14 Ağustos 2001
tarihinde kurulan, 3 Kasım 2002 tarihinde yapılan ilk Milletvekili Genel
Seçimlerinden %34 oy alarak birinci parti çıkan ve iktidar olan AK Parti’yi,
Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Muhafazakâr Demokrat” parti olarak
tanımladı. Kendisini böyle tanımlıyor olmasına rağmen AK Parti’yi “İslâmcı bir
parti”, genel başkan ve yöneticilerini “İslâmcı” gören ya da görmek isteyenler
hep oldu. AK Parti’nin 20 yıldır iktidarını korumasında bu tutumun (algının)
büyük payı var tabii ki... Bu algının Türkiye’deki siyasi karşılığını
değerlendirmeden önce AK Parti’nin kuruluş sürecini kısa tarihi ile
hatırlatmakta fayda var.
AK Parti Nasıl Kuruldu?
Genel olarak ilk
kurulduğu dönemde AK Parti kadrosuna baktığımızda ana isimlerin, “Milli Görüş”
çizgisinden yani Erbakan’ın Refah Partisi’nden kopup gelmiş kişiler olduğunu
görüyoruz. Partinin “Milli Görüş” hareketinin devamı olmadığını parti
kadrosunda bulunan, Ali Coşkun, Vecdi Gönül, Cemil Çiçek, Ömer Çelik, Cüneyt
Zapsu, Burhan Kuzu ve daha sayacağımız onlarca isimden de anlayabiliyoruz.
Türkiye bir taraftan o dönem Refah Partisi’nden İstanbul Büyükşehir Belediye
Başkanı olan ve Siirt’te şiir okuduğu için hakkında yargılama başlatılan Recep
Tayyip Erdoğan’ın siyasi yükselişini konuşurken diğer yandan Anayasa
Mahkemesi’nin Refah Partisi hakkında verdiği kapatılma kararını konuşuyordu. 16
Ocak 1998’de kapatılan Refah Partisi’nin yerine Fazilet Partisi kuruldu ve Erdoğan
cezaevindeyken Fazilet Partisi içinde “yenilikçiler” ve “gelenekçiler”
ayrışması başladı. Fazilet Partisi’nin 14 Mayıs 2000’deki kongresinde “Yenilikçiler”
Abdullah Gül’ü desteklediler. Ancak o dönem parti teşkilatında çalışan Ayhan
Sefer Üstün’ün yıllar sonra yaptığı açıklamadan öğreniyoruz ki, Erdoğan,
kongrede İstanbul delegeleri üzerinden Abdullah Gül’ü değil Recai Kutan’ı
desteklemiş. Erdoğan bu şekilde yeni ve farklı siyasi kodlar ile kurulacak AK
Parti’nin önündeki engelleri tek tek kaldırmış. Kongrede 521’e karşı 633 oy ile
parti başkanlığını Recai Kutan kazanıyor, lakin bir süre sonra Fazilet Partisi
de kapatılıyor. Bunun üzerine parti içindeki Yenilikçi kanat yeni bir parti
kurma kararı alıyor ve 14 Ağustos 2001 tarihinde AK Parti kuruluyor.
AK Parti, 1990’lı
yılların sonunda yaşanan 28 Şubat süreci, başörtüsü ve imam hatipler meselesi gündemleri
ile mağdur olmuş muhafazakâr İslâmi kesimin şaşkınlık içinde çare ve çözüm yolu
aradığı dönemde kurulmuş bir partidir. Aynı şekilde AK Parti, 19 Şubat 2001
tarihinde Milli Güvenlik Kurulu Toplantısı’nda dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’e
Anayasa kitapçığının fırlatılması ile başlayan büyük ekonomik kriz sonrası
halkın bu krizden kurtuluş reçetesi aradığı bir dönemde kurulmuş bir partidir.
Dolayısıyla AK Parti, hem önceki iktidarların baskıları altında ezilmiş ve
sıkışmış muhafazakâr İslâmi kesimin, hem de ekonomik krizden etkilenen halkın
beklentilerine çare ve çözüm olma vaadiyle kurulmuş bir partidir.
İlk genel
seçimlerde %34 oy alarak birinci parti çıkan AK Parti, iktidar koltuğuna
oturduktan sonra Türkiye siyasetinde kendine daha güçlü yer edinmeye ve aynı
zamanda siyasete yön vermeye başladı. Kendini muhafazakâr demokrat kimlik ile
tanıtan parti, merkez sağ düşünceyi savunanlar, liberal düşünceyi savunanlar,
ılımlı İslâm düşüncesini savunanlar ve hatta mutedil sol düşünceye sahip
siyasetçilerle bile çalıştı. AK Parti muhafazakârlık ve demokrasi kavramlarını
dilinden bu süreçte hiç düşürmedi. Başörtüsü yasaklarının toplumsal mutabakat
zemini içerisinde bir “çözüme” kavuşmasını da, imam hatip ve meslek liselerine
yönelik katsayı haksızlığını bitirmeyi de muhafazakârlık ve demokrasi
söylemleri ile hal yoluna koydu.
AK Parti ve Muhafazakârlık
AK Parti’yi
ideolojik siyasi kimliğine bakmadan önce muhafazakârlık kavramının Türkiye
izdüşümüne kısaca bakmakta fayda var. Avrupa’da muhafazakârlık (conservatizm)
ideolojik bir düşünce, sosyal ve siyasal bir fikir akımı olarak ortaya çıkmış
olsa da Türkiye’de bu yönü ile doğmamıştır. Aksine muhafazakârlık katı baskıcı
devlet politikalarına karşı tepkisel bir yaklaşım olarak ortaya çıkmıştır. Bu
tepki Cumhuriyet’e yönelik bir tepkidir. Saltanat ve Hilâfet’in kaldırılması
sonrası Batı kültürüne uyumlu devrim inkılaplarına, tekke ve zaviyelerin
kapatılmasına, harf devrimi ile Arapçanın yasaklanmasına, kılık kıyafet kanunu
ile Batılılaşmanın hızla yayılmasına yönelik bir tepkidir. Yine bu tepki, tek
parti döneminin baskıcı uygulamalarına, darbe dönemlerindeki sıkıyönetim
uygulamalarına ve 28 Şubat süreci uygulamalarına yönelik ortaya çıkan bir
tepkidir.
Türkiye siyasi
tarihinde özellikle 1950’li yıllardan sonra Demokrat Parti ile ivme kazanan muhafazakâr
siyasal tutumda dikkat çeken bir noktayı görüyoruz. Tek parti döneminden sonra
Türkiye siyasetinde etkin olan muhafazakâr partilerin (Demokrat Parti, Adalet
Partisi, ANAP ve AK Parti) -ki, MNP-MSP-Refah Partisi’ni de bu kapsamda
değerlendirebiliriz- hepsinin kuruluşunda tepkisellik barizdir. Bu tepkisellik,
tüm bu partilerin programlarına ve söylemlerine yansımıştır. Tek partili
dönemdeki baskıcı, ayrımcı, ötekileştirici ve düşmanlaştırıcı politikalar
sonrası siyasi atmosferde kurulan bu partiler; demokrasi, halk iradesinin
yönetime yansıması, kalkınma ve adalet söylemleri ile merkez muhafazakâr
çevreye mesaj vererek siyaset yaptılar. Bu partilerin hiçbirisi esaslı bir
sistem eleştirisi yapmadılar, rejimde bir değişiklik istemediler aksine
Cumhuriyete bağlılıklarını ortaya koyarak tek parti dönemindeki devrim
kanunlarının altında ezilen ve patlama noktasına gelen halka mesaj verdiler.
Yine darbe yönetimleri sonrasında da aynı şeyi yaptılar. Nuray Mert, Türkiye’de
muhafazakârlığın doğuşunu, dolayısıyla da muhafazakâr partilerin kuruluş
sürecini şöyle ifade ediyor: “Muhafazakârlık
bir yönüyle, düzeni, eleştiri ve sorgulamanın dışında tutma çabasıdır, diğer
yönüyle de değişimlerin (devrim kanunlarının) toplum üzerinde sarsıcı olmasını
önlemek üzere denge sağlamak için fren mekanizmalarının devreye sokulmasıdır.”[1]
CHP’nin tek parti
iktidarı dönemi sonrasında Adnan Menderes’in kurduğu Adalet Partisi’nin (AP),
Kemalist askerî vesayetin gerçekleştirdiği darbe dönemleri sonrasında Turgut Özal’ın
kurduğu Anavatan Partisi’nin (ANAP) ve 28 Şubat süreci sonrası Recep Tayyip Erdoğan’ın
kurduğu Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) bu işlevi fazlasıyla
gerçekleştirdikleri ortadadır. Buradan hareketle muhafazakâr partilere baktığımızda
hepsinin Kemalist Sol bloktan gelen eleştiri ve sorgulamanın önünü kestiğini ve
Cumhuriyet devrimlerine karşı tepkileri yumuşatmaya, geleneği korumaya
çalıştıklarını söyleyebiliriz.
Örneğin; Erbakan’ın
kurduğu ilk parti olan Milli Nizam Partisi (MNP), parti programında gayesini şu
şekilde açıkladı: “Partimiz
milletimizin fıtratında mevcut olan yüksek ahlak ve faziletin, kuvveden fiile
çıkarılmasını, inkşafını ve cemiyetimize (topluma) nizam, huzur, içtimai adalet
ve vatandaşlarımıza saadet ve selamet getirmesini gaye edinmiştir.”[2]
MNP’nin kapatılması sonrasında kurulan Milli Selamet Partisi’nin (MSP)
programında da benzer ifadeler var. 1946’da kurulan, 1950’de yapılan seçimleri
kazanarak iktidar olan ve siyasetin demokratik bir görüş ve zihniyetle yürütülmesine
hizmet maksadı ile kurulduğunu söyleyen Demokrat Parti ise programında
prensiplerini şöyle sıraladı: “Partimiz,
demokrasi esaslarına en uygun devlet şeklinin Cumhuriyet olduğuna kanidir.”[3]
‘80 darbesi sonrasında kurulan Refah Partisi’nin parti programında ise
partinin gaye ve prensibi şu şekilde açıklandı: “Temel gayemiz, milletimizi çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmaktır.
Partimiz gerçek anlamda demokrasinin kurulmasına ve milli iradenin tecellisine
çalışacaktır. Cumhuriyet idaresinin normal işleyişine mani olabilecek her türlü
uygulama ve düşüncenin karşısındadır.”[4]
Partilerin
programlarına baktığımızda hepsinde Cumhuriyet rejimine bağlılık, demokrasiye
vurgu, milli ve ahlaki değerler üzerinden geleneğin korunması amaç
edinilmiştir. Aynı şey, AK Parti’nin programında da var. AK Parti’nin parti
programının “Giriş” bölümünde Kurucular Kurulu adına hazırlanmış metinde AK
Parti’nin siyasi zemini şu şekilde tarif edilmiş: “Partimiz, Türkiye Cumhuriyeti'nin birlik ve bütünlüğünün, laik,
demokratik, sosyal hukuk devletinin, sivilleşmenin, demokratikleşmenin, inanç
özgürlüğünün ve fırsat eşitliğinin esas kabul edildiği bir zemindir.”[5] Bu tarife baktığımızda AK Parti’nin 28
Şubat sürecinin yaşandığı toplumsal bir zeminde ortaya çıktığını, bu
yaşanmışlıklara karşı tepkisel söylemler geliştirdiğini rahatça söyleyebiliriz.
Ayrıca parti programında zikredilen yukarıdaki ifade AK Parti’nin siyasi
kimliğinde ne yazdığını bize gösterebilir.
Siyasi Kimlik ve AK Parti’nin İslâmcılığı
Nasıl ki kişilerin
sahip oldukları ideolojik, dinî kimlikleri varsa partilerin de aynı şekilde
siyasi kimlikleri var. Kişiler nasıl ki bu kimliklerini düşüncelerine,
duygularına, tutumlarına ve kanaatlerine esas yapıyorlarsa partiler de
programlarına, tüzüklerine, politikalarına, proje ve hedeflerine bu kimliği
esas yapıyorlar. Bu çerçevede şimdi, Recep Tayyip Erdoğan’ın düşünce, duygu,
tutum ve kanaatleri üzerinden siyasi ideolojik kimliğine, aynı şekilde kurucusu
olduğu partinin programı, tüzüğü, 20 yılda uygulamaya koyduğu politikaları,
proje ve hedefleri üzerinden AK Parti’nin siyasi kimliğine bakacağız. Recep
Tayyip Erdoğan, İslâmcı, ümmetçi bir lider mi yoksa cumhuriyetçi, milliyetçi,
demokrat bir lider mi, görelim. AK Parti, İslâmcı bir parti mi yoksa laik,
demokratik, muhafazakâr bir parti mi, bakalım…
AK Parti “İslâmcı” bir parti değildir, çünkü; kuruluş gayesi İslâmi
değildir; kuruluş felsefesi ve referansı İslâm değildir. Bunu hem parti
programlarında hem de yaptıkları açıklamalarda açıkça dile getirdiler.
Siyasetlerinde İslâm’ı referans almadıklarını; özgürlükçü, muhafazakâr demokrat
bir parti olduklarını yani İslâmcı olmadıklarını iç ve dış mihraklara açıkça
deklare ettiler.
Henüz daha AK Parti’nin
kuruluşunun üzerinden bir ay geçmemişti ki, Rusya’nın Ankara Büyükelçisi
Lebedev, Recep Tayyip Erdoğan’ı Yıldız’daki ofisinde ziyaret etmiş ve görüşme
sonrasında “AK Parti’nin Türkiye'de
öncü ve ilerici bir düşünceye sahip İslâmi bir parti olmasından mutluluk
duyduğunu” söylemişti. O dönem basın mensuplarının soruları üzerine
Recep Tayyip Erdoğan bu sözlere şu şekilde açıklık getirmişti: “AK Parti, din eksenli bir parti
değildir. AK Parti'nin anlayışı, muhafazakâr demokrasidir, ileri demokrasidir.”[6]
İktidar olup muhafazakâr
politikaları uygulamaya koyduktan sonra Ocak 2004’te İstanbul Grand Cevahir
Otel’de AK Parti’nin düzenlediği “Uluslararası Muhafazakârlık ve Demokrasi
Sempozyumu” nda konuşan Erdoğan şunları söyledi: “AK Parti, dini toplumsal bir değer olarak önemsemekle birlikte, din
üzerinden siyaset yapmayı, devleti ideolojik bir dönüşüme uğratmayı, dinî
sembollerle örgütlenmeyi doğru bulmamaktadır. Din üzerinden siyaset yapmak,
dini araç hâline getirmek, din adına dışlayıcı bir siyaset yürütmek hem
toplumsal barışa, hem siyasi çoğulculuğa, hem dine zarar vermektir. Din adına parti kurmak veya böyle bir imaj
vermek, topluma ve dine yapılabilecek bir kötülüktür.”[7]
Erdoğan’ın bu
açıklaması, Türkiye’de dinin ve dindarların siyasi ortamdaki sosyolojik
analizini ortaya koymaktadır. Bir parti açıkça kendisini laik, demokratik bir
parti olarak tanımlıyor; bir lider, söylem, hedef ve eylemlerini dinden
bağımsız, din dışı Batılı referanslar ile süslüyor ama aynı zamanda “siyasetin
dışında tutulması gerekir” dediği dini ve değerlerini hedef almıyor yani geleneği
koruyor. Bu hâliyle o, kendisini İslâmcı bir parti değil laik demokratik muhafazakâr
bir parti olarak görüyor ama özellikle dindar kesim AK Parti’yi “İslâmcı parti”,
genel başkanını ise “İslâmcı lider” olarak görüyor.
Erdoğan’ın
yukarıdaki ifadelerine özellikle baktığımızda şu tespiti rahatlıkla
yapabiliyoruz: Türkiye’deki dindar muhafazakâr İslâmi kesim daha önce Refah
Partisi ile Erbakan’dan, sonrasında AK Parti ile Erdoğan’dan büyük beklenti
içerisine girdi. Bu beklentinin “doğruluk” ya da “gerçekliğini” ise her iki
liderin İslâmi hedeflerine ulaşmak için “demokrasiyi geçici bir araç, bir
vasıta olarak kullandıkları” argümanı ile destekledi. Ancak Erdoğan’ın
yukarıdaki ifadelerine baktığımızda tam tersi bir düşünce yapısında olduğunu
görebiliyoruz. Erdoğan kendi siyasi hedeflerine ulaşmak için demokrasiyi değil
aksine dini yani İslâm’ı araç haline getirmiştir.
AK Parti İslâmcı bir parti değildir, çünkü; 2002’de iktidara
geldikleri günden bu yana AK Parti’nin izlediği, uyguladığı sosyal, siyasi ve
iktisadi politikalar, kültür ve ideolojiye bakışı, İslâm’ı kamusal hayatın
dışında tutması ve kamusal hayatta İslâm için çizdiği alan bize AK Parti’nin İslâmcı
bir parti olmadığını göstermektedir. AK Parti kamusal hayat içinde sadece İslâm’ın
sembollerine alan açtı. Örneğin; başörtüsü serbestisi getirdi, imam hatiplere
yönelik katsayı uygulamasını kaldırdı. Ancak bunları İslâmi referanslar ile
değil demokratik özgürlükleri gerekçe göstererek yaptı.
Zinanın serbest
bırakılması tartışmalarında kendisine yönelik eleştirilere “benim dönemimden önce serbest kalmıştı” diyerek
cevap verdi. Ancak en nihayetinde 20 yıldır iktidarda olan AK Parti, bu
meseleyi çözüme kavuşturamamışsa onun İslâmcılığından bahsedilemez. “İktidara
gelmeden önce-sonra” diyerek işten kaçması kabul edilemez. Kaldı ki AK
Parti iktidarı döneminde devletin ruhsatlandırdığı, vergi aldığı zina evleri
kapatılmadı. İstanbul Sözleşmesi ve bu sözleşme çerçevesinde çıkarılan kanunlar
ile aile kurumunun çatısı yıkıldı, temelleri sarsıldı. Eşcinsellik ve sapkınlık
toplumda, özellikle genç nesilde yaygınlaştı. AB uyum yasaları kapsamında
uygulamaya konulan tüm bu özgürlükçü yasalar, halkı İslâm’dan daha çok
uzaklaştırdı. Muhafazakârlık vaadi ile “geleneği koruyacağını” söyleyen AK
Parti, geleneğin tüm değerlerini yok etti.
Bir dönem AK Parti
Genel Başkanı ve Başbakan olan Binali Yıldırım, “AK Parti’den önce Tekirdağ’da 2 rakı fabrikası vardı, AK Parti
iktidara geldikten sonra 18 fabrika oldu, önceden 1 marka vardı şimdi 7 marka
var” diyerek partinin “İslâmcı(!)” kimliğini ortaya koydu. Kumar
ve bahis oyunları hakkında istatistik bilgisi vermeye gerek yok bile. Son 20
yılda meşru bahis oyunları aracılığıyla kumar yaygınlaştırıldı. Bankalar
üzerinden kredi ve faiz yaygınlaştırıldı. Özelleştirme adı altında devlet ve
kamuya ait ne varsa birilerine peşkeş çekildi. Bütün bu ekonomik politikalarda İslâmcı
hangi yöntem ve model kullanılmış olabilir ki?
AK Parti İslâmcı bir parti değildir çünkü; onun İslâmcı bir
parti olmadığını sadece Türkiye iç siyasetindeki politikalarından görmüyoruz;
dış politikada attığı adımlar ve söylemleri de bunu bize gösteriyor. 10 yıl
önce, o dönem henüz Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı iken Erdoğan, Mısır’a bir
ziyaret gerçekleştirmiş, Arap Baharı ile birlikte devrilen Mübarek rejimi sonrası
yapılacak yeni Mısır anayasası için “laiklik” tavsiyesinde bulunmuş ve şöyle
demişti: “Ben laikliği dinsizlik
olarak kabul etmiyorum, laikliği din karşıtlığı olarak kabul etmiyorum. Laiklik
din karşıtlığı değildir. Laiklikten korkunuz olmasın.” Erdoğan’ın bu
çağrısı onun İslâmcı bir lider olmadığının açık kanıtlarından biridir.
AK Parti’nin “İslâmcılık”
testinin en net göstergesi işgalci Yahudi varlığı “İsrail” ile ilişkilerinde
kendini gösteriyor. Bu ilişkideki çelişkileri tarih vererek gözler önüne sermekte
fayda görüyorum:
•29 Ocak 2009 Davos
Zirvesi: o dönem henüz Başbakan olan Erdoğan, “İsrail” Devlet Başkanı Şimon
Peres’e; “Öldürmeye gelince siz
öldürmeyi çok iyi bilirsiniz. Plajlardaki çocukları nasıl öldürdüğünüzü, nasıl
vurduğunuzu çok iyi biliyorum.” demişti. Daha sonra “moderatöre
yönelik bir tepkimdi” dediği “one munite” çıkışı, yıllarca ona siyasi
malzeme oldu.
•Erdoğan; başka bir
konuşmasında; “Ben görevde olduğum
müddetçe İsrail’le olumlu bir şey düşünmem mümkün değil. Ben varsam İsrail yok!”
açıklaması yapmıştı. 21 Aralık 2015 tarihinde AK Parti Hükümet Sözcüsü Ömer
Çelik; “İsrail Devleti ve halkı
Türkiye’nin dostudur” açıklamasında bulundu.
•2 Ocak 2016
tarihinde Cumhurbaşkanı Erdoğan; “Bizim
İsrail'e ihtiyacımızın olduğunu kabul etmemiz lazım” dedi. Ayrıca AK
Parti lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın ABD gezileri sırasında gerçekleştirdiği
Yahudi lobilerine yönelik ziyaretleri ve buralardan aldığı ödüller, partisinin
ve kendisinin ne kadar “İslâmcı” olduğunu gösteriyor.
AK Parti’nin İslâmcı
bir parti olmadığın göstergelerinden biri de; ABD’nin Irak’ı işgal
politikasında verdiği imtihandır. “Dünya
barışı için son 50 senede dünyada en çok Amerikalılar kendi çocuklarını feda
etmişlerdir.” diyen kişi AK Parti iktidarlarında Başbakan ve Dışişleri
Bakanlığı yapmış olan Abdullah Gül’dür. Yine aynı Gül, ABD kuvvetleri
tarafından öldürülen Usame Bin Ladin’in ölümü için “Büyük memnuniyetle karşılıyorum.” ifadelerini kullanmıştı.
2003 yılında ABD ziyareti sırasında The Wall Street Journal’e verdiği demecinde,
“ABD’nin Irak’ta savaşan kahraman bay
ve bayan askerlerinin en az zayiatla ülkelerine mümkün olan en kısa zamanda
dönmeleri temennisi ile duacıyız.” ifadesini kullanan da bugün hâlâ AK
Parti Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı olan Recep Tayyip Erdoğan’dır.
Müslümanları
derinden etkileyen en hassas konulardan biri de 2012’de İslâm Peygamberi Hz.
Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e yönelik çirkin saldırıların yaşanması
hadisesidir. Batılı kâfirler her zaman olduğu gibi Müslümanların kutsallarına
saldırdılar. İslâm ve Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem hakkında
çirkin bir film yaptılar. Filme yönelik ilk tepkiler “Arap Baharı” diye
isimlendirilen devrimlerin gerçekleştiği ülkelerde ortaya çıktı, hatta bu
tepkiler çok güçlü bir şekilde bu ülkelerden diğer İslâm beldelerine yayılmaya
başladı. Son yıllarda İslâm dünyasının güçlü bir uyanış hamlesini
gerçekleştirmiş olduğu Mısır, Libya, Tunus, Yemen ve diğer Ortadoğu
ülkelerindeki Müslümanların tepkilerinin çok güçlü olması Batılılar açısından
endişe vericiydi. Burada özellikle dikkatlerden kaçmaması gereken bir şey var
ki o da şudur: Bu ülkelerde o dönem diktatörler gitmiş, yerine gelecek yeni
yönetim ve yöneticiler konusunda siyasi bir boşluk oluşmuştu. Ama İslâm
dünyasında “ümmetçi” ve “İslâmcı” kimliği ile tanınan AK Parti ve Erdoğan
Türkiye’de görevinin başındaydı. O Türkiye halkının Peygamberlerine yönelik bu
saldırı karşısında tepkisiz kalmasını sağlama görevini icra ediyordu. Bu
görevini açıkça bir övünç kaynağı olarak kamuoyuna deklare etmekten de
çekinmiyordu.
Muhammed SallAllahu
Aleyhi ve Sellem hakkında yapılan bu filme Türkiye’den güçlü bir tepki
verilmemişti; Türkiye’de Müslümanlar sessiz kalmışlardı. Başbakan Erdoğan’a bu
konu hakkında bir gazeteci şöyle bir soru sordu: “Arap sokağı ayaklandı ama
Türkiye sakin. Bizi, diğerlerinden ayıran ne?” Bu soruya Erdoğan’ın verdiği cevap, AK Parti’nin İslâmcı kimliğinin
olmadığını, gerçek kimliği olan muhafazakar demokratlık ile neyi başardığını
göstermektedir: “Bizim verdiğimiz mesajlar var. Toplum bu
mesajlara bakıyor. Sizin mesajınız yoksa ne oluyor? O zaman halk sokağa
dökülüyor. Son 10 senede aşırılıklar törpülendi. Bir anlamda paratoner gibi
olduk, gaz aldık. Bunlar olmasaydı...”
Aslında bu soruya
Erdoğan’ın verdiği cevap, 20 yıllık AK Parti iktidarının “vehim ve gerçeklik
arasındaki” İslâmcı kimliği hakkında bize net bir fotoğraf sunuyor; bize
başkaca da bir söz bırakmıyor…
[1]
Nuray Mert “Muhafazakârlık, Fundamentalizm Değildir!” Karizma Dergisi 2004 Sayı
17
[2]
MNP Program ve Tüzüğü https://acikerisim.tbmm.gov.tr
[3]
DP Program ve Tüzüğü https://acikerisim.tbmm.gov.tr
[4]
Refah Partisi Tüzük ve Programı https://acikerisim.tbmm.gov.tr
[5]
AK Parti Programı https://acikerisim.tbmm.gov.tr
[6]
13 Eylül 2001 Hürriyet
[7]
10 Ocak 2004 Hürriyet
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış