İnsan, hayatını
devam ettirmek, kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu insanların ihtiyaçlarını
karşılayabilmek için belli bir gelire sahip olmak zorundadır. Çoğu kere de
insanlar sadece temel ihtiyaçlarını karşılamakla yetinmez bunun çok ötesinde “lüks
ihtiyaçlar” denilen ihtiyaçlarını da karşılamak ister. Yaratılışında var
olan beka içgüdüsünün gereği olarak mal-mülk sahibi olmak, zenginleşmek, daha
iyi bir hayat yaşamak ister. Bu amaçla da hayatı boyunca çalışıp durur. Herkes
bilgi ve becerisine göre emeğini harcayarak hayatını devam ettirme gayreti
içerisinde bulunur.
Ancak insanların
hayatlarını idame ettirmek için çalışıp çabalamaları bir yana içerisinde
yaşamakta oldukları ekonomik sistem onların hayatları ve gayretleri üzerinde
son derece ciddi etkiler meydana getirmektedir. Bu nedenledir ki ekonomi ve
bununla ilgili hususlar, etkilerini insanların doğrudan hissettiği en önemli
konulardan birisini oluşturmaktadır. Özellikle günümüz dünyasına hâkim olan
kapitalist sistemin uygulandığı tüm dünyada insanların büyük bir çoğunluğu
geçim sıkıntısı içerisinde yaşamaktadır. Zira kapitalist sistem, ekonomiye ait
uygulamaları ve ilkeleri ile gelirin son derece büyük bir kısmının varlıklı
kesimin ellerinde birikmesini ve gelir dağılımında dayanılmaz bir haksızlığı da
beraberinde getirmektedir.
Dünyada egemen olan
kapitalist sistem bir taraftan getirmiş olduğu iktisadi ilkeleri nedeniyle
insanları varlık içerisinde yokluğu yaşamaya ve dünyanın toplam gelirinin
toplam dünya nüfusunun binde biri kadar küçük bir azınlığın elinde tutulmasına
imkân tanırken diğer yandan ise yöneticiler yolsuzlukları ve kendileri ile
birlikte küçük bir azınlığın çıkarlarını gerçekleştirmek amacıyla ülkeyi
yönetiyor olmalarıyla insanlara hayatı dar etmektedirler. Bir yandan kapitalist
sistem tarafından dayatılan para-banka-borsa üçgeninde dönüp dolaşan ekonomiye
ait kuralları uygulamalarıyla, diğer yandan uşaklığını yaptıkları kapitalist
sömürgeci efendilerinin çıkarlarını gerçekleştirmenin peşinde koşuşturmaları ve
daha başka birçok hususa bağlı olarak ekonominin işleyişinde sıkıntılı bir
hayata insanları mahkûm etmektedirler.
Bir taraftan
Amerikan dolarına endeksli kâğıt para sistemi bir başka taraftan da faizli
banka sistemi nedeniyle para, sürekli olarak değer kaybına uğramakta ve enflasyonist
etkiler kaçınılmaz olmaktadır. İthalata dayalı ihracat ve değişik sebeplere
bağlı dış borçlanmalar bir taraftan döviz fiyatlarında artışlara neden olurken
diğer taraftan ise cari açık kaçınılmaz olmaktadır.
Kalkınma, büyüme,
istihdam, üretim artışı gibi birtakım kavramlar kullanılarak oluşturulan
ekonomik planlamalara -ki bu planların büyük bir kısmı kapitalist kesimin ve
sömürgecilerin çıkarlarını gerçekleştirmek için yapılmaktadır- bağlı olarak
oluşturulan yıllık devlet bütçesi nedeniyle vergi yükleri artırılmaktadır.
Artan vergiler ise bir taraftan toplum bireyleri üzerinde ilave yükler
oluştururken aynı zamanda maliyetlere de yansımakta, üretilen mal ve
hizmetlerin fiyatlarında artışa yani enflasyona neden olmaktadır.
Kısacası kapitalist
sistemin uygulanmasından kaynaklı ekonomik sorunlar hayatın her alanında
kendisini hissettirmekte ve günlük haberlerin önemli bir kısmı da bunlardan
meydana gelmektedir. Örneğin; içerisinde yaşamakta olduğumuz günlerde mal ve
hizmet fiyatlarında yaşanan artışlardan faizlere, dış borç yüküne varıncaya
kadar Türkiye ekonomisindeki mevcut sıkıntıların tümü, birinci derecede
kapitalist sistemin kendisinden ikinci derecede ise yöneticilerden
kaynaklanmaktadır.
Cumhuriyet sonrası
Türkiye ekonomisinde yaşanan gelişmelere, paranın ne derece değer kaybettiğine,
devlet tarafından ödenen faizlere, dış borçlara, gelir dağılımındaki
adaletsizliğe, sayılamayacak kadar çok sayıdaki vergilere ve vergi oranlarına
baktığımızda bunları açık ve net bir şekilde görmemiz mümkündür.
Ancak bu makalemizde
Cumhuriyet dönemi boyunca yaşanan ekonomik gelişmelerin tümüne ait rakamları ve
gelişmeleri sığdırmamız mümkün olmadığından, Cumhuriyet tarihinin en yüksek
kalkınma, ihracat ve GSMH rakamlarının yaşandığı son yirmi yılı kısaca
değerlendirmekle yetineceğiz. Son yirmi yıla ait ekonomik gelişmeleri ele almak
istiyoruz, çünkü bu dönem içerisinde yaşadığımız ve yakinen şahit olduğumuz bir
dönem olduğu gibi havaalanları, otobanlar, büyük tüneller, limanlar, fabrikalar
gibi birçok alanda gelişmenin yaşandığı bir dönemi de ifade etmektedir. Son
yirmi yılda Cumhuriyet tarihinin daha önceki yıllarının çok ötesinde hayatı
kolaylaştıran gelişmeler meydana geldiğine göre ekonomik göstergelerde de bu
denli olumlu ilerlemelerin yaşanması gerekirdi.
Oysa Cumhuriyet
tarihi boyunca döviz fiyatlarında son derece ciddi yükselmeler yaşanmıştır.
Çeşitli kaynaklar, Cumhuriyetin kurulduğu 1923 yılı itibariyle 1 ABD dolarının
1,67 TL düzeyinde olduğunu ifade etmektedir. Tarihî süreç içerisinde ise dolar,
TL karşısında sürekli olarak yükselmiştir. Süleyman Demirel’in iktidarda olduğu
1980 yılında “24 Ocak Kararları”na kadar Türkiye’de “sabit kur” sistemi
uygulanmakta ve döviz fiyatları devlet tarafından belirlenmekteydi. Türkiye ve
dünya ekonomisinde yaşanan gelişmelere bağlı olarak döviz fiyatlarında
gerçekleştirilen ciddi anlamdaki ilk devalüasyon 1958 yılında Menderes
döneminde yapıldı ve TL, dolar karşısında %321 oranında devalüe edilerek 9 TL
oldu. Daha sonra Demirel döneminde 1970 yılında yapılan devalüasyon ile 9 liradan
14,85 liraya yükseltildi. Yine Demirel döneminde 1980 “24 Ocak Kararları” ile
bir ABD doları 70 TL oldu. Daha sonra Özel döneminde başlatılan serbest piyasa
uygulamaları ile dolardaki yükselme günden güne ilerlemiş ve 1989 yılı
itibariyle %3.285’lik değer kaybıyla bir ABD doları 2.300 lirayı geçmiştir.
Doların değerindeki yükselme ve liradaki değer kaybı yıllar yılı devam edip
durmuştur. 1999 yılına gelindiğinde 314 bin 230 lira düzeyine yükselmiş ve 21
Şubat 2001 günü sabit kur rejiminden dalgalı kur rejimine geçilmiştir. Dalgalı
kur rejimine geçilmesi hakkında Merkez Bankası tarafından alınan karar
öncesinde 684 bin TL olan dolar kuru, dalgalı kura geçilmesiyle birlikte 1,2
milyon TL’ye yükselmiştir. 2001 krizinin ardından da 1 milyon 642 bin lira olmuştur.
AK Parti’nin
iktidara geldiği 2002 yılı kasım ayına gelindiğinde Amerikan doları 1 milyon
670 bin lira seviyelerinde idi. 2003 yılının mart ayında dolar 1 milyon 750 bin
lira düzeylerine çıktı ise de 2006, 2008, 2009 yıllarında çok kısa dönemli olarak
1,80 lira[1]
düzeyine yükselmekle birlikte 1 lira 300 kuruş hatta daha düşük seviyelere
indiği dönemleri de yaşamıştır. Ancak 2011 yılının ağustos ayından itibaren
tekrar yükselme eğilimine girmiştir. Bu tarihten itibaren de dolar, euro ve
sterlin gibi yabancı para birimlerinde sürekli olarak yükselme meydana
gelmiştir. Bu yazının kaleme alındığı 8 Kasım 2011 tarihi itibariyle ise MB
verilerine göre 1 ABD dolarının alış satış fiyatları 9,6780/9,7168 liradır.
Bu verilere göre AK
Parti’nin iktidar koltuğuna oturduğu 4 Kasım 2002 tarihi ile 11 Kasım 2021
tarihleri arasındaki 19 yıllık süre içerisinde Amerikan doları Türk Lirası
karşısında tam %579 oranında değer kazanmış, Türk Lirası değer kaybetmiştir.
Diğer taraftan 1923
Cumhuriyetin kurulduğu tarihi ve o tarih itibariyle de 1 doların 1,67 TL
düzeyinde olduğunu dikkate aldığımızda ise bizim paramız Amerikan doları
karşısında 5 bin 795 defa değer kaybına uğramıştır.
Netice itibariyle
her ne kadar AK Parti iktidarı döneminde yabancı para birimleri lira karşısında
değer kazanmışsa da tüm Cumhuriyet tarihini dikkate aldığımızda bu değer kaybı
hiç de küçümsenecek gibi değildir. Türk lirasındaki değer kaybı aynı zamanda
enflasyon rakamlarını da göstermektedir. Çünkü enflasyon aynı zamanda paranın
değer kaybına uğraması, alım gücünün düşmesidir.
2003 yılında 1
doların 1 milyon 670 bin lira ettiğini ve 300 gr ekmeğin de 250.000 lira
olduğunu dikkate aldığımızda asgari ücretle 6,68 adet yaklaşık 7 adet 300 gram
ekmek alınabilmektedir. Bugün itibariyle bir doların 9,678 lira ve olduğu ve
Ankara Fırıncılar Odası tarafından 1 Temmuz 2021 tarihi itibariye 200 gr
ekmeğin 1,75 lira olduğu dikkate alındığında 3,68 adet 300 gr ekmek
alınabilmektedir. Yani 2003 yılında dolar bazında günümüzden yaklaşık iki kat
daha fazla ekmek alınabiliyormuş.
1 Ocak 2004 tarihi
itibariyle asgari ücretin 303 milyon 079 bin 500 lira ve 300 gr ekmeğin de 0,25
lira olduğu dikkate alındığında, bir asgari ücretli aldığı para ile 1.212 tane
ekmek alabiliyordu. Günümüzde ise asgari ücretin 2 bin 825 lira ve 300 gr
ekmeğin de (Ankara Fırıncılar Odası temmuz ayı rakamlarına göre) 2,625 lira
olduğu dikkate alındığında asgari ücret alan kimse bir ayda (2.825/2,625=) 1.076
adet ekmek alabilmektedir. Yani 2003 yılı ile kıyaslandığında 136 adet daha az
ekmek alınmaktadır. Ancak içerisinde bulunduğumuz günlerde Ankara genelinde
ekmeğe zam yapılması ve 200 gr fiyatının da en az 2,25 kuruş olması beklendiğinden
(2,825/3,375=) 837 adet ekmek alınması mümkün olacaktır.
Ancak burada bizim ekmek özelinde vermiş
olduğumuz rakamlar 2003-2021 yılları arasında yaşanan fiyat artışlarını tam
olarak yansıtmaz. Bunlar sadece kısa bir bakış açısı vermesi için dikkate alınabilir.
Dolayısıyla burada paranın kendisinin, satın alma gücünün dikkate alınması daha
doğru olur. Yani 2003 yılında 300 gram ekmek 25 kuruş iken bugün Ankara ili
için 200 gram ekmek 1,75 liradır. Yani Türk Lirası bazında ekmek fiyatları 19
yıllık süre içerisinde tam 10,5 kat artmıştır.
Ekonomide yaşanan
gelişmelerin önemli göstergelerinden bir diğerini ise gelir dağılımı
oluşturmaktadır. TUİK tarafından 2011-2020 yılları için Türkiye nüfusunun %20’lik
dilimlere ayrılması esasına göre yapılan gelir dağılımı rakamlarında 2011
yılında nüfusun en düşük %20’lik dilimi gelirin %5,8’ini alırken en yüksek %20’lik
dilim ise gelirin %46,7’sini almaktadır. 2020 yılı itibariyle bu rakamlar %5,9
ve %47,5 şeklindedir. Yani nüfusun en alt diliminde yer alanların gelirlerinde
sadece 0,1 oranında bir artış meydana gelirken en üst dilimde olanların
gelirlerinde ise 1,3 oranında artış yaşanmıştır. Yani nüfusun varlıklı olan %20’lik
kesimi toplam gelirin yaklaşık %50’sine sahiptir. Nüfusun geriye kalan %80’lik
kesimi ise toplam gelirin %50’sine sahip olmaktadır. Elbette ki bu rakamların
ne derece güvenilir olduğu, bu istatistiklerin hangi yöntemle ve neler dikkate
alınarak yapıldığı ayrı bir konu. Yani hayatın gerçeklerine bakıldığında bu
rakamların doğruluğu şüphelidir.
Yine bu dönemde -kapitalistlerin
ifadeleri ile- kişi başına düşen milli gelir rakamlarında da değişiklikler
yaşanmıştır. 2003 ile 2010 yılları arasında döviz kurlarında artışın
yaşanmaması hatta bazı dönemlerde 2003 fiyatlarının çok altına inmiş olması
nedeniyle kişi başına düşen milli gelir rakamları 2003 yılındaki 3 bin 620
dolardan 2013 yılı itibariyle 12 bin 490 dolara kadar çıktı. Ancak döviz
kurlarının hızlı bir şekilde yükselmesine bağlı olarak 2020’de 8 bin 599 dolara
cari fiyatlarla 60 bin 537 liraya indi.
Yıllar itibariyle
ekonomiye ait rakamlar bir kenara, bu hesaplamaların hangi ilkelere ve
kurallara göre yapıldığı önemlidir. Örneğin; bir ülkede kişi başına düşen milli
gelir rakamları bir yıl içerisindeki Gayri Safi Yurt İçi Hasılanın ülke
içerisinde yaşamakta olan nüfus sayısına bölünmesiyle elde edilen bir rakamdır
ve gerçek hayatla hiçbir surette alakası yoktur. Mesela; 2020 yılına ait 8 bin
599 dolar rakamı, dört kişilik bir ailenin yıllık toplam gelirinin (8.599x4=)
34.396 dolara yani 332 bin 885 liraya tekabül etmektedir ki toplumda yıllık
geliri bu rakama ulaşan ailelerin sayısı son derece azdır. Asgari ücretin 2 bin
825 lira olduğu bir ülkede bir ailenin yıllık geliri 33 bin 900 liradır. Yani
onların hesaplarına göre ancak bir aylık gelire eşittir.
Kısacası, ister AK
Parti iktidarı dönemi için geçerli olsun isterse Cumhuriyet tarihinin tümü
itibariyle olsun, bazı dönemler itibariyle ekonomiye ait rakamlar yöneticilerin
iddia ettikleri gibi çok iyi gözükse de gerçek böyle değildir. Gerçekler bundan
son derece farklıdır. Tabiri caizse konulara ve olaylara bağlı olarak çoğu kere
rakamlarla oynanması suretiyle ortaya çıkartılan sonuçlardır. Örneğin; her gün
televizyon ekranlarında yayınlanmakta olan ekonomiye ait değerlendirmelerde
bulunan kişilerin konuştukları dil, toplumun son derece büyük bir bölümünün
yabancısı olduğu anlayamadığı ifadelerdir. Çünkü kapitalist sistem bir bütün
olarak toplumun değil sayıca az bir kısmının çıkarlarını maksimize etmeyi
amaçlamaktadır.
Tüm Cumhuriyet
tarihi boyunca paranın hızlı bir şekilde değer kaybına uğraması, mal ve
hizmetlerin fiyatlarında sürekli artışların yaşanması, iç ve dış borç faiz
ödemelerinin bitmek tükenmek bilmeyen yapısı, yolsuzluklar, ağır vergiler
toplumu sürekli olarak sıkıntılı bir hayata mahkûm etmiştir. Örneğin; Gelir
İdaresi Başkanlığı ve Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından açıklanan verilere,
2003 yılından Şubat 2021’e kadar bütçeden yapılan faiz harcamaları toplamda 1,1
trilyon liradır. Dolar bazında ise 18 yılda bütçeden yapılan faiz harcamaları
toplamda 500 milyar 900 milyon dolardır. Netice itibariyle ekonomiye ait
rakamlar bu makaleye sığmayacak kadar çoktur. Dolayısıyla makalemizin son
kısmında detaylarına girmeden ana hatlarıyla çözümler üzerinde durmak
istiyoruz.
Gerek Türkiye’de ve
gerekse içerisinde yaşamakta olduğumuz an itibariyle tüm dünya ekonomilerinde
olan ekonomik sıkıntıların temelinde kapitalist sistemin bizzat kendisi yer
almaktadır. Dolayısıyla bu sıkıntıların sağlıklı ve köklü çözümü İslâm
ekonomisine ait hükümlerin ve çözümlerin uygulanmasından geçmektedir.
Tüm dünyadaki
ekonomik krizlerin en önemli nedeni Amerikan dolarına endeksli zorunlu kâğıt
para sistemidir. Paranın kendi zatından kaynaklı bir değerinin bulunmaması,
yöneticilerin istedikleri zaman para basabiliyor olmaları ve kaydi paranın yani
kâğıt paranın varlığı, enflasyonu tetikleyen hususlardandır. İslâm’a göre bu
meselenin çözümü; “altın sistemi” yani “tek ya da çift maden sistemi”nin
uygulanmasıdır.
Bir diğer önemli
sorun ise faizli banka sistemidir. Zira sadece son 18 yıllık dönem içerisinde
500 milyar doların üzerinde faiz ödendiği dikkate alındığında sıkıntının boyutu
daha iyi kavranmış olur. Bu nedenle Allah Azze ve Celle’nin mutlak
olarak haram kıldığı faiz, hayatın her alanından ve her yönüyle sökülüp atılması
gerekir. Zira faizli sistemin bir bütün olarak hayattan kaldırılması hâlinde
mal ve hizmet fiyatlarında, maliyetlerde ciddi anlamda düşüşler yaşanacağı gibi
aynı zamanda paranın tedavül hızı da yükselecektir. Çünkü banka sistemi paranın
toplumun çok küçük bir kesiminin elinde birikmesine dolayısıyla da paranın
dolaşım hızının düşmesine, piyasadaki hareketliliğin düşük olmasına ve
karşılıksız olarak para basılmasına neden olmaktadır.
Ekonomik hayatta
mal ve hizmet fiyatlarındaki artışların bir başka nedenini ise vergiler
oluşturmaktadır. Bir taraftan sürekli olarak açık bütçe uygulamaları, bir başka
taraftan ise hem genel bütçeden hem de genel bütçe dışında belediyeler ve diğer
kurumlar tarafından gerçekleştirilen harcamalarda yaşanan yolsuzluklar toplum
üzerindeki vergi yükünü ağırlaştırmaktadır. Oysa İslâm, zorunlu ihtiyaçlar
dışında insanlardan vergi alınmasını haram kılmış ve vergiyi kul hakkına
müdahale olarak değerlendirmiştir. İslâm fıkhına göre, devlet bütçesinde asıl
olan bütçe denkliğinin uygulanmasıdır. Harcamalar, İslâm şeriatı tarafından
belirlenen haraç, cizye, uşûr, hazinelerin ve definelerin beşte biri ve fey
gelirleri gibi beytülmalin daimî olan ve olmayan gelirleri tarafından
gerçekleştirilmelidir. İslâm fıkhına göre de bu gelirlerin devlet harcamalarını
karşılamak için yeterli olduğu düşünülmüş, geçmiş asırlar boyunca da bunlar
uygulanmıştır.
Beytülmalin
gelirleri içerisinde yer alan önemli gelir kalemlerinden birisini ise kamu
mülkiyeti gelirleri oluşturmaktadır. Zira İslâm fıkhına göre petrol, doğalgaz,
demir, bakır, kurşun, fosfat, soda külü gibi çok büyük hacimli madenlerin tümü,
kamu mülkiyetindendir ve özel şahıslara mülk olarak verilemez. Günümüz
dünyasında trilyonlarca dolar değerindeki sadece petrol ve doğalgaz rezervleri
dikkate alındığında İslâm devlet bütçesinin ne kadar büyük çaplı gelir
imkanlarına sahip olduğu görülür.
Özetle; günümüz
ekonomilerinde yaşanmakta olan her türlü sıkıntı ancak Allah’ın indirdiği
hükümlerin bir bütün olarak toplum hayatında uygulanması ile mümkün olacaktır.
Aksi hâlde son yüz yıllık sürede olduğu gibi; ne kadar zaman geçerse geçsin, yönetimde
de kim olursa olsun, kokuşmuş kapitalist sistem var olduğu müddetçe bu
sıkıntılar hiçbir surette bitmeyecektir.
Şüphesiz ki Allah’ın
vaadi haktır ve yakındır.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış