Eski Cumhurbaşkanı Turgut Özal tarafından gündeme getirilen Başkanlık sistemi, AKP ile birlikte özellikle 12 Eylül Referandumunun ardından yeniden gündeme geldi. Türkiye Başkanlık sistemine geçecek mi? Bunun için muhtemel beklentiler nelerdir?
Elbette ki bu sorunun cevaplandırılması beraberinde daha başka konulardaki gelişmelere ve bunlara verilecek cevaplara bağlıdır. Cevaplandırılması gereken bu hususlardan en önemlileri şunlardır:
2011 Haziran ayında yapılacak olan seçimlerin muhtemel sonuçları nasıl olur?
Cumhurbaşkanlığı seçimindeki muhtemel gelişmeler nasıl olacak?
Abdullah Gül ve Recep Erdoğan’ın ABD nezdindeki konumu nedir? Amerika’nın bunlara bakışları nasıldır? Bunlar hakkında bir tercihi var mıdır?
Başkanlık sistemi hakkında bir görüş ortaya koyabilmek için bu soruların cevaplandırılması gerekmektedir. Bu soruları cevaplandırmaya geçmeden önce referandum sonrası Türkiye’sinin iç siyasî durumunu özetlemek gerekmektedir. Diğer bir ifade ile şu anda meclis içerisinde ve meclis dışında bulunan siyasî partilerin durumlarını tahlil etmekte fayda vardır.
2011 Haziran ayında yapılacak olan seçimlerin muhtemel sonuçları nasıl olur?
Recep Erdoğan liderliğindeki AKP halen daha birinci parti olma özelliğini korumaktadır. 2011 Haziran ayında yapılması planlanan seçimlerden de birinci parti olarak çıkması beklenmektedir. Ancak bu oranın ne olacağı hususunda kesin bir rakam vermek mümkün olmamakla birlikte, CHP’nin nasıl bir gelişme göstereceği, MHP’nin seçim barajını aşıp aşmaması, Kürt meselesi adını verdikleri hususlardaki gelişmelere bağlı olacaktır. Ancak bu husustaki gelişmeler de dikkate alınarak AKP oylarının %40 civarında olması beklenmektedir.
Ana muhalefet partisi CHP’nin oylarının bir bölümü kemikleşmiş, Türkiye’nin içinde bulunduğu şartlara bağlı olarak hiçbir surette değişmeyen oylardır. Bunların oranı ise %18’ler civarındadır. Geride kalan oylar ise değişik sebeplerden dolayı diğer siyasî partilere tepki gösterenlere ait oylardır. Ancak geçtiğimiz aylarda CHP içerisinde yaşanan çekişmeler sonucunda Önder Sav’ın CHP genel sekreterliğinden alınması ve yönetim kadrosunda birtakım değişikliklerin yapılmasının üzerinden kısa bir süre sonra CHP parti meclisini belirlemek için yeniden kongreye gitti. Bu kongre ile ilgili olarak partiye yakın olup partiyi destekleyenlerle karşı görüşte olanlar birbirinden farklı değerlendirmelerde bulundular. Gerek Önder Sav ve ekibinin tasfiye edildiği genel kurul olsun, gerekse Aralık ayında yapılan genel kurulda yaşanan gelişmeler olsun her iki genel kurula bakıldığında CHP’de suların durulmadığı görülmektedir. Şu andaki yapısıyla seçime kadar geçen süre içerisinde CHP bütün gücüyle AKP oylarını aşağıya çekmek için çalışacaktır. Dolayısıyla seçime kadar CHP’de kaynamakta olan sular geçici bir süre için durgun bir görüntü arz edecek ve seçimden elde edilecek sonuçlara göre yeniden harekete geçecektir. Seçim sonuçlarına bağlı olarak da muhtemelen CHP’nin ikiye ayrılması söz konusu olabilir. Seçimlerden sonra yapılması muhtemel olağanüstü parti kongresinde ise Gürsel Tekin partinin genel başkanı olabilir.
Ancak ileriye yönelik tahminler doğru veya yanlış ne olursa olsun bütün solcular yani özellikle ulusalcı kesim AKP karşısında güçlü bir cephe oluşturmak için aralarındaki ayrılıkları geçici bir süre için bir kenara bırakarak CHP çatısı altında bir araya gelme kararı almışlardır. Çünkü şu anda içerisinde bulunduğu haliyle Türkiye İngilizleri ve buradaki işbirlikçileri açısından Cumhuriyet tarihinin en zor, sıkıntılı ve kan kaybının şiddetli olduğu bir dönemi yaşamaktadırlar. Bu güne kadar ellerinde tuttukları otorite gücünü, bunun dinamiklerini sürekli olarak kaybetmekte, ellerinden kaçırmaktadırlar. Bu kan kaybına dur demek, en azından güçlerini koruyabilmek için her türlü üslubu kullanmakta kararlıdırlar. Bu amaçla CHP alışkanlıklarını ve kurallarını bir kenara iterek yeni üsluplar benimsemiştir ve benimsemek zorundadır da... CHP’de yapılan değişikliklerle farklı bir üslup takip etmeyi amaçlamışlardır. Bu nedenledir ki CHP seçim süreci boyunca daha farklı konular üzerinde propaganda yapacaktır. Zira kuruluşundan bu güne kadar CHP laiklik esaslı olarak bu toplumu kendisine düşman olarak gören, halkı her zaman hiçe sayan, önemsemeyen bir zihniyete sahipti. Özellikle Erdoğan liderliğindeki AKP’nin topluma yakın olması nedeniyle sürekli olarak oylarını artırdığını ve halk tarafından sevildiğini gören CHP’liler, görünürde de olsa bir üslup değişikliğine gitmeyi planladılar. Bu nedenledir ki seçim süreci boyunca CHP’liler miting meydanlarında ve propagandalarında halkın hoşuna gidecek ifadeleri kullanacaklardır. Bu planlarıyla bir taraftan meclisteki sandalye sayılarını artırmak diğer taraftan da AKP’nin meclisteki sandalye sayısını azaltmak suretiyle AKP’yi koalisyon hükümeti kurmaya mecbur hale getirmek istemektedirler. CHP üzerinden İngilizlerin ortaya koydukları planın özeti işte budur. Bu amaçlarını gerçekleştirmek için CHP’lilerin her türlü yola başvurmayı deneyecekleri beklenmektedir. Nitekim geçtiğimiz aylarda BDP ile seçim ittifakı yapacakları yönündeki sorulara CHP’nin son kurultay öncesi genel sekreteri Süheyl Batum şöyle cevap veriyordu: “CHP, Türkiye’nin ne kadar sorunu varsa hepsini çözmeye talip ve hepsini çözmeye kararlı bir parti olmak zorundadır. Bunun için toplumun tüm meşru kurum, kuruluş ve kişileriyle görüşmeler yaptık, yapıyoruz, yapacağız. BDP de elbette bunlardan biridir. Biz 5 yılın ardından bayramlaştık ve bu bayramlaşma sırasında önemli mesajlar verdik. Ben o bayramlaşmada seçim ittifakı demedim. Sanırım yanlış anlaşıldı. Yüzde 10 seçim barajı, faili meçhullerin çözümü, Doğu ve Güneydoğu’nun sosyoekonomik sorunlarının giderilmesi ve Kürt sorununun çözümü için üzerimize düşen ne varsa bunu yapmaya hazır olduğumuzu söyledim. Bunun için de elbette BDP ile işbirliği yaparız. TBMM’de temsil edilen meşru bir partiyle bu konularda işbirliği yapmak neden bu kadar tartışılıyor, tepki alıyor anlayabilmiş de değilim. Bugün AKP, Öcalan’la masaya oturup konuşuyor ama bizim BDP ile görüşmemiz kadar sorun yaratmıyor”
2011 seçimlerinin önemli partilerinden birisi olan CHP, yeni dönem Türkiye’sinin nereye doğru gittiğini, Amerika’nın Erdoğan liderliğindeki AKP yönetimi ile neleri gerçekleştirmek istediğini ve Amerikan planları karşısında eski üsluplarda direnmelerinin mümkün olmadığını anlamış görünüyor. Bu nedenle de bundan böyle CHP’lilerin ağızlarından çıkan sözlerde, münafıklık alâmeti farklılıklar görülecektir. Gerçekte ise kalpleri ağızlarından çıkan sözlerden tamamen farklıdır. Tıpkı Irak politikasında olduğu gibi İngiliz yanlılarının bir kısmı Türk iç siyasetinde de problem çıkartmayan, ılımlı bir tavır sergileyen, gerektiğinde işbirliği yapmaktan çekinmeyen bir parti görünümü sergileyecektir. Yine önümüzdeki yılların Türkiye’sinin Amerika ve İngiltere’de olduğu gibi güçlü iki parti yapısının gerçekleşeceği beklentisine göre kendilerini şekillendirmek istemektedirler. Çünkü günümüz Türkiye’sinde her ne kadar altmış kadar siyasî parti bulunuyorsa da bunların çok büyük bir kısmı tabela partisi olmaktan öteye geçmemektedirler. Saadet Partisi ve MHP gibi partiler ise kendilerine düşen görevi yerine getirdiklerinden şu anda onlara herhangi bir ihtiyaç yoktur. Bu nedenle de zaman içerisinde tarih olmaları kaçınılmazdır.
Özetle 2011 Haziran seçimleri için bugünden kesin bir tahmin yürütmek mümkün olmamakla beraber CHP’nin %25’ler civarında oy alması muhtemeldir. BDP ile seçim ittifakına girmesinin CHP açısından olumlu tarafları olduğu kadar olumsuz tarafları da vardır. Bu iş adeta iki tarafı keskin bıçak gibidir.
Şu andaki meclisin üçüncü büyük partisi olan MHP’ye gelince: MHP özel görevler ifâ etmek üzere kurulmuş partilerden birisidir. MHP’nin varlığı milliyetçilik düşünceleri yönüyle karşı çıkacağı tarafların bulunmasına bağlıdır. Ancak günümüz Türkiye’sindeki gelişmeler dikkate alındığında MHP açısından yüklenilebilecek misyon Türkiye’nin şu anda içerisinde bulunduğu şartlar bakımından son derece zayıflamıştır. Bu nedenle de Devlet Bahçeli liderliğindeki MHP’nin önümüzdeki milletvekili seçimlerinde baraj altında kalma ihtimali de vardır. Ancak durum ne olursa olsun MHP gelecekte ihtiyaç duyulduğunda vizyona konmak için varlığını stepne olarak mutlaka sürdürecektir. Çünkü kâfirlerin İslâm’a ve Müslümanlara karşı düşmanlıkları kıyamete kadar devam edecektir. Zira İslâm düşüncesi açısından tümüyle yanlış olan kavmiyetçilik ve bunun bayraktarlığını yapan MHP, taşıdığı bu düşünceleri ile toplum içerisinde ayrımcılığı, ırkçılığı tetiklemeye her zaman için elverişlidir.
Netice olarak MHP’nin önümüzdeki seçimlerde oy oranını artırması beklenemez. Tam tersine oy kaybına uğraması daha kuvvetle muhtemeldir. Bu nedenledir ki Başbakan Erdoğan seçim mitinglerini yaptığı meydanlarda ve konuşmalarında sürekli olarak MHP tabanına seslenecek ve onların oylarını almaya çalışacaktır. 2011 Haziran seçimleri itibariyle MHP seçmeni, Erdoğan için tabiri caizse adeta avlanmaya hazır av gibi gözükmektedir.
PKK’nin temsilcisi konumundaki BDP’ye gelince: Güneydoğu Anadolu bölgesinde yaşanan olaylar ve bölge halkı, seçim süreci boyunca üç partinin (AKP, CHP ve BDP) cirit attığı ve olanca gücüyle oy kapma yarışına girdikleri en hassas bölge olacaktır. Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları ve PKK etkisinin ağır bastığı yerlerde önceki seçimlerde olduğu gibi BDP’nin yüksek miktarlarda oy alması beklenmektedir. Ancak bunların tümü özellikle AKP’nin bu bölge ile ilgili olarak izleyeceği politikalarla ve bölge halkının sıkıntılarına ne ölçüde çare olduğuyla yakından ilgilidir. Kısacası BDP’nin önümüzdeki seçimlerde de meclise girme ihtimali vardır. Fakat bu ihtimal Erdoğan ve partisinin ortaya koyacağı çalışmalara göre tersine de dönebilir.
Erbakan liderliğindeki Saadet Partisine gelince: Saadet partisinin seçimlerde ciddi bir varlık göstermesi tümüyle imkânsızdır. Erbakan siyasete atıldığı ilk günlerden beri hangi amaçla çalışıyor idiyse, şu anda da aynı amacı gerçekleştirmek için son bir çaba ile ihtiyarlamış, çökmüş hali ile partinin başına geçmiştir. Fakat onun bu çabası hiçbir surette fayda vermeyecektir. Zira sandık başına giden Saadet Parti seçmeni oylarının boşa gitmesinden, CHP ve diğer partilerin işine yaramasından ise Erdoğan’ı desteklemeyi tercih edeceklerdir.
Numan Kurtulmuş tarafından kurulan Has partiye gelince: Numan Kurtulmuş tarafından kurulan bu partinin iktidar olmak gibi bir hedefi olmadığı gibi şu an için bu mümkün de değildir. Numan Kurtulmuş Saadet Partisinin başında bulunarak AKP’nin oylarını bölmek istemediğinden Erbakan’ın düşünceleri aleyhine bir tavır sergilemiş ve bu nedenle de parti içerisinde bir çatlağa neden olmuştur. Bu yapısıyla da siyasi yelpazede AKP karşısında yer aldığını söylemek mümkün değildir. Zira Numan Kurtulmuş liderliğindeki Saadet Partisinin seçimlerde daha fazla oy alma ihtimali vardı. Dolayısıyla Saadet Partisinden bağlarını koparan Numan Kurtulmuş ve onunla birlikte hareket eden seçmenin oylarının çok büyük bir kısmı Erdoğan’a gidecektir.
Numan Kurtulmuş’un asıl hedefi ise seçim sonrası Türkiye’sine ait gelişmelerdir. O, kendisini seçim öncesi için değil seçim sonrası gelişmeler için hazırlamaktadır. Her ne kadar konuşmalarında Recep T. Erdoğan ve partisini eleştiriyor olsa da hedefinde Erdoğan sonrası AKP liderliği yer almaktadır. Zira Türkiye’nin içerisinde bulunduğu siyasî yapıyı ve gelişmeleri dakik ve akıllıca inceleyen bir kimsenin Erdoğan liderliğindeki AKP’yi hedefine alarak bir siyasi parti kurması düşünülemez. Bu ancak ve ancak ya düşüncesizliğin bir göstergesidir ya da daha farklı plan ve hedeflerin bir sonucudur. Bu nedenledir ki Numan Kurtulmuş’un konuşmalarını ve davranışlarını seçim sonrasında daha iyi değerlendirmekte ve takip etmekte fayda vardır.
Cumhurbaşkanlığı seçimindeki muhtemel gelişmeler nasıl olacak?
Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile ilgili olarak seçim değerlendirmelerini yapmamızın nedeni şudur: 31 Mayıs 2007 tarihinde Anayasanın 101. Maddesinde şu şekilde değişiklik yapılmıştır: Madde 4- Cumhurbaşkanı halk tarafından seçilir. Madde 5- Genel oyla yapılacak seçimde, geçerli oyların salt çoğunluğunu alan aday Cumhurbaşkanı seçilmiş olur.
Anayasada yapılan bu değişikliklere göre Cumhurbaşkanı hem halk tarafından seçilmeli hem de ilk oylamada oyların %50’den fazlasını almalıdır. Recep Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmayı düşündüğünde hemen hemen herkes hemfikirdir. Ve adımlarını da önümüzdeki yıllarda Cumhurbaşkanı olacak şekilde atmaktadır. Bu nedenledir ki 31 Mayıs 2007 tarihli anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanının görev süresi beş yıl olarak belirtilen maddenin Abdullah Gül için ne şekilde uygulanması gerektiğini netleştirmemiş bunu gelişmelere göre şekillendirmek istemiştir. Buna göre Recep Erdoğan’ın planı; 2011 Haziran ayında yapılacak seçimlerde yüksek oy oranı ve büyük bir çoğunlukla meclise girmek, hatta anayasayı tek başına rahatlıkla değiştirebilecek bir çoğunluğu elde etmektir.
Şu anda Cumhurbaşkanlığı görevini yürütmekte olan Abdullah Gül 28 Ağustos 2007 yılında bu göreve resmen başladı. Görev süresi beş yıl ile sınırlandırıldığı takdirde 28 Ağustos 2012’de görevi sona erecek. 7 yıl olarak belirlendiği takdirde ise 28 Ağustos 2014 tarihinde cumhurbaşkanlığı sona erecektir.
Recep T. Erdoğan açısından ise durum şudur: AKP tüzüğünün 132. Maddesi şöyledir: “Ak Parti listelerinden aday gösterilip seçilmiş olan belediye başkanları ve milletvekilleri, en fazla üç dönem aday gösterilebilir.” Bu maddeye göre Tayyip Erdoğan son olarak 2011 seçimlerinde de milletvekili adayı olabilecek ve 4 yıl parlamentoda kalabilecektir. Yani 2015 yılında yapılacak olan milletvekili seçimlerinde aday olamayacaktır. Milletvekili olamadığı zaman Başbakan da olamayacaktır. Çünkü anayasanın 109. Maddesinin ikinci fıkrasında “Başbakan Cumhurbaşkanınca Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri arasından atanır” denilmektedir. Anayasanın bu maddesine göre milletvekili olamadığı sürece Erdoğan’ın başbakan olması da mümkün değildir. Buna göre cumhurbaşkanı olamadığı takdirde Recep Erdoğan ancak 4 yıl daha başbakanlık koltuğunda oturabilecektir. Bunun için Recep Erdoğan Cumhurbaşkanı olmak için bütün gücü ile çalışacaktır. İstanbul Büyükşehir belediye başkanı olmadan önceki dönemde yapılan milletvekili seçimlerinde Refah Partisi başkanı Erbakan tarafından aday gösterilmediğinde hüngür hüngür ağlayan Recep Erdoğan’da aşırı bir hırs bulunmaktadır. Bu hırsını Cumhurbaşkanlığı veya Başkanlık konusunda da sonuna kadar göstereceği şüphesizdir.
Bu nedenledir ki Recep Erdoğan 2011 seçimlerine daha büyük bir hırs ve çaba ile çalışacaktır. Çünkü seçimlerden elde edeceği sonuçlara göre Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı ile ilgili süre hakkında karar verecektir. Seçimlerden elde edeceği sonuca, meclisteki milletvekili sayısına göre; yeni bir anayasa hazırlanması konusundaki hazırlıkların zamanına ve içeriğine karar verecektir. Muhtemel sonuçlara göre Başbakan Recep Erdoğan’ın tavrı şu şekilde olacaktır:
Şu andaki gelişmelere ve Recep Erdoğan’ın tavırlarına bakıldığı zaman, onun 2011 seçimlerinden başarı ile çıkacağı kuvvetle muhtemel gözükmektedir. 2011 seçimlerinde Erdoğan liderliğindeki Ak Parti %50’ler civarında oy alabildiği takdirde süratle anayasa değişikliği çalışmalarını başlatacak ve Anayasa oylaması ile birlikte tam veya yarı Başkanlık sistemi çerçevesinde Abdullah Gül’ün beş yıllık görev süresinin dolmasının ardından Erdoğan’da Başkanlık koltuğuna oturacaktır.
Seçimlerden elde edeceği oy oranının %40 veya bunun altında gerçekleşecek olursa –ki buna bağlı olarak milletvekili sayısı da değişecektir- anayasa değişikliği çalışmalarında tam veya yarı Başkanlık sistemi konusunda bir değişiklik yapılmayacak, bunun yerine Cumhurbaşkanının görev ve yetkileri bağlamında yeni düzenlemelere gidilecektir. Buna bağlı olarak da Abdullah Gül’ün görev süresini beş yıl ile sınırlandırmaya karar verecek ve 2012 Eylül ayından itibaren de Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturacaktır.
Cumhurbaşkanlığı mı Yoksa Başkanlık Sistemi mi?
Türkiye’nin Başkanlık sistemine geçip geçmemesi meselesinde de Recep Erdoğan’ın belirleyici olacağı görülmektedir. Amerika’nın Türkiye’ye bakışına ve Başkanlık sistemini kendi çıkarları için uygun bulup bulmamasına göre anayasa değişikliği ile birlikte Başkanlık sistemi benzeri bir sisteme geçilecektir. Şu anda meclis anayasa komisyonu başkanı Burhan Kuzu’nun Başkanlık sistemi hakkındaki düşünceleri şu şekildedir: “Benim yıllardır üzerinde çalıştığım model, ABD'deki sistemden farklı. Ben Fransa'da uygulanan yarı Başkanlık sistemiyle ABD'de uygulanan tam Başkanlık sisteminin karması bir modelden yanayım. Bilindiği gibi Fransa'da eyalet sistemi yok. Ancak Fransa'daki Başkanlık sisteminde, başkanın yetkileri ABD'deki kadar geniş değil. Orada başkanın yanı sıra başbakan da var ve üniter yapı korunuyor. ABD'de ise eyalet yapısı üzerine kurulu tam Başkanlık sistemi uygulanıyor… Bu modeli AK Parti milletvekili olarak değil, bir bilim adamı olarak dile getirdim. Bu yönde bir çalışma yapmam konusunda partimden herhangi bir görev verilmedi. Ancak Sayın Başbakan'ın benim adımı vererek yaptığı açıklamalar, kendisinin de bu modele sıcak baktığına işaret ediyor.”
Netice olarak 2011 Haziran ayında yapılacak olan seçimlerden sonra hızlı bir şekilde yeni bir anayasa hazırlanması çalışmalarına başlanacak ve tahminen bir yıl içerisinde de bu çalışma tamamlanacaktır. Yeni anayasa hazırlıklarının tamamlanması, Abdullah Gül’ün görev süresinin beş yıl sonra dolması ile aynı tarihlere yani 28 Ağustos 2012 tarihlerine denk getirilecektir. Yeni anayasa çalışmaları öngörülen süre içerisinde tamamlanabildiği takdirde Abdullah Gül’ün görev süresi 2012 Ağustos ayında sona erecektir. Bu tarihe yetiştirilemediği takdirde ise Abdullah Gül’ün görev süresinin 2014 yılı Ağustos ayına kadar uzatılabilecek yani yedi yıl olacaktır. Ancak büyük bir ihtimalle Recep Erdoğan bunu 2012 Ağustos ayına kadar tamamlamaya çalışacaktır. Bu durumda da Recep Erdoğan parti tüzüğü gereğince üç dönem milletvekili buna bağlı olarak da başbakan olma süresini neredeyse tamamlamış olacaktır. Dolayısıyla önümüzdeki yıllarda Türkiye büyük bir ihtimalle Başkanlık sistemine veya Burhan Kuzu’nun kafasında var olan bir sisteme geçecektir.
Abdullah Gül ve Recep Erdoğan’ın ABD nezdindeki konumu nedir? Amerika’nın bunlara bakışı nasıldır? Bunlar hakkında bir tercihi var mıdır?
Amerika açısından Recep Erdoğan ve Abdullah Gül arasında bir değerlendirmeyi kendi içerisindeki birtakım unsurlar belirleyici olmaktadır. Bu unsurların bir kısmı her ikisinin kişisel özellikleri ile alakalıdır. Recep Erdoğan sert duruşu, dik kafalılığı, sözünü açıktan söyleyen bir yapıda olması nedeniyle Amerika açısından olumlu ve olumsuz tarafları vardır. Amerika açısından olumlu yönü şudur: Amerikan çıkarları için elverişli olan bir husus ne kadar riskli olursa olsun, ne kadar tehlikeleri barındırıyor olursa olsun aklına uygun olduğu zaman Recep Erdoğan onu uygulamaktan hiçbir zaman çekinmez. Olumsuz yönü ise aklına koyduğunu yapma hususunda dik kafalı bir yapıya sahip olmasıdır. Yani bazı tavırlarıyla Erdoğan zaman zaman kontrol edilemez, davranışları tahmin edilemez bir hal ortaya koymaktadır. “İsrail”e karşı tavırlarında olduğu gibi Amerika’nın vur dediğini daha da ileri götürmekte, öldürmektedir. Bu yönüyle Amerika’nın istediği bazı hususları, istemediği için uygulamayabilir.
Abdullah Gül ise Recep Erdoğan’a göre daha fazla pragmatist bir düşünceye sahip olduğundan riskli ve sıkıntılı konularda Amerikan planlarının infazında beklenen performansı gösteremez. Bu yönüyle de tercih edilmeyebilir. Ancak Erdoğan kadar sert ve açık sözlü olmadığı, pragmatist düşündüğü için kendine özgü kesin ve net çizgileri olmaması nedeniyle Amerika açısından tercih edilebilir. Abdullah Gül, Recep Erdoğan’ın tersine duygu ve düşüncelerine hâkim olabilmekte, bunları her zaman ifşa etmemektedir.
Toplum nezdinde büyük bir popülariteyi yakalamış olması nedeniyle bir anlamda Amerika Erdoğan’a mecburdur. Yani Başkanlık sistemi diyebileceğimiz bir sisteme geçilmesi halinde Recep Erdoğan’ın tüm adaylar içerisinde en fazla oyu alabileceği kuvvetle muhtemeldir. Bu açıdan Amerika Erdoğan’a bir anlamda mecburdur. Fakat Amerika onu etrafında var olan akıl hocaları ve başka unsurlar aracılığıyla kendi isteklerine göre şekillendirmektedir. Bunların bir kısmında başarılı olabileceği gibi bir kısmında da başarılı olamayacaktır. Abdullah Gül’ün toplum içerisindeki popülaritesi, beğenilirliği Erdoğan’la aynı olması halinde ise Amerika’nın tercihi Abdullah Gül’den yana olur.
Cumhurbaşkanlığı veya Başkanlık konusunda Ocak ayının son ve Şubat ayının ilk günlerinde her iki tarafın açıklamalarında da görüldüğü gibi Abdullah Gül ile Tayyip Erdoğan arasında artık yavaş yavaş su yüzüne vuran bir yarış ve bakış açılarındaki farklılıklar dikkati çekmektedir. Abdullah Gül Cumhurbaşkanlığına ikinci bir defa daha seçilebilmek için gerek yurt içi gerekse yurt dışı seyahatlerini sıklaştırmakta, bu güne kadar görülen Cumhurbaşkanları portresinden daha başka bir görünüm ortaya koymaktadır. Abdullah Gül’ün bu hareketliliğinin, ikinci defa cumhurbaşkanı seçilme hedefli olduğunu düşünüyoruz. Zira anayasaya göre Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi gerekmektedir. Bunun için ise Cumhurbaşkanı adayının halk nezdinde belli bir beğenilirliği elde etmesi kaçınılmazdır.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde önemli bir nokta da Amerika ve Pensilvanya’nın tavrının nasıl olacağı, kimi tercih edip destekleyeceğidir. Şu ana kadarki gelişmelere bakıldığında tercih Abdullah Gül’den yana gibi gözükmektedir. Ancak şu aşamada çok kesin bir şey söylemek mümkün olmamakla birlikte, bu tercihin kesinleşmesi şu anda devam etmekte olan Ergenekon davaları ve buna bağlı olarak yürütülen operasyonların gelişimine bağlıdır. Bunun anlamı şudur: Ergenekon adı verilen bu operasyonlar ve bununla bağlantılı hususlar Amerika’nın beklediği ve elde etmek istediği bir şekilde gelişirse, yani Amerika özellikle ordu içerisinde beklediği başarıyı sağlar ve gücü elde ederse, bu durumda Recep Erdoğan’a ihtiyacı kalmayacağı için Abdullah Gül’den yana tercihini koyabilir. Aksi halde ise ibre Erdoğan’dan yana gözükmektedir.
Şu andaki gelişmelere bakıldığında ise Ergenekon operasyonları ve buna bağlı gelişmelerin Amerika’yı mutmain kılacak bir noktaya gelmesinin birkaç yıllık bir süreyi alabileceği görülmektedir. Bu yönüyle ise Tayyip Erdoğan’ın başbakanlık koltuğunda yaklaşık dört yıl daha oturması, buna bağlı olarak da Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün görev süresinin de yedi yıla çıkarılması gerekecektir. Başkanlık sistemi ile ilgili gelişmeler de buna bağlı olarak şekillenecektir.
Ancak Amerika’nın bakışı nasıl olursa olsun günümüz Türkiye’sinin içerisinde bulunduğu şartlar dikkate alındığında, ister Cumhurbaşkanı olarak olsun isterse Başkanlık sistemi gibi bir sistem olsun bu koltuklara Erdoğan’ın oturması daha kuvvetli görülmektedir.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış