİN BOZUKLUKLARI VE SAHİH ÇÖZÜM (9)

Hakkı Eren

 

76. Sayıdan Devam…

Türkiye ve dünya gündeminde meydana gelen önemli gelişmelerden dolayı, iktisat yazı dizimize iki sayılık bir ara vermiştik. Ancak Allah nasip ederse kaldığımız yerden devam edeceğiz ve birkaç makale sonra bu yazı dizisini sonlandırmaya çalışacağız.

D- KEYNESYEN İKTİSAT

İktisadî düşünce tarihinde Neo-Klasik akımdan sonra gelen analitik kuram, Keynesyen teoridir. Teorinin kendi adıyla anılmasına neden olan iktisatçı, 5 Haziran 1883’te Cambridge doğan ve 21 Nisan 1946 Sussex’de vefat eden John Maynard Keynes’tir. Keynes, radikal düşünceleriyle ekonomide çığır açan Britanyalı bir iktisatçıdır. Daha önceki yazılarımızdan da hatırlanacağı üzere, Neo-Klasik ekol haricindeki bütün iktisadî akımların anavatanı neredeyse Britanya olmuştur. Elbette bu rastlantı, tamamen tesadüfî değildir. 

Bilindiği gibi Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sonrasında, sanayi ülkelerinin ekonomik durumları çok ciddi derecede sarsılmış ve işsizlik rekor derecelere ulaşmıştır. İngiltere’de 1921 yılında başlayan bu buhran, 1930’lu yıllarda tüm dünyayı etkisi altına almıştır. 1926 yılında İngiltere’de gerçekleşen büyük işçi grevleri ve Birinci Dünya Savaşı’na katılıp daha sonra kendilerini “unutulmuş insanlar” olarak görerek buna isyan eden usta askerlerin protesto yürüyüşleri, sıkıntılı günlerin habercisi olmuştur. Tüm bu sosyo-ekonomik vakıalar ise, insanları, Marx’ın Kapitalizmin geleceği ile söylediklerini bir kez daha düşünmeye itmiştir. Bu durumu düzeltmek için dönemin bütün Batılı hükümetleri, devletlerarası ticareti daraltma yoluna giderek ülkelerini bu darboğazdan kurtarmaya çalışmışlardır. Bu ülkeler, istihdamı canlandırma umuduyla yerli sanayiyi himaye etmek istemiş ve ağır gümrük vergileri koyarak, para devalüasyonları yaparak çareler aramışlardır. Hatta komşunu “sefalete it” düşüncesiyle hareket ederek devletlerarası ticaretin hacmini daraltmışlardır. Bu minvalde iktisat düşüncesini, yaşadığı devrin koşulları ile irdeleyen Keynes, 1930’larda yaşanan büyük buhranın nedenleri üzerine çalışmış ve klasik teorideki boşlukları tespit ederek, kendi teorisini ortaya koymuştur.

Keynes, 1936 yılında yayınladığı “İstihdamın, Paranın ve Faizin Genel Teorisi” (The General Theory of Employment, Interest and Money) adlı kitabıyla ün yapmış ve I. Dünya Savaşı sonunda toplanan Paris Barış Konferansı’na, İngiltere Hazinesi’ni temsilen katılmıştır. Bu Konferans’ta Almanya’ya kabul ettirilen ödeme koşullarının kin güdücü, ahlaka aykırı ve uygulanması imkânsız olduğu gerekçesiyle İngiliz Hükümetine karşı çıkmış ve İngiliz Hazinesi için yaptığı danışmanlık görevinden istifa etmiştir. 1944 yılında Amerika’da toplanan Bretton Woods Konferansı’nda yine İngiliz Heyeti’ne başkanlık yapmış ve IMF’nin oluşumunu sağlayan bu Konferansta, Amerika Birleşik Devletleri tezlerine karşı İngiliz tezlerinin savunucusu olmuştur. Keynes bu konferansta kendi adı ile anılan, Keynes Planı’nı sunmuştur. 

John Maynard Keynes, “İstihdamın, Paranın ve Faizin Genel Teorisi” adıyla yayınlanan, ancak “Genel Teori” diye bilinen kitabında, Klasik İktisatçıların öne sürdüğü teorileri kabul etmekle beraber, klasik istihdam teorisine karşı çıkmıştır. Ayrıca Klasikçilerin öne sürdüğü ekonominin kendiliğinden eski haline gelme görüşünü imkânsız bularak eleştirmiştir. Keynes, ekonomide para ve maliye politikalarında, müdahaleci bir devlet anlayışı olması gerektiğini savunmuş ve bu müdahaleci düşünceyle tanınmıştır. O’nun bu düşüncesi, daha sonra farklı kliklere bölünen Keynesyen ekonomi içinde biçimlenmiştir. Keynesyen teorinin temel prensibi hakkında bilgi vermek gerekirse; bu sistem, klasiklerin insanın rasyonel davranacağını varsayarak kurguladıkları ekonomik sistemleri yerine, devletin malî politikaları, kamu harcamaları, denge fiyatları, yatırımları, vb. vasıtasıyla rol oynadığı ve arz-talep üzerindeki esnekliklerin hesaba katıldığı bir ekonomik sistemdir. Bu ekonomik sistem içerisinde Keynes’in temel politika önermesi, talep yönlü makro-ekonomik politikalardır. Keynes, 1930 yılına kadar temel ekonomik karar birimleri seviyesinden bakılan ekonomi bilimine yeni bir boyut kazandırmış, toplam talep kavramını gündeme getirerek, işsizlik ve toplam üretim konularını bununla açıklamaya çalışmıştır. Talep yönlü bu iktisat, 1929 ekonomik krizine çözüm arayışları çerçevesinde doğmuş ve özellikle 1950-1970 yılları arasında altın yıllarını yaşamıştır. Keynesyen iktisat 1970’li yıllarda farklı şekillerde ortaya koyulmaya başlanmış, diğer bir ifadeyle Keynesyen iktisatçılar bölünmüşlerdir: 

Başlıca Keynesyen İktisat akımları üç grupta toplanabilir: 

1. Neo-Klasik Keynesyen İktisat: Keynes’in genel teorisindeki görüşlerini Klasik İktisadın temel ilkeleri ile bağdaştırarak adeta iki teorinin sentezini yapan ve Walras genel denge modeli çerçevesinde Keynes’in genel teorisindeki açıklamaları yorumlayan, iktisat literatüründe “Gelir Harcama Modeli” veya “IS-LM Analizi” olarak da adlandırılan yaklaşımdır. Hicks, Hansen, Samuelson, Tobin, Klein ve Solow, bu gruba giren meşhur Keynes’çi iktisatçılardır.

 2. Fundamentalist Keynesyen İktisat: Neo-Klasik Keynesyen iktisadı eleştirerek gerçek Keynesyen iktisadın Keynes’ in Genel Teorisi’nde yer alan görüşleri olduğunu savunan ve belirsizliğin Keynes’in iktisadının temeli olduğunu belirten akımdır. Bu akımın en meşhur iktisatçıları ise; Harrod, Robinson, Weintraub, Kaldor ve Shackle’dır. 

3. Anti-Walrasyan Keynesyen İktisat: Keynesyen teorinin Klasik teori ile birleştirilmeyeceğini öne sürerek, mal ve emek piyasalarında denge halini inceleyen, Neo-Klasik sentezin Keynesyen teori içerisinde yer almasını şiddetle eleştiren ve Keynes’in teorisinin bir dengesizlik modeli olduğunu belirten akımdır.” (Coşkun Can Aktan, Politik İktisat, İzmir)

Neo-Klasik kuramın üzerine düştüğü mikro-ekonomik sorunlar, Keynes ile birlikte arka plana itilmiş ve yerine makro-ekonomik bir anlayış getirilmiştir. Keynes, “şimdi saldırmakta olduğum teorilere yıllarca bizzat inanmış olduğum için…” (Keynes, General Theory) derken klasik kurama saldırıda bulunmuş, fakat aynı zamanda kendi görüşünü Kapitalizmin çökmeye mahkûm olduğunu söyleyen Marx’ın iddiasından da ayırma gayreti içerisinde olmuştur. Modern makro­ekonomi görüşünden yola çıkarak, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki otuz yıl boyunca kendisini kabul ettiren, hükümetlerin ekonomik bunalımlara çare bulmak üzere piyasaya müdahale etmesi gerektiğini, toplumsal optimumun piyasanın kendi işleyişiyle sağlanamayacağını, klasik paranın miktar teorisinin ve denk bütçe anlayışının terk edilmesi gerektiğini savunan ve makro çözümleme kavramlarıyla ekonomik politika anlayışları getiren Keynes, bu düşünceleriyle seleflerine karşı çıkmıştır. Klasik ve Neo-Klasik ekonomistlere göre piyasa sistemine yani rekabete dayanan özel girişim, yalnız tam istihdamda dengede bulunur. Bazı durumlar nedeniyle, ekonomi tam istihdamdan ayrılırsa da, zaman içinde tekrar tam istihdama kavuşacaktır. Keynes, ekonominin tam istihdam olmadan da dengede bulunabileceğini göstererek bu anlayıştan ciddi bir kopuş oluşturmuştur. 

Keynes’in devletin ekonomiye müdahalesi düşüncesi şöyle izah edilebilir: Kamu sektörü harcamalarıyla özel sektörün oluşturduğu efektif talep eksikliği telafi edilir. Kamu harcaması, talebi olumsuz etkilememesi için vergiyle finanse edilmemeli, devlet özel sektör harcamalarını etkilememek için bankalardan borç almalıdır. Önerilen bütçe açığı, kamu harcamalarının özel harcamaları telafi etmesi içindir. Talep açığı yoksa bütçe açık vermeyecek, vergilerle finansman sağlanacaktır. Keynes, devletin ekonomiye müdahalesini özel sektörü canlandırmak için önermektedir ve devlet harcamalarının özel sektörün yatırım alanlarına yönelmesini değil, klasik ekonomide de öngörülen, klasik devlet hizmetlerindeki harcamaların arttırılması olarak düşünmektedir. Keynes’e göre, geleneksel iktisadî politika teknikleri, toplu talep yetersizliğini çözümleme yeteneğinden yoksundur. Bu nedenle toplumsal refahın yeniden tesis edilebilmesi için, bir harcayıcı olarak devletin aktif bir rol oynaması gerekir. Bu konuda Keynes şöyle demektedir: 

“Bu yüzden, hükümetin tüketim eğilimi ve yatırım teşvikini birbirine uygun hale getirme görevini de içine alan fonksiyonlarının genişletilmesi, bir 19. Yy. politika yazarına veya çağdaş bir Amerikalı finansöre, bireyciliğe karşı gerçekleştirilen müthiş bir tecavüz olarak gözükürdü. Bense, hem mevcut iktisadî biçimlerin yok olmasını önleyecek yegâne kullanışlı vasıta olarak, hem de bireysel teşebbüsün başarılı bir biçimde işlev görmesinin koşulu olarak onu savunmaktayım. Zira efektif talebin yetersiz olması durumunda sadece israf edilmiş kaynakların rezaleti dayanılmaz bir hal almakla kalmaz, bu kaynakları kullanıma sokan müteşebbis bireyin kendi aleyhine işleyen bir mekanizmayı çalıştırır duruma düşmesine de yol açar.” (The General Theory of Employment, Interest and Money)

Keynesyen Teori’ye göre genel fiyat seviyesi, gelir seviyesini ve üretim fonksiyonu aracılığıyla istihdam seviyesini belirleyen toplam taleptir. Makro-ekonomik denge, toplam arz ile toplam talebin veya toplam yatırımlar ile toplam tasarrufların eşitlendiği noktada gerçekleşir. Ekonomi kendiliğinden ve daima tam istihdam düzeyinde dengede değildir. Ekonomi için aşırı istihdam, eksik istihdam ve tam istihdam dengelerinden biri söz konusu olabilir. Para talebinin diğer deyimle likidite tercihinin üç motifi vardır. Bunlar işlem, ihtiyat ve spekülasyon motifleridir. İşlem ve ihtiyat güdüsü ile tutulan para millî gelir düzeyine, spekülasyon güdüsü ile tutulan para ise faiz oranına bağlıdır. 

Keynes’in Say Yasası’na yönelik eleştirisi ise, ürettiği para analizi üzerine binaen şekillenmiştir. Keynes işe, paraya bakış perspektifini tersine çevirmekle başlamıştır. Neo-Klasik yazarlar parayı ilk önce devinim içinde yani harcanmak üzere bulunduğu haliyle gözden geçirmişlerken, Keynes parayı elde tutulduğu haliyle incelemeye şayan görmüştür. Çünkü insanları para harcamaktan alıkoyacak olan nedenler vardır. Zira konunun muhatabı olan insanın harcama yapmak veya saklamak ile alakalı farklı tercihleri bulunabilmektedir. Piyasada herkesin kalıcı olabilmesi için vatandaşın cebinde para olması gerektiğini belirten Prof. Dr. Haydar Baş’ın Millî Ekonomi Modeli’nde de, benzer bir uygulama görmek mümkündür. Zira o modelde, ev hanımlarına ya da ihtiyaç sahiplerine düzenli bir maaş verileceği ve bu maaşın harcanmak suretiyle piyasada bir hareket meydana getireceği düşünülmektedir. Sonrasında ise gerçekleşen bu ticarî işlemlerden devletin dolaylı olarak bu parayı tekrar elde edeceği düşüncesi yer almaktadır. Ancak; ihtiyatlı olmak, cimrilik etmek, daha fazla biriktirip başka alternatiflerde parasını değerlendirmek veya faize vermek isteyenler, bu sistemi tıkayacak ve çıkmaza sokacaktır. Bundan sebeple insanların nasıl hareket edecekleri varsayımından hareketle oluşturulan bu ekonomik sistemler, bu tür olağan eğilimler neticesinde çökecektir. Aynen Neo-Klasik düşüncede olduğu gibi… 

1970’li yıllara kadar uygulanmaya çalışılan Keynesyen teori, o dönemde artış gösteren işsizlik ve enflasyonun bir arada olmasıyla, bir takım eleştirilerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu eleştiriler asıl olarak Neo-Klasik Keynesyen iktisat yaklaşımına yöneliktir. Eleştirilerin bir kısmı diğer Keynesyen iktisatçılar tarafından yapılırken, bir kısmı da Keynesyen teoriye karşı olanlar tarafından yapılmıştır. Neo-Klasik Keynesyen iktisada yönelik Keynesyen iktisatçıların eleştirileri, özellikle Keynesyen iktisadın yanlış ortaya konulduğu yönünde ortaya çıkmıştır. Bu iktisatçılar 1970-1980 döneminde ortaya çıkan bunalıma Neo-Klasik Keynesyen iktisadın neden olduğunu belirtmişlerdir. Keynesyen iktisada karşı olanların başlıca eleştirdikleri noktalar ise; Stagflasyon (durgunluk içinde görülen enflasyon), Keynesyen iktisadın üretim konusunu ve sermaye birikimini ele almadığı ve objektif iktisatçı varsayımına uygun olmadığı düşüncesi, Taksflasyon (yüksek enflasyon ve yüksek vergi yükünün bir arada bulunması) ve bu iktisat düşüncesinde kamu sektörünün aşırı oranda büyüdüğüdür.

Keynesyen teorinin çöküşü ise, 1970’lerden sonra ortaya çıkan ve bir sonraki makalemizde incelemeye çalışacağımız monetearist düşünce tarafından gerçekleştirilmiştir. Friedman tarafından şiddetle eleştirilen Keynes, yavaş yavaş gözden düşmüştür. Ancak en son ABD merkezli olan, İrlanda, Yunanistan, Macaristan ve İzlanda’yı çöküntünün eşiğine getiren, Başbakan Erdoğan’ın dediği gibi Türkiye’yi “teğet geçen” ama bütün dünyayı sarsan bu ekonomik kriz sonrasında tekrar bir kurtarıcı olarak görülmeye başlamıştır. Çünkü bu ekonomik kriz sonrasında liberal anlayıştan vazgeçilerek, Keynes’in dediği gibi devletin ekonomiye müdahale etmesi gerektiği söylenmiştir. ABD ve İngiltere başta olmak üzere diğer ülkeler ekonomiye müdahale etmiş, batan şirketleri ve bankaları desteklemişlerdir. ABD Başkanı Barack Obama ve İngiltere Başbakanı Gordon Brown’ın uygulamaya koyduğu ekonomik tedbirler, Keynesyen ekonominin teorik olarak yeniden gündeme gelmesini sağlamıştır. Fakat bu devletlerin ekonomiye müdahalesini ne Keynes’le ne de Sosyalizmle açıklamak mümkün gözükmemektedir. Keynes, devletin ekonomiye müdahalesini piyasayı harekete geçirmek adına öngörmüş, gerekirse bir kuyuyu kazıp kapatarak, kamu harcamalarının arttırılmasıyla toplam talebin büyütülmesini önermiştir. Ancak ABD’nin krize karşın tutumu, bankaların zararını sahiplenmek ve para musluğunu sonuna kadar açmak olmuştur. Bu politika burjuvaya sahip çıkmaktan başka nedir? 

Son olarak şunu belirteyim ki, Keynes’in, dönemin ABD Başkanı olan Franklin Delano Roosevelt’e üç zarf içerisinde yazdığı üç mektup çok meşhurdur. Kriz dönemlerinde işbaşına gelecek yönetimler için “sırasıyla açılması” ve “birinin sonuçlarını almadan diğerinin açılmaması” uyarısıyla zarflar teslim edilmiştir. İlk zarftaki tavsiye tek cümledir: “Derhal vergileri düşür.” İkinci zarfta, “Bütçe disiplinini, kamu açığı kaygısını bir yana bırak, kapsamlı altyapı yenileme programlarıyla hem piyasaya para enjekte et, hem de kitlesel istihdamın önünü aç.” Üçüncü zarfta ise, “Savaş ekonomisine geç!” yazılıdır. Amerika’nın, o ekonomik darboğazdan çıkmasının en önemli nedeni belki de Roosevelt’in üçüncü zarfı ilk önce açmış olmasıdır. Zira Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, ABD’nin dünya sahnesine iyiden iyiye girmesine neden olmuştur. Ekonomisini silah sanayine dayandırmış en büyük ülke olan ABD, Kapitalizmin doğası gereği geçirdiği her krizden dünya pazarına sattığı silahlarla kurtulmuştur. Silah satmak için husumet oluşturmak ve savaşlar başlatmak bile kâfir ABD’nin yaptığı olağan icraatlardandır. Hatırlanacağı üzere geçen ay Suudi Arabistan yönetimi tarihin en büyük silah alım ihalesini ABD’li firmalarla gerçekleştirmiştir. Tüm bunlar buzdağının belki de gözüken yüzüdür. Konuyla alakalı olarak Rusya Duması’nın Başkan Yardımcısı olan Vladimir Jirinovski’nin, “ABD ve Batı, ekonomik krizi savaş olmadan aşamaz.” (HT.com) sözlerini de hatırlatarak, “Kapitalizm hayat bulduğu sürece bu türden krizlere daha çok gebe kalacak ve kâfirlerin rahatları için daha çok insan kanı akacaktır”, diyorum.

Devam Edecek…


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz