Türkiye’de yargı,
Cumhuriyetin ilan edildiği günden bugüne çeşitli aşamalardan geçmiştir.
Saltanat ve Hilâfet’in kaldırılması, Cumhuriyet’in ilan edilmesi sonrasında
kurulan İstiklal Mahkemelerinde kendisini gösteren sistem, Türkiye yargısının
temelini oluşturmaktadır. Bu sisteme “Kemalist yargı sistemi” adını
verebiliriz. Bunun dışında son 20 yılda yargı içinde kendisini gösteren yapılar
olmuştur ancak hiçbir dönem Türkiye’de yargı, siyasi vesayetten
kurtulamamıştır. Türkiye yargısındaki bu aşamaları kabataslak; Kemalist Yargı,
Paralel (“FETÖ’cü”) Yargı, Konjonktürel (Menfaatçi) Yargı şeklinde sıralamak
mümkündür.
Kemalist Yargı
Kemalist Yargı
dönemi, 1923 yılı itibarı ile başlamıştır. Kemalizm zihniyetine sahip yargı
mensupları tarafından kanunlar, farklı ideolojik düşünceye mensup kişilere “düşman
ceza hukuku” şeklinde uygulanmıştır. Aslında kanunlar Kemalizm’e direkt ya da
endirekt fayda sağlamış kişilere bile düşman ceza hukuku olarak dönmüştür.
Örneğin; Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu yıllarda milli mücadeleye büyük
katkısı olan Kazım Karabekir bile çok ağır ithamlarla yargılanmıştır. Yargılama
sırasında birçok subay Kazım Karabekir’e destek olmuş, mahkeme salonunu
basmışlardır. Kemalizm’in hüküm sürdüğü dönemde kurulan İstiklal Mahkemelerini
anlatmaya kalksam başlı başına bir yazının konusu olurdu. Şapka takmadığı için
insanların idam edildiği bir ortamda herhalde adil bir yargılama yapıldığından
bahsetmek abesle iştigal olurdu.
Bu dönemde “Adalet mülkün
temelidir” yazısı yerine “İslâm düşmanlığı mülkün temelidir” anlayışı, yargı
sisteminde hâkim olan anlayış olmuştur. “Maznunun behemehâl idamına, şahidin
ise bilahare dinlenmesine” şeklinde kararlar verilmiştir. Erzincanlı
İbrahim Hakkı Efendi ölmüş olmasına rağmen hakkında idam hükmü verildiği için
mezarından çıkarıldıktan sonra mahkeme kurulmuş ve “hakkında asılarak
idamına karar verilmiş, biz kararı yerine getiriyoruz” denilerek,
darağacında sallandırılmıştır.
Kemalist yargının
zulmünü en fazla İslâmi camialar görmüştür. İslâm inancına sahip insanlar bu
topraklarda ikinci sınıf insan muamelesi görmüşlerdir. Basit sebeplerle
insanlar idam edilmiş, birçokları sudan sebeplerle cezaevlerine atılmıştır.
Kemalist yargı dönemi oldukça uzun sürmüştür. Kemalist yargının 2000’li
yılların başına kadar aktif bir şekilde etkin olduğunu söylesem, yanılmış olmam
diye düşünüyorum. Kemalist yargı döneminde devlete yeminle bağlı başbakanlar ve
bakanlar bile asılmıştır.
Paralel Yargı
Türkiye Cumhuriyeti
yargısında bir diğer dönem; 2013 yılında AK Parti hükümeti ile kavgaya
başladıktan sonra ismi verilen “Paralel Yargı”dır. Bu döneme daha sonra “‘FETÖ’
Dönemi” de denilmiştir. “FETÖ” döneminde yargı teşkilatı içinde bir kadrolaşma
yaşanmıştır. “Gülenci” hâkim ve savcılar önemli görevler de dahil neredeyse
yargının her alanında yer kapmışlardır. Gülencilerin Kemalistlerden pek bir
farkı yoktur. Onlar da Kemalistlerden kendilerine miras kalan İslâmi camia ile
mücadele bayrağını derhal devralmışlardır. Kendileri haricinde ülkede hangi İslâmi
yapılanma varsa hepsi bu dönemde Gülenci yargıçların cenderesinde ezilmişlerdir.
Bunlar da aynı Kemalistler gibi kanunları İslâmi kesimlere karşı düşman ceza
hukuku uygular gibi uygulamışlardır. Hayatı boyunca hiçbir şekilde şiddete,
cebire başvurmamasına rağmen binlerce insan cezaevlerine gönderilmiştir.
Yargıdaki bu Gülenci kadrolar kendi dışındaki kesimleri düşman kabul etmiş ve
yargılamaları buna göre yapmışlardır. Hatta bu dönemde bazı meşhur davalar
gündeme gelmiştir. “Balyoz” ve “Ergenekon” dosyaları bunların en bariz
olanlarıdır. Kemalist zihniyetten bir farkı olmayan bu yapı, Kemalistleri
devletin her kademesinden bertaraf etme çabası içine girmişler bunda bir nebze
başarılı olmuşlar, lakin ortaklık yaptıkları AK Parti iktidarı ile başladıkları
kavga, kendilerinin bertaraf edilmesine sebep olmuştur.
Konjonktürel Yargı
Yargının şu an
Türkiye’de son geldiği nokta konjonktürel yani menfaatçi/çıkarcı yargı
aşamasıdır. Konjonktürel yargı, Gülen kadroları yargıdan temizlendikten sonra
başlayan yani tam ifade ile 2016 sonrası yargı dönemidir. Bu dönemde yargı
adeta güç odaklarının kontrolüne girmiştir. Mesela; normalde Gülen grubunun
adamı oldukları çok aşikâr olan bazı insanlar maddi güçleri sayesinde çok az
bir ceza alıp tekrar iktidarın yanında olmayı başarabilmişlerdir. Bu konudaki
tespitimi, Türkiye’de yargıda “FETÖ borsası” adı altında bir havuzun olduğunu
bizzat söyleyen AK Parti Eski Milletvekili Şamil Tayyar’ın yalanlanmayan
ifadelerine dayandırıyorum.
Bu dönemde yargı
iktidarın ve hassaten Cumhurbaşkanı’nın açıklamaları sonrası verdiği kararlarla
dikkatleri üzerine çekmiştir. Kamuoyunda “Rahip Brunson olayı” olarak bilinen
olay, yargının içler acısı halini herkese göstermiştir. Cumhurbaşkanı’nın
PKK-PYD ile ortaklığı ve casusluğu “aşikâr” olan Rahip Brunson hakkında
söylediği sözler sonrası ABD Başkanı Trump Erdoğan’a sert bir çıkış yapmıştı ve
bu çıkış sonrası Brunson tahliye edilerek özel uçakla ABD’ye gönderilmişti.
Cumhurbaşkanı ise bu süreçte, Brunson içerdeyken “çıkamaz” derken,
Brunson tahliye edilince “yargı bağımsız” demekle yetinmiştir. Yargı
bağımsızlığına darbe vuran bir diğer olay da “Deniz Yücel dosyası”dır.
Deniz Yücel 18 yıl hapis cezası ile yargılanırken, daha hâkim karşısına
çıkmadan tahliye edilmiş ve ilk uçakla Almanya’ya gitmiştir. Bu olayın perde
arkasında ise Almanya’nın Panter tanklarının yedek parçalarını vermeme tehdidi
olduğu söylenmektedir. Doğrusunu Allah bilir. Ancak görünen o ki, Türkiye
yargısı üzerinde sadece iç güçlerin değil, dış güçlerin bile müdahalesi var. Bu
dönemde yargı konjonktürel olarak çalışmaktadır. Ülkenin siyasi ortamına veya
iktidarın siyasi menfaatine göre yargı kararları oluşturulmuştur. Görüldüğü
üzere belirli bir zaman dilimi içerisinde yargı çeşitli aşamalardan geçmiştir.
Dolayısı ile farklı dönemlerde farklı hareket eden bir yargı sisteminden
adaletli bir karar çıkması mümkün değildir.
Yargı Sistemi
içerisinde yer alan bazı absürtlükleri göstermeye devam etmek istiyorum. Mesela;
Türkiye’de Adalet Bakanı, hükümetin bir temsilcisidir. Yani siyasi bir kişidir.
Ama aynı Adalet Bakanı, Hakimler ve Savcılar Kurulu’nun da başıdır ve hâkim ve
savcılara talimat veren kişidir. Şimdi siyasi karar alan bir kişi yargıyı
yönlendirirken yargı nasıl olsun da bağımsız olsun. Adalet Bakanı bir yandan
Türkiye’de adalete olan güvenin düştüğünden bahsederken bir yandan da çözüm
olarak hâkim ve savcılara cesur olmalarını telkin ediyor. Cesur hareket edip inisiyatif
alan hâkim ve savcılar gece yarısı alınan kararlarla sürülürken acaba Sayın Bakan
kendi söylediklerine inanıyor mu?
Adalet Bakanı’nın
cezaevi yapmakla övündüğü bir ülkede, adaletin olduğuna kimi
inandırabilirsiniz. Cezaevlerinin sayısını artırmak sadece bir şeye işaret
eder; suçlu ve mahkûm sayısının artacağına… Bu bakış açısı ile toplumun adalete
değil, cezalara daha kolay ulaşmasını sağlarsınız ancak. Toplumu ıslah etmek
isteyen bir rejim, cezaevi yapmaz. Cezaevi yapan bir rejimin tek amacı, cezaevlerini
doldurmaktır.
Hizb-ut Tahrir Yargılamaları
Bu uzun
tespitlerden sonra adaletin olmadığı Türkiye’de Hizb-ut Tahrir yargılamalarının
son durumuna değinmek istiyorum. Bilindiği üzere 2019 yılından bu yana Hizb-ut Tahrir
hakkında bazı olumlu yargı kararları çıktı. Ancak bazı mahkemeler tarafından hâlâ
Hizb-ut Tahrir hakkında “terör örgütü” olduğu vehmi üzerinden yargılamalar
yapılmakta. Halbuki Türkiye’de insan hakları ve hukuk alanındaki en yüksek
mahkeme olan Anayasa Mahkemesi (AYM), Hizb-ut Tahrir’in “terör örgütü
olamayacağı”na dair onlarca karara imza atmış durumda. Ancak mahkemeler
tarafından Anayasa Mahkemesi kararı, emsal karar kabul edilmemekte. Bunun
sonucunda da bazı mahkemeler tarafından herhangi bir gerekçe ortaya konulmadan
mağduriyet yaratan kararlar verilebiliyor.
Konjonktürel
yargının bir sonucu olarak Hizb-ut Tahrir yargılamalarının yapıldığı mahkemeler
AYM kararı ortada dururken beraat kararı vermekten imtina ediyor. Hatta bunu
açık açık dile getiriyor. Nasıl mı? Mesela 5 Mart 2017 tarihinde yapılması
planlanan ama mülki idarenin gerekçesiz engellemesi sebebiyle yapılamayan
Hilâfet Konferansı, yargılama dosyasında benim de müvekkilim olan Mahmut Kar ve
arkadaşları yargılandılar ve ceza aldılar. Mahmut Kar’a 12,5 yıl, Abdullah İmamoğlu,
Musa Bayoğlu ve Osman Yıldız’a ise 6’şar yıl 3’er ay ceza verildi. Karar
mahkemesinde heyet başkanı yargıç aynen şu ifadeleri kullandı: “Avukat Bey,
bu dosya daha çok su götürür, bu işin İstinaf’ı var Yargıtay’ı var…” Yani
bu, bir anlamda şu demek: “ben riske girmek istemiyorum, siyasi ortam, yani konjonktür
uygun değil ben cezamı vereyim üst mahkemeler ne yaparsa yapsın.” Şimdi
böyle bir durumda adı “adalet sarayı” olsa da bu saraydan adil bir kararın
çıkması imkansızdır. Vereceği kararın sonuçlarından korkan bir hâkim nasıl adil
olabilir?
Hizb-ut Tahrir
hakkında 1960’lı yıllardan beri açılan davalarda tek bir şiddet eylemi tespit
edilebilmiş değildir. Emniyet ve Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) bunu
raporlarında açıkça yazmakta ve belirtmektedir. Buna rağmen emniyet ve MİT
raporları lehe gibi görünse de sanki gizli bir el onları yönlendiriyor ve
mahkemeler, beklenmedik mahkûmiyet kararlarına imza atıyorlar. Sanki birisi hâkim-savcılara
devletin kırmızı kitabını vermiş, kitapta Hizb-ut Tahrir’e geniş bir bölüm
ayrılmış gibi...
Yargının yanı sıra
Emniyet Müdürlüğü de Hizb-ut Tahrir hakkında sanki bir misyon edinmiş gibi…
Herhangi bir talimat olmamasına rağmen bazı emniyet müdürlükleri mahkemeleri
yönlendirmek amaçlı bilgi notları hazırlamakta. Hatta bazı emniyet birimleri
daha da ileri giderek gerçeğe aykırı sosyal medya hesaplarını -bilerek veya
bilmeyerek- ciddiye almakta ve bunların uydurma paylaşımlarını, Hizb-ut Tahrir
aleyhine delil olarak mahkemeye sunmaktalar. Görünen o ki Emniyeti kontrol eden
bir irade tarafından Hizb-ut Tahrir hakkında çalışma yapılması talimatı
verilmiş. Emniyet tarafından bariz bir şekilde yargı makamları Hizb-ut Tahrir
hakkında yanlış yönlendirmelere maruz bırakılıyor. Emniyetin yargı üzerinde
tahakküm kurmaya çalıştığı böyle bir ortamda, yargının buna karşı ciddi bir
refleks vermesinden başka bir çare yoktur. Tabi eğer gerçekten bağımsız bir
yargıdan bahsedeceksek...
Makalemin sonuna
gelirken bakışlarınızı farklı bir noktaya çekmek istiyorum. Adliyelerin
içerisinde her zaman iki heykel bulunur, malum... Bu heykeller; M. Kemal
heykeli ve “Themis” isimli Yunan adalet tanrıçasının heykelidir. Hadi M.
Kemal’i anladık; Cumhuriyet’in kurucusu kabul ediliyor. Peki ya bu Themis neyin
nesidir? Bir Yunan tanrıçasının heykelinin Müslüman bir ülkenin adliyelerinde
ne işi var? Yunanlar bize düşman değil mi? Kurtuluş(!) savaşımızı onlara karşı
vermedik mi? Hem savaştık hem yendik hem de tanrılarını aldık. Böyle bir
saçmalık dünyanın herhalde başka yerinde görülmez.
İşin daha absürt
kısımları var…
Themis heykelinin
bir elinde kılıç var; ceza veriyormuş. Ayağının altında ise kanun kitabı var; kanunla
bir yılanı eziyor. İşin ilginci; kimi adliyelerde kanun yok, kimisinde ise
yılan yok. Aslında heykeli oraya niye diktiklerini bilen birileri bile yok.
Daha da ilginci; normalde “Themis” denilen -sözde- tanrıçanın gözleri kapalı
olur ki önüne geleni görmeden, objektif yargılasın. Ama Anayasa Mahkemesi
gözlerini açmış bu tanrıçanın. Yani geleni görecek. Hani nerde kaldı
objektiflik? Uydurmada bile objektif olamayan bir yargı söz konusu. Bu yargı
gerçek hayatta nasıl objektif ve adil olabilsin? Güç odaklarının arka
bahçesinde dönüşen Türkiye’deki yargı sistemi bu şekilde nasıl adalet
dağıtabilsin?
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış