Hilafet-i Raşide, imanımızın önümüze koyduğu bir çaredir. İman, bütün zamanların ve mekânların farzı evvelidir. İmanın önüne hiçbir şey geçemez ve geçirilemez. Hilafet imandan daha mühim değildir. Ancak hilafet imandan sonra gelen imanın ilk amir hükmüdür. Rabbimiz buyuruyor:
“Sizin içinizden hayra davet eden ümmet olsun ve mârufla
emretsin ve münkerden nehyetsin (men etsin). İşte onlar, onlar felâha
erenlerdir.”[1]
Bu ayet-i kerime’de
geçen “Ümmet” kavramından murad, bir ümmet-i imamettir. Bakınız bu hususta M.
Hamdi Yazır (Rh.a.) şöyle diyor:
“Hayra davet ve emir bi’l ma’ruf, nehiy ani’l münker yapacak
bir ümmet ve imamet teşkili Müslümanların ba’del iman/imandan sonra ilk farizai
diniyyeleridir. Bu farizayı eda edebilen Müslümanla ki, “Onlar felaha erenlerin ta kendileridir” hükmii
celili mucebince felahı kâmile mazhar olurlar.”[2]
Hilafet-i Raşide,
ümmet-i vahidenin vazgeçilemez şer’i remzidir. Hilafet-i Raşide giderse, ümmet
dağılır, vahdet tarihe gömülür. Nitekim “Hilafetin İlgası”ndan sonra İslâm
âlemi, imamesi kopmuş tespih taneleri gibi, şirazesi dağılmış bir kitabın
sahifeleri gibi darmadağınık olmuştur. Raşid Halifelik olmazsa İslâm âlemi
birleşemez, Müslümanlar esaretten ve zilletten kurtulamaz, İslâm toprakları iç
ve dış sömürgecilerin tasallutundan kurtarılamaz, Ahkâm-ı şeriyye tenfiz
edilemez, ikame-i adalet gerçekleşemez, akıl, din, can mal ırz inanç neseb
güvenliği sağlanamaz.
Yeryüzünde karıncaların,
arıların, sürü halinde yaşayan hayvanların bile bir reisi varken; Katoliklerin
Papası, Musevîlerin Hahambaşısı, Ortodoksların Patriği, Masonların Üstad-ı
Âzam’ı varken, Vahid ve Ehad olan Allah’a iman etmiş Müslümanların bir
İmamlarının, Halifelerinin olmaması, bir kıyamet alâmetidir. Sadece bir kıyamet
alâmeti değil, aynı zamanda Müslümanların esaretlerinin de alâmetidir. Çünkü
Şer’i nasslar, bilgiler, belgeler dikkatlice incelendiğinde görülecektir ki;
İslâm’da halifesiz Müslümanlar esirlerden sayılmışlardır. Müslüman oldukları
halde Hilafet-i Raşide’nin gereksizliğine inanan, Halifesizliğe razı olan kişi
ve kimseler; sadece esir değil, aynı zamanda küfrün köleleridir.
İslâm dininde “hukukta
şeriat, idarede hilafet” esası aslidir. Bu esası asliden vazgeçildiği andan
itibaren Şeriatullah yürürlükten kalkar, adaletin yerine zulüm ikame olunur.
Şeyhülislâm Mustafa Sabrî (Rh.a.)’in tesbitine göre, Müslümanları hilafetsiz ve
halifesiz bırakmak, onları İslâm’sız bırakmaktır. Nitekim şöyle diyor:
“Memleketin maslahatı
için hilafeti hükümetten ayırmak, memleketin maslahatı için İslâm dinini değiştirmek
gibidir. Bu apaçık bir dalalettir. Bu dalalet, bizim ile Kemalistler arasındaki
bütün ihtilafların aslıdır.”[3]
Hilafeti ilga edenlerden
hesap sormak, biz Müslümanlar için ölene dek vazgeçemeyeceğimiz din
müdafaasındandır. Çünkü Hilafeti müdafaa etmek, dini müdafaa etmektir. Hilafet,
dinullah’ın bir bütün halinde ikame olunmasıdır. Hilafet müdafaasından
vazgeçmek, din müdafaasından vazgeçmek demektir.
Katoliklerin Papası,
Tibet Budistlerinin Dalay Laması, Masonların Üstad-Âzamı, Anglikanların Canterbury
Başpiskoposu, Musevilerin Sefarad ve Eşkenaz Başhahamları olmasaydı yine bizim
Halifemiz olacaktı. Müslümanların başında bir Halifenin bulunmasına bunların
başlarında bulunanları gerekçe ve delil olarak gösterenler, cahil ve gafil
değillerse, büyük bir dalaletin içindedirler. Katoliklerin Papası olmuş veya
olmamış, Masonların Üstad-ı Âzamı olmuş veya olmamış hiç önemli değildir. Ama
önemli ve gerekli, vazgeçilmez olan Müslümanların halifesidir. Müslümanların
Ehl-i Hal ve Akd meclisinin şura ile seçip Bey’at ettiği âbid, âdil, sâlih,
fazıl, muttaki, firasetli, ehliyetli, liyakatli, dirayetli Raşid Hilafeleri
mutlaka olacaktır. Ayrıca Müslümanların başında bulunması gereken Raşid
Halife’yi, Katoliklerin Papasına, Tibet Budistlerinin Dalay Lamasına,
Masonların Üstad-Âzamına benzetmek de büyük bir hatadır. İcra-i Ahkâm-ı Şeriat
ve İkame-i Adalet için var olan Halife-i Müslimin bunlarla mukayese edilmez.
Bil ki; İslâm dini; küfrü ve nifakı ne ölçüde tehlikeli bulmuş ve yasaklamışsa, toplum hayatında halifesiz kalmanın neticesinde meydana gelen kargaşayı da o ölçüde tehlikeli bulmuştur. Bazı âlimler “Zalim bir hükümdarın emrinde geçen altmış yıl, hükümdarsız geçen tek bir geceden daha hayırlıdır”[4] demişlerdir. Siyasi vekâlet; en küçük toplum birimine kadar, her yerde aynı öneme haizdir. Ebû Said El Hudri (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Resûl-i Ekrem (s.a.s.)
“Üç kişi sefere çıkarlarsa, mutlaka içlerinden birini emir (imam) tayin etsinler”[5] emrini vermiştir. En küçüğünden en büyüğüne kadar bütün toplumları; ihtilâftan, çekişmekten, zaman ve güç kaybından kurtarıp birlikte ve süratle hareket etme imkânına kavuşmalarının yegâne prensibi budur. Ayrıca “İmamet-i Suğra” ve “İmamet-i Kübra” arasındaki farkı kavramakla mükellefiz. Hevâ ve heveslerine göre yaşayan kimseler, hesap günü şuurundan hızla uzaklaşma ve imtihanı kaybetme durumundadırlar. Şunu bilelim ki; Hilafetsiz ve Halifesiz hayat gayr-i meşrudur. Rasûlüllah (sav) buyuruyor:
“Dünyanın ücra köşesinde bile olsa, üç kişinin
içlerinden birini kendilerine emir tayin etmeden yaşamaları helâl olmaz.”[6]
Asrımızda Müslümanlar
olarak Moğol İstilasının olduğu bir dönemi yeniden yaşıyoruz. Moğol İstilasında
Ümmet üç yıl halifesiz kalmıştı. Yani 1268-1271 yılları arasında Hilafet
Merkezi dağıtılmıştı ve 3 yıl halifesiz yaşamışlardı. Şimdi dünya üzerinde
Müslümanların halifesiz geçirdiği dönem 90 sene oldu. Hatta birçok fıkıh
kitaplarında der ki, bir halife öldüğü zaman diğer halifenin aynı gün seçilmesi
lazım. Onun için bazı akaid kitaplarında bir günün geçmesi bile caiz değil diye
söylenmiştir.
Hz. Muhammed (sav)’in
vefatından sonra Müslümanlara dini, idari, askeri, ekonomik ve sosyal konularda
öncülük edecek bir şahsın bizzat Peygamber Efendimiz tarafından belirlenmemiş
olması, Ashabı İslâm toplumuna başkanlık edecek “halife”yi seçip, ona bey’at
etme problemiyle karşı karşıya bırakmıştı. Peygamberlik makamı insanın günlük
hayatı ile ilgili bütün konular hakkında düzenlemelerde bulunmayı
gerektirmekteydi. Peygamber Efendimiz insanlara Allah'ın rızasına uygun yaşam
standartlarını öğretmekteydi. Müslümanlar arasında vaki olan hukuki ihtilafları
çözmüş, itikadi konularda açıklamalarda bulunmuş, ahlaki prensipler vazederek
Müslümanlara hem örnek olmuş, hem de onları eğitmiştir. Peygamber Efendimizin
vefatından sonra Müslümanlara öncülük edecek bir şahsın seçilmesi zarureti
ortaya çıkmıştı. Hilafet; dini uygulamada Rasûlüllah (sav)’e vekâlettir.[7]
Halife, Müslümanları sadece ve sadece Allah’ın diniyle idare eden kimsedir.
Müslümanlara başkanlık edecek bu şahıslar İslâm tarihinde “halife” ismiyle anılacaktır.
Hilafet kurumunun başında yer alan şahıslara halife, imam, emir'ül mü'minin
gibi isimler verilmiştir. Allame İbn-i Haldun (Rh.a.) der ki:
“Uhrevî maslahatlarla
ilgili olan dünyevî maslahatlar konusunda şer’i esaslara göre tüm insanları
sevkü idare etmektir. Zira dünya ahvalinin hepsi Şari katında ahiret
maslahatına yöneliktir. Gerçekte imamet, dini korumada ve dünyayı din ile idare
etmede şeriat sahibine vekâlet etmektir.”[8]
Dolayısıyla Hilafet-i
Raşide; dünyayı hevâ ve hevesle değil, din ile idare etmektir. Bu husus kesinti
kabul etmez. Bundan ötürüdür ki; Peygamber Efendimizin vefatından sonra İslâm
toplumundaki birlik ve beraberliğin, sosyal adalet dengesinin, sağlam itikadi
yapının bozulmaması için Müslümanlara öncülük edecek bir şahsa “bey’at” etme
maksadıyla Sahabeler arasında çalışmalar başlamıştı. Henüz Peygamberimizin
naaşı defnedilmeden önce Ensar’dan bazı kimseler Hazrec Kabilesi reisi Sa'd b.
Ubade'ye biat etmek üzere harekete geçmişlerdi. Toplantıyı haber alan Hz. Ebu
Bekir'in, Hz. Ömer'in ve Ebu Ubeyde b. Cerrah'ın katılması ile toplantının
seyri değişmiş ve yapılan müzakereler sonucunda Hz. Ebu Bekir'e bey’at
edilmiştir. İslâm tarihindeki bu ilk
bey’at ileriki dönemlerde, halifenin kamuoyu nezdinde meşruiyet kazanabilmesi
için Müslümanların veya onların ileri gelenlerinin desteğini almasının şart
olduğu fikrinin kaynağını ve gerekçesini oluşturmuştur. Rasûlüllah
(sav)’in vefatından sonra Müslümanlar, İslâm düzeni içerisinde kendilerini
idare edecek Kur’ân ve Sünnete göre yönetecek kimseye şiddetle ihtiyaç
duydular. Rasûlüllah (sav)’i örnek almak, sünnetine uymak; Müslümanları tek bir
yönetim altında birleştirmeyi, hepsini kapsayacak tek bir devleti ayakta
tutmayı gerekli kılıyordu.[9]
Dolayısıyla Halifenin vacibliği, terkine hiçbir yol olmayan şeriattın
zaruriyatındandır.[10]
Hilafetin ilgası, Kur’ân’ın, İslâm’ın, Şeriatın ilgası anlamına gelir.
Hilafet-i Raşide;
Siyaset-i Şeriyye yani Şeriatullah ile mukayyed olan siyasetin etrafında
toplanıp aileyi, cemiyeti ve devleti Allah’ın indirdiği hükümlerle idare
etmektir. Hilafet-i Raşide’nin maksadı; İslâm’ı dünyaya hâkim kılmak, dünyayı
bir tek İslâm ile idare etmektir. Buna razı olmayanın imanı olmaz.
Hududullah dahilinde hükmüllah
üzere yani Şeriatullah’ın belirlendiği şekilde yeryüzünde Allah'ın emrini
uygulamak, marufu emretmek, münkeri nehyetmektir. Her marufu emretmek, her
hayır ve yüceliği yaymak, Raşid Hilafetin asli misyonundandır. İbni Teymiye
(r.h.) diyor ki:
“İslâm idarelerinin
bütününün maksadı, marufu emretmek ve münkerden nehyetmektir. Allah'ın, bizi
ümmetler arasında en üstün kılmasındaki sebep de işte bu iki görevdir. Marufu
emir ve münkeri nehiy. Marufun temeli iman, münkerin temeli şirkdir. Demek ki
mü'minler olarak bizler, imanı hâkim, şirki mahkûm kılmakla görevliyiz.
Halifeden, idareden, yönetimden ve cihaddan maksat da budur.”[11]
Kemaleddin İbnu'l-Hümâm
(r.h.)'ın dediği gibi:
“Mü'minlerin kendi
içlerinden imam seçmelerinin sebebi İslâm'ın hükümlerini hakkı ile edâ etmek
içindir. Yani kulların Cenabı Hakk'a itaat etmeyi tam yapabilmesi için,
itaatlarda ihlas, sünnetleri ihya ve bid’atları öldürme gibi emrolunan bir
tarzda dini, hâkim kılmaktır.”[12]
Dikkat edilirse
Hilafet-i Raşide; gaye değil, Allah’ın dinini hayatın bütün kademelerine
karelerine hakim kılmak ve uygulamak için nebevi bir vasıtadır. Hilafet-i
Raşide’yi özelde ümmetine genelde insanlığa çaresizliğin çaresi olarak gösteren
bizzat Hz. Muhammed (sav)’dir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) bir hadis-i
şerifinde şöyle buyuruyor:
مَنْ يعشْ مِنْكُمْ بَعْدِى فسَيَرى اخْتِفاً
كَثِيراً، فَعَلَيْكُمْ بِسُنّتِى وَسُنةِ الخلفاءِ الراشِدينَ المهدِيينَ
تَمَسّكُوا بِهَا وَعَضُّوا عَلَيْهَا بالنواجذ، وإياكمْ ومحدَثاتِ ا‘مورِ فإنّ
كلَّ محدَثةٍ بدعةٌ، وكلَّ بدعةٍ ضَلَةٌ
“Sizden kim yaşarsa çok ihtilaf görecektir. Size
vacip olan benim sünnetim ve hidayette olan Raşid Halifelerimin sünnetine
uymanızdır. Bu sünnetlere tutunun ve azı dişlerinizle ısırırcasına bunlara sıkı
sıkı sarılın. Dinde sonradan uydurulan işlerden sakının, sonradan çıkarılan şey
bidattir. Ve her bidat sapıklıktır.”[13]
Bu hadis-i şeriften açıkça anlıyoruz ki; İslâm ümmeti tefrika ve ihtilafa düştüğünde; Müslümanlar birbiriyle çekiştiğinde, problemlerin çokluğu ve çözümsüzlüğü karşısında çaresizleştiğinde başvuracakları yegâne meşru çare, el-Hilafet-ü Raşide’dir. Hilâfet-i Raşide, “Din ve dünya işlerinde hududullah dâhilinde ve hükmüllah üzere umumî riyaset!” anlamına gelmektedir. Hilafet-i Raşide, dinin işçiliği, ümmetin bekçiliğidir. Başka bir ifadeyle Rasûlüllah (sav)’in hükümetine, siyasetine naipliktir. Yani Hilafet-i Raşide; “Sünneti ihya, Bid’atı imha” otoritesidir. Bid’atlerin sünnetlerin yerini alması, hilafetsiz ve halifesiz günlere tekabül etmektedir. Müslümanların birbirlerinin kanlarını dökmeyi helal görmeleri ve fiilen birbirlerini bitirmeye çalışmaları, Allah’ın indirdiği hükümlerle hüküm eden İmamlar/Halifeler, idareciler yerine beşeri hükümlerle hükmeden İmamlara/İdarecileri bağlı ve bağımlı yaşamalarındandır. Rasûlüllah (sav) buyuruyor:
“Bir milletin idarecileri Allah’ın kitabı ile
hükmetmedikleri ve Allah’ın indirdiği hükümlerden işlerine geleni seçtikleri
zaman; Allah onların azabını kendi içlerinden verir. Onları aralarındaki fitne,
fesat ve anarşiyle cezalandırır.”[14]
İslâm ümmetinin
çaresizliğinin sebebi; Kur’ân’la sevkü idare etmeyen idareciler, devlet başkanlarıdır.
Müslümanları Kur’ân’la sevkü idare etmeyenler halife değil, birer haydutturlar.
Haydutlardan Müslümanlara halife olmaz.
Asrımızda insanları
birbirlerinin kurdları haline getirenler, Ümmet-i Vahide yani tek ümmet olması
gereken Müslümanları bin parçalı hale getirip birbirlerine düşman edenler,
Hilafeti ilga edenlerdir. Hilafetin ilgası; insanlığa ve Müslümanlığa en büyük
ihanettir.
Hilafetin ilgası; Allahû
Teâla tarafından indirilmiş dinin karşısına dikilip din uyduran ve din üretenlerin
bayramıdır. Hilafetin ilgası; Uydurulmuş
Dine uyanların, Üretilmiş Din peşinde koşanların zaferidir. Halife, ümmet birliğini temsil eder.
Müslümanların ümmet-i vahide olmaları tek halifeye bey’at etmeleriyle
gerçekleşir. Hilafet; hem dünyevî, hem de dinî bir riyasettir. Bu riyasete
sahip olmayanların vahdetleri olmaz. Bu nedenle diyoruz ki; biz Müslümanlar
için asıl mesele dinimiz hayatımıza sultan olsun. İtaat ettiğimiz Sultanlarımız
da bir tek dinimize uysun.
[1]
Âli İmran Suresi 104
[2]
Hak Dini Kur’ân Dili (M. Hamdi Yazır) C:2, Sh: 1155, İst/ 1971
[3]
en-Nekir alâ Münkirî'n –Ni'meti mine'd-Dinî ve'l Hılâfe ve'l Ümme (Şeyhülislâm
Mustafa Sabrî) Sh: 17, Beyrut/ 1342
[4]
İbn-i Teymiyye El Harrani-Es Siyasetu'ş Şer'iyye, Sh: 139, Beyrut/ty.
[5]
Sünen-i Ebû Davud, K. Cihad: 80
[6]
El- Müsned (Ahmed b. Hanbel ) C:2, Sh:
177, Beyrut/ty.
[7]
El Akaidü’n Nesefiyye, Sh: 179, Şireketü Safhatü Osmaniyye/H.1326
[8]
El- Mukaddime (İbn-i Haldun) Sh: 190, Meke/ H. 1398
[9]
El-İslâmu ve Evdauna’s Siyasiyye (Abdülkadir Udeh) Sh: 127, Beyrut/ty.
[10]
El- İktisadu Fi’l İtikad (İmam Gazali) Sh: 199, Mısır/ 1393
[11]
El-Hisbe, ( İbni Teymiye) Sh: 14, Beyrut/ty.
[12]
El-Müsamere, El-Kemal b. Ebi Şerif fi şerhi'l-Müsayere, el-kemal b. Hümâm fi
ılmı'1-kelam, Sh: 265, Bulak-Mısır/1317
[13]
Sünen-i Tirmizi,ilim: 16, H. no. Hasen hadis diyor, 2676,5/44, Ebû Davud, süne:
5, Avnu'I-Ma'büd 12/359 ibnu Mâce, Mukaddime 6, h.No. 42 1/15, Ahmed 4/126,
Darimi Mukaddime 6, Ebû Nuaym diyor ki: Hadis Ceyyid. Camiu'1-Ulüm ve'I-Hikem
Sh: 243 e bak.
[14]
Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l Fiten: 22
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış