İslâmi bir
otoritenin olması gerektiği fikri, İslâm’ı temel kaynaklarından ve doğru bir
şekilde okuyan her Müslüman için zihinde parlayan bir ışık gibidir. Yanan bu
ışık, heyecanı tetikler ve kişiyi harekete geçirir. Kur’an ve Sünnet
rehberliğinde devlete ulaşmak için uzun bir yolculuğa çıkar. Çıkar çıkmasın da
hedefe nasıl yürüyeceğini bilememek, çıkmaz sokaklara götürür ve çabuk yorar
insanı. Sonra da tüketir umutlarını. Tükenmiş umutlar, dün uzanıp tutulacak
kadar yakın gördüğü “devleti” artık imkânsız göstermeye başlar. İmkânsızlık,
zamanla dillere pelesenk olur. Bir kültür hâline dönüşür ve gelecek nesillere
aktarılır. İnandığı gibi yaşayamamak derin travmalar oluşturur insanda. Bu
travmalardan kurtuluşun tek adresi kendisine yeni inançlar tesis etmektir: “Allah bizden devlet istemiyor”, “Biz
Müslümanca yaşarsak devlet zaten gelecektir”, “Önce kendimizi ve ailemizi bu
sistemden korumalıyız” vesaire vesaire.
Bu makalenin ana
konusu yolunu kaybetmiş kardeşlerimizin kısa tarihini, nerede yanlış yaptıklarını
ve geldikleri noktayı ele almaktadır. Derdimiz, kimseyi eleştirmek değildir.
Derdimiz, yüzbinlerce kardeşimizin umutlarını kıran, onları çaresizliğe
sürükleyen hatalar zincirini bulmak ve yeni hatalara düşmelerine mâni olmaktır.
Allah bizleri doğru yoldan ayırmasın.
Öyleyse başlayalım…
Hilâfet’in
kaldırılmadan kısa bir süre önce başladı aslında bu serüven. Osmanlı Hilâfet
Devleti’nin “hasta adam” olarak vasıflandırılması, sömürgeci Batının
teknolojik üstünlüğü, beldelerimizin tek tek işgal edilmesi sonucunda bir kesim
Batı hayranlığına saplanırken bir kesim de Batı’nın kalkınmışlığını dindeki
reforma bağlamıştır.
Hatırlayalım:
Avrupa; Kilise ve Kral otoritesi altında inim inim inlerken, bu iki güç
arasında gizli bir çatışma, çıkar kavgası da tarih boyunca devam etmiştir. “Tanrı
adına karar verebilme yetkisine sahip” Kilise, bu mücadelede her zaman bir adım
öndeydi. Kilisenin görüşlerine karşı çıkanlar aforoz yöntemiyle dinden
çıkartılıyor ve cehennem ile cezalandırılıyordu. Hâl böyle olunca kimse Kiliseye
rağmen bir adım atamıyordu.
Kilisenin mutlak
otorite sahibi olduğu Orta Çağ’da Martin Luther, endüljans sistemini[1]
sert bir dille eleştirdi. Hıristiyan bireylerinin köle olmadığından, özgür
olduğundan bahsetti. Bu çıkışlar sonrası tabii ki Roma ile ipler gerildi.
Kendisi aforoz edilince papalık makamını, Katolik Kilisesini tanımadığını
açıkladı. Martin Luther’in bu cesur çıkışı Kral ve Burjuva taifesi için de bir
fırsattı. Zira Kilise otoritesinin sarsılması en çok bu iki sınıfın işine
yarıyordu. Martin Luther Kral ve Burjuva’dan aldığı destekle eleştirilerini
dinselleştirdi ve “Protestan” mezhebi kuruldu. Protestan mezhebi, Katolik
Kilisesinin görüşlerine karşı gelmenin insanı dinden çıkartmayacağını, Hıristiyanları
cehenneme sürüklemeyeceğini söylemesi, geniş yankı uyandırmış ve insanlar akın
akın bu mezhebe geçiş yapmıştır. Böylece Kilise “tartışılmaz” zırhını ve dünya
hayatı üzerindeki etkinliğini kaybetmiştir.
Protestan
mezhebinin kuruluşundan yıllar sonra Sosyolog Max Weber, “Protestan Ahlakı ve
Kapitalizmin Ruhu” adlı kitabında Kapitalizmin doğuşu ve yayılmasını Luther’e
daha doğrusu Protestan mezhebine bağlamıştır ki bu kısmen doğru bir
yaklaşımdır.
Şimdi birlikte
düşünelim… “Hasta adam” diye anılan bir devletiniz var. İşler kötüye
gidiyor. Batılı devletler teknolojik imkânlarıyla yavaş yavaş beldelerinizi
elinizden alıyor ve kimse bu gidişata “dur” diyemiyor. Elbette konuşan
çok olacaktır. İşte onlardan bazıları “Batı’da kalkınmanın dinde reform
hareketinden sonra gerçekleştiğinden İslâm’ı günümüz şartlarına uygun hâle
getirmek gerektiği fikrini dillendirmeye başladı. Onlara göre Müslümanların,
bağrından Martin Lutherler, Calvinler çıkartması gerekiyordu. Nitekim çıktı da!
Cemaleddin Afgani, Müslümanların Martin Luther’i olarak sahnedeki yerini gururla
aldı! Onu Muhammed Abduh takip etti ve Muhammed Abduh’u da Reşid Rıza! İslâmi
düşüncenin son yüz yılına damga vuran bu üçlünün İngilizlerin egemen olduğu
diyarlardan çıkması sanırım rastlantı değildir. Zira İngilizler her türlü Batılılaşma
hareketini sonuna kadar destekleyerek İslâm ümmetini parçalamış ve Hilâfet’i
yıkmıştır. Makalenin ilerleyen bölümlerinde göreceğiniz üzere en nihayetinde bu
üçlünün öncülük ettiği fikirler de Batılılaşmadan bir parçadır.
Modern İslâm
düşüncesinin öncüsü olarak gösterilen bu üçlüden sadece Reşid Rıza el-Hüseynî Hilâfet’in
kaldırılışına şahitlik etmiştir. Bu nedenle Reşid Rıza’nın birtakım görüşlerini
buraya taşıyarak İslâm’ın nasıl “deforme edildiğini”, laikliğin nasıl “İslâmîleştirildiğini”
görmüş olacağız.
Muhammed Abduh ile
Mısır’da “El-Menar” adlı dergiyi çıkartan Reşid Rıza, klasik fıkıh anlayışını
yerden yere vurmuş ve ortaya çıkan mezheplerin, bir müçtehidi taklit etmenin,
gelişmenin önündeki en büyük engel olduğunu savunmuştur. Görünen o ki Reşid
Rıza, klasik fıkıh anlayışını Katolik
Kilisesine, kendisini de gericilikle mücadele eden Luther’e benzetmektedir.
Ona göre Orta Çağ’daki donukluk ne ise taklit de aynıdır. Dolayısıyla “klasik
fıkıh”tan uzaklaşılmalı ve “modern fıkıh” anlayışına geçiş yapılmalıdır.
Peki, neymiş bu
modern fıkıh anlayışı? Şimdi sıkı durun! Reşid Rıza’nın modern fıkıh anlayışına
göre; “Her şeyden önce Kur’an gelmelidir. Kur’an’da soyut genel ilkeler
vardır. Bunlar dünya ve ahiret olarak ikiye ayrılır. Ahiret ile alakalı naslara
dokunulmaz olduğu gibi alınır. Ancak dünya ile alakalı genel naslar içtihat
yoluyla hayata tatbik edilir. Bu nasları belirleyecek ve tatbik edecek olan
kurum “ulu’l emr”dir. Ulu’l emr, geniş bir halk kitlesinden oluşur, işlerini
meşveretle yürütür ve bunun günümüz karşılığı parlamentodur.”[2]
Reşid Rıza’nın
kanunları belirlerken başlıca başvuru kaynağı maslahattır. Ona göre şeriatın
getirdiği her şeyin hayatı kolaylaştırıcı bir rol oynaması gerekir. Maslahata
aykırı olan her şey batıldır ve şeriata aykırıdır. Velev ki âlimlerin tamamı
karşı görüş bildirse de velev ki fıkıh kitapları bunun aksini söylese de!
Daha fazla
ayrıntıya girmeden özetleyelim: Reşid Rıza, akide ve ibadetler ile dünyevî
işleri birbirinden ayırmıştır. “Akide ve ibadetler hakkında hüküm verme
yetkisi sadece Allah ve Rasulü’ne aittir” derken, bunların dışında kalan
dünyevi işlerde yetki, istişare ile karar alacak olan “ulu’l emr” yani
parlamentodadır. Parlamento, hüküm belirlerken Müslümanların maslahatlarını
esas almalıdır. Müslümanların maslahatı esas alındığı müddetçe bu durum şeriata
muhalif değil bilakis şeriatın istediğidir.
Bu satırları
okuyunca insan soramadan edemiyor: Reşid Rıza’nın İslâm’ı buysa laiklik nedir?
Laiklik dediğimiz şey tam da bu değil midir?
Laikliğin “İslâmîleştirilmesi”
işte böyle adım adım gerçekleştirildi. Buradaki kritik soru, Reşid Rıza nev’i
şahsına münhasır kendi küçük dünyasında sapık fikirleri savunan sıradan bir
adam mıdır yoksa kendi döneminde ve sonra gelen alimlere, hareketlere fikir
babalığı yapmış, önünü açmış bir adam mıdır? Bu kararı vermek için aşağıdaki
bilgilere bakmanızı öneririm.
Müslüman Kardeşler
teşkilatının kurucusu olan Hasan el-Benna, “İslâm sadece ana esasları koyar.
Meseleleri umumi olarak ele alır. Meselelerin geri kalan teferruatını ise,
zaman ve mekâna bırakır. Meselelerin teferruatı üzerinde pek fazla durmaz.
Fer’î hükümler zaman ve mekâna göre yapılacak içtihatla değişebilir” derken,
“Mısır’daki mevcut sistem ve parlamentonun İslâm’ın yönetim şekline ters
düşmediğini” söylemektedir. El-Benna’ya göre; yönetimin genel çerçevesini ve
ilkelerini veren Allah, uygulamada bir serbesti tanıdığı için demokratik bir
işleyişe sahip devlet, meşru bir devlettir.
Bu satırları
okurken aklınıza Reşid Rıza’nın söylemleri geldi değil mi? Gelmeli de! Nitekim
İbrahim el-Beyyumi Ganim, Ekin Yayınları’ndan çıkan “Hasan el-Benna’nın Siyasi
Düşünceleri” adlı kitabında Müslüman Kardeşler hareketinin, belli ölçüde
Cemaleddin Afgani,[3]
Şeyh Muhammed Abduh, Reşid Rıza ve onların ardılı olan düşünürlerle doğrudan
ilişkisi olduğunu belirtmiştir.
Reşid Rıza,
Kur’an’ı tefsir etmek istediği zaman Abduh’un kalmış olduğu yerden başladı.
El-Benna, Kur’an’ı tefsir etmek istediğinde Reşid Rıza’nın bırakmış olduğu
yerden başladı. Muhammed Gazali, El-Benna’ya “Niye buradan başladın?’’ diye sorduğunda şu karşılığı almış: “İmam Reşid Rıza’nın yapmış olduğunu boşa mı
çıkarayım.”
Reşid Rıza el-Hüseynî’nin
ekseninde, Hasan el-Benna’nın öncülük ettiği İhvan-ı Müslimin’in fikirleri
Mısır’dan dünyaya yayılırken Tunus’da Nahda, Filistin’de Hamas, Fas’ta Adalet
ve Kalkınma Partisi gibi birçok oluşumun da kurulmasına vesile olmuştur. Bu
hareketin Türkiye’deki yansımaları ise Fethullah Gülen hareketi ve Milli Görüş hareketidir.
Makale konumuz demokratik yollarla iktidara ulaşma odaklı olduğu için Fethullah
Gülen hareketini mercek dışı bırakıp Milli Görüş hareketi ve ondan türeyen AK
Parti üzerinde duracağız. Milli Görüş Hareketi, İhvan-ı Müslimin’in
Türkçeleştirilmiş hâli gibidir. Sahip olduğu fikirlerin omurgasını İhvan’dan
almıştır. Dolayısıyla “maslahat eksenli
dünyevî fıkıh” anlayışı Milli Görüş Hareketinde önemli bir rol
oynamaktadır. Nasıl Hasan el-Benna demokratik yollarla parlamentoya girmeyi,
iktidar olmayı, demokratik sistemle yönetmeyi, meşru görüyor ise Milli Görüş
Hareketi de aynı şekilde meşru görmüş ve bunu amelleriyle ortaya koymuştur.
Siyaseten ayrılmış
olsa da AK Parti’nin fikir dünyası Milli Görüş’le aynıdır. AK Parti’nin “Siyaset
Akademisi” ders notlarının 86. sayfasında İslâm’da reform yapılamadığı için
modern dünya ile kriz içinde olduğu şöyle açıklanmaktadır: “Hıristiyanlık on altıncı yüzyıldan itibaren Protestanlık aracılığıyla
modern toplumun bireycilik özelliğini kazanarak modern yaşama ayak uydururken, İslâm
bu konuda gerçekte kendi rönesans ve reformunu yapamadığı için modernleşme ile
uyumu konusunda ciddi bir kriz içinde bulunmaktadır.”
Akademik camiada
uluslararası bir üne sahip olan Utah Üniversitesi'nde Siyaset Bilimi dersleri
veren Prof. Hakan Yavuz 2010 yılında bir röportajda şu tespitlerde bulundu: “Bugün 'İslâmsız bir İslâm' görüntüsü ortaya
çıkıyor. Yani, ahlak, etik, hak-hukuk değerlerinden soyutlanmış bir İslâm.
Tamamıyla şekle dayalı ve tüketim araçları hâline dönüşen bir İslâm var. Bunlar
modern süreçleri ele geçirdiklerini iddia ediyorlar ve başarılılar. Medya, finans,
eğitim sektörü... Hepsinde güçlendiler. Ancak bunlar modernitenin içine
girdikçe, modernite de bunların içine giriyor. Modernite, dini yeniden
şekillendiriyor. Burada, kazanan kapitalizmin mantığı. Laik kesim, İslâmsız modernleşme istiyor ve dini, modernleşmenin
karşıtı olarak algılıyor. Bunun karşısında ise, İslâm'la beraber modernleşme
isteyen ikinci bir kesim var. Ana tartışma bu. Eskiden, 'Modernite İslâmsız
olmalı' diyenler hakimdi. Şimdi ise, 'Modernite İslâm'la beraber gitmeli'
diyenler. Hatta modernitenin ihtiyaçlarına göre 'İslâm yeniden yorumlanmalı'
diyenler de var. Yani, bugün Türkiye'de bir Protestan İslâm'ı oluşuyor.”[4]
Esasında AK
Parti’nin 20 yıllık iktidar seyrine dikkatlice baktığımızda Reşid Rıza’nın “dünyevî
fıkıh” anlayışının pratize edilmiş hâlini görmekteyiz. İşte bu nedenle bazen
onları camide Kur’an okurken, bazen laikliğe davet ederken, bazen faize
saldırırken bazen faizi överken, bazen İslâmi aile yapısını korurken bazen de
LGBT’lileri “baş tacı” ederken görüyoruz.
İhvan ile başlayan,
Milli Nizam ile Türkiye’ye taşınan, AK Parti ile son bulan “sistemin içerisinde sistemi değiştirme” fikri, aslından cüzüne
kadar baştan aşağı hatalı ve batıl bir fikirdir. Temelinde moderniteye tabi
tutulmuş, dünyaya öncelik tanıyan İslâm anlayışı yatmaktadır. İslâm’ın izzet
veren duruşundan yoksun, binlerce yıllık İslâm fıkhından uzak, Batı karşısında
ezik bir ruh hâlini ortaya koyan bir anlayış ve yöntemdir.
“Sistem içi
mücadele” olarak isimlendirilen bu fikrin pratik vakıaya uygulanması; sistem
içinde erimiş, sistemden bir parça olmuş, sistemi “yıkılamaz” olarak görmüş,
sistemden faydalanmayı seçmiş bir Müslüman tiplemesi oluşturmuştur. Zira dünün
devrimci gençleri bugünün büyük servet sahiplerine dönüşmüştür. Sistem içi
mücadele, AK Parti ile birlikte sistemi korumaya evrilmiştir. Zira sistem artık
kendilerinden başka bir şey değildir.
Maslahatı şer’i
hükümlerin temeli hâline getiren, dünyevi bir fıkıh oluşturarak bunu İslâm’dan
bir parça olarak kabul eden bu modernist zihniyetin başarısızlığı için delil
getirmeye lüzum dahi yoktur. Her şey ortadadır! Gören gözler, işiten kulaklar
bu hakikate şahitlik etmektedir. Mısır’da İhvan-ı Müslimin, Tunus’da Nahda,
Türkiye’de Milli Nizam Partisi ve türevleri, son olarak da AK Parti, sistem içi
mücadelenin başarısızlıkla dolu çizgisini görmek için yeterlidir. Hâlâ
göremeyenler için 1983 yılından beri Refah Partisi’nde o kapatılınca Fazilet
Partisi’nde yer alan 2001 yılından itibaren de AK parti saflarında yer alan, 5
kez Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanlığı, Kayseri Milletvekilliği, Şehir ve
Çevrecilik Bakanlığı yapmış, hâlen AK Parti Genel Başkan Yardımcısı görevini
yürüten Mehmet Özhaseki’nin katıldığı bir televizyon programında, “LGBT'li bireylerle ilgili düşünceniz nedir?”
sorusuna verdiği cevabı tarihe not düşmek adına buraya bırakıyorum:
“Madem ki Allah
yaratmış, hepsinin başımızın üstünde yeri var. Onun dışında saygı duymak ve
tercihlerine sonuna kadar saygı duymaktan başka elimizden bir şey gelmez bana
göre…”
Öyleyse şimdi
geleceğe bakma vaktidir!
Ne yapacağız? Nasıl yapacağız?
Geldiğimiz nokta
itibariyle laik kapitalist sistemin bir parçası olmadan bu sistemi değiştirmek
isteyenlerin önünde iki seçenek mevcuttur.
1-
Silahlı
Mücadele
2-
Rasulullah’ın
metodunu takip ederek Râşidî Hilâfet Devleti’ni kurma.
Silahlı mücadele,
sosyalizmin hayata hâkim olma metodudur; İslâm’ın değil. Sosyalistler hayattaki
çelişkilerin barizleşmesi ve insanlar nezdinde görünür hâle gelmesiyle sınıflar
arasında bir ayrışmanın olacağına inanmaktadır. Silahlı mücadele bu ayrışmayı
hızlandırması için takip edilen bir yoldur. İslâm’ı hayata hâkim kılmanın yolu ise
silahlı mücadele değildir. Bu yolun karşılığı şer’i naslarda yer almamaktadır.
Silahlı mücadeleyi kendilerine
delil olarak alan bu hareketler Medine dönemine ait ve aslı, bir yöneticinin
küfürle hükmetmesi durumunda ne yapılması gerektiğiyle alakalı olan Ubade b.
Samit’den rivayet edilen şu hadisi delil getirmektedirler: [دَعانا النَّبيُّ صَلَّى اللهُ عليه وسلَّمَ فَبايَعْناهُ، فقالَ فِيما
أخَذَ عَلَيْنا: أنْ بايَعَنا علَى السَّمْع والطَّاعَةِ، في مَنْشَطِنا
ومَكْرَهِنا، وعُسْرِنا ويُسْرِنا، وأَثَرَةً عَلَيْنا، وأَنْ لا نُنازِعَ الأمْرَ
أهْلَهُ، إلَّا أنْ تَرَوْا كُفْرًا بَواحًا، عِنْدَكُمْ مِنَ اللَّهِ فيه
بُرْهانٌ]
“Rasûlullah bizi çağırdı, biz de
kendisine biat ettik. Bizden söz aldığı şeyler arasında, sevinçte ve tasada,
darlıkta ve bollukta kendisini dinleyip itaat etmemiz, kendisini şahsımıza
tercih etmemiz ve işin ehline karşı çıkmamamız vardı. ‘Ancak açık bir küfür
görmeniz ve buna dair elinizde Allah'tan bir delil bulunması müstesna'
dedi.”[5]
Evet, böyle bir
hadis var ve sahih bir hadis. Kimse bu hadisi inkâr edemez. Ancak mesele,
hadisin varlığı meselesi değildir. Mesele, hadisin intibak ettiği vakıadır. Bu
hadisi, Rasulullah İslâm Devleti’nin kuruluşu esnasında Medine ahalisinden biat
alırken söylemiştir. Rasulullah, bu hadisi Mekke’deki yöneticiler için söylemiş
olsaydı ve bu hadise uygun ameller ortaya koysaydı, İslâm Devletinin ikame
edilmesinde şer’i bir nas olarak itibar edilirdi. Ancak hadis, İslâm Devleti’nin
yöneticileri ile alakalıdır. Bu hadisin uygulanması için her şeyden önce bir İslâm
Devleti olmalı, bu devletin yöneticileri İslâm ile hükmetmekten vazgeçmeli ve
açık bir şekilde küfür ile hükmetmelidir. Böyle bir olay vuku bulduğunu
varsayalım. Bu duruma şahitlik eden Müslümanlar, gerekirse güç kullanarak o
yöneticileri tekrar İslâm’la hükmetmesini sağlamakla mükelleftir. Bu onlar için
farzdır. Hadisin vakıası bundan ibarettir. Şer’î hüküm çıkartmada şer’î
nasların varlığı ne kadar önemli ise bu nasların intibak ettiği vakıaların
doğru bir şekilde analiz edilmesi de o kadar önemlidir, hayatîdir!
Konunun netleşmesi
açısından başka bir hadisi buraya taşımak istiyorum. İkinci Akabe Biati
esnasında Abbas bin Ubâde Rasulullah’a şöyle seslendi: [مرنا
فلنميلن عليهم بمنى ميلة واحدة فقال لهم أيضاً: لم نؤمر بعد] “‘Seni hak din ve
kitapla gönderen Allah’a yemin ederim ki; dilersen, Mina halkını da kılıçtan
geçiririz!’ dedi. Rasulullah ise ‘Biz henüz bununla emrolunmadık!’ buyurdu.”[6]
Mina, bilindiği
üzere Mekke’nin bir bölgesidir. Mina halkı Rasulullah’a zulmeden, Müslümanlara
işkence eden, yurtlarından çıkartan Mekkeli müşriklerdir. Onlarla silahlı
mücadele yaparak yönetimi ele geçirmek, Rasulullah’ın hareket metodundan bir
parça olmuş olsaydı. Rasulullah Medine ahalisinin bu teklifini kabul ederdi.
Ancak hadiste geçen lafızda Rasulullah, “Bununla emrolunmadık” dedi. Yani
süreci ve süreç içerisinde yapılması gerekenleri belirleyen bizzat Allah Subhanehu
ve Teâlâ’dır. Ve Allah Subhenu ve Teâlâ Rasulullah’a böyle bir emir
vermemiştir. Ta ki Medine’de devlet kurulana kadar!
Şer’i naslar,
Rasulullah’ın İslâm Devleti kurma metodunda silahlı mücadelenin olmadığını
göstermektedir. Bununla birlikte sistemi ele geçirmek ve değiştirmek için
silahlı mücadele yürüten herhangi bir kitleleşmenin başarılı olması, vakıa
itibariyle söz konusu değildir. En güncel gelişme kuşkusuz Taliban’ın
Afganistan yönetimini ele geçirmesidir. Ancak bu dahi sisteme karşı bir
mücadelenin değil işgalcilere karşı yürütülen bir mücadelenin sonucudur. Evet,
sömürgeci devletlerin işgal ettiği topraklarda onlarla mücadele etmek,
işgalcilere karşı cihat etmek o bölgedeki Müslümanlar için zorunludur, farzdır.
Bu mücadelenin sonucunda sömürgeci güçler geri çekilmek zorunda kaldığında
silahlı mücadele yürüten Müslümanlar İslâm Devleti, Hilâfet ilan edebilir.
Ancak bu, Rasulullah’ın bizlere gösterdiği yoldan farklı, istisnaî bir
durumdur.
Rasulullah’ın metoduna gelince;
Kuşkusuz o, şer’î
naslarla belirlenmiş aydınlık bir yoldur. Siyer kitaplarında Rasulullah’ın hayatı
ayrıntılı bir şekilde anlatılmaktadır. Sorun şu ki; bu ayrıntılı anlatımdan
Rasulullah’ın İslâm Devleti’ni kurma metodunu tespit etmede sıkıntı
yaşanmaktadır. Nitekim birbirinden oldukça farklı fikir ve yola sahip kitleler
kendi çalışmalarını Rasulullah’a nispet etmektedir. Bununla birlikte “Nebevi
Hareket Metodu”, “Rasulullah’ın Davet Metodu” başlığı altında yayınlanmış
birçok eser bulunmaktadır. Esasında bu eserlerin neredeyse tamamı,
Rasulullah’ın hayatını anlatmakta fakat hareket metodu ile alakalı özel
bilgiler sunmamaktadır. Bu eserlerden herkes dilediğini almakta ve adına “Nebevi
hareket metodu” demektedir. Bu durum ister istemez bir karışıklığa ve
yanlış anlaşılmalara sebebiyet vermektedir. Rasulullah’ın metodunu doğru bir
şekilde tespit etmenin iki önemli kriteri vardır:
Mekke ile Medine dönemlerini birbirinden ayırmak: Siyerde bizim
aradığımız, Medine’de kurulan İslâm Devleti’nin yoludur. Dolayısıyla
odaklanmamız gereken Rasulullah’ın Mekke dönemindeki söz ve fiilleridir. Zira
Yesrib’i “Medine” yapan yol, Mekke’den geçmektedir. Müslüman fertler Mekke-Medine
ayrımı yapmaksızın tüm hükümler ile mukayyet olmasına rağmen İslâmi kitleler,
Mekke’deki Nebevi hareket ile kendisine yol çizmelidir. Zira “Medine”
demek “devlet” demektir. Devletin sorumluluklarını da Mekke’de değil
Medine’de aramalıyız.
Metot ile üslup arasındaki farkı ortaya koymak: Metot, hakkında
özel bir nassın varit olduğu değişmeyen keyfiyettir. Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem, İslâm Devleti’ni kurana kadar Allah’ın kendisine
belirlemiş olduğu yolu takip etti. Aklen ve nefsen herhangi bir adım atmadı.
Bazı fiillerinde süreklilik hâkimdi, bazıları geçiciydi. Tüm sıkıntılara rağmen
vazgeçmediği, üzerinde ısrarla durduğu fiilleri metoda işaret eder. Çünkü onlar
Allah Subhenu ve Teâlâ’nın emirleridir. Bunlardan bazıları şer’î
naslarda yer almaktadır, bazıları ise fiilî olarak Rasulullah’ın amellerinde
yer almaktadır. Her nasıl olursa olsun bunların tamamı metottandır. Örneğin;
nusret talebi. Taif’te taşlandı, hakarete maruz bırakıldı ama vazgeçmedi. Ukaz
Panayırı’nda reddedildi, alay edildi yine vazgeçmedi. Dolayısıyla Rasulullah’ın
türlü eziyetlere rağmen ısrarla yapmaya devam ettiği fiiller, metottandır.
Onlar değişmez sabitelerdir. Bununla birlikte değişkenlik arz eden, bir yapıp
bir yapmadığı fiiller vardır ki onlar daveti taşımanın üsluplarındandır. Buna
örnek verecek olursak; Kureyş’in ileri gelenlerine bir yemek ikramında bulunup
orada risaleti tebliğ etmesi, üsluptur. Metot değişmez ama üsluplar zamana ve
şartlara göre değişkenlik arz edebilir.
Bu temel
kriterlerle siyere baktığımızda, Nebevi Hareket Metodu’nun üç merhaleden
oluştuğu görülecektir. Birinci merhale
kitleleşme; “Dar’ul Erkam” deyince herkesin aklına, İslâm’ın
gizli bir şekilde öğrenilmesi gelir. Rasulullah’ın davetine icabet eden
Müslümanlar Dar’ul Erkam’da toplanıp Rasulullah önderliğinde Kur’an ayetlerini
hıfzediyor ve İslâm’ı öğreniyorlardı. Bu kesit neredeyse tüm siyer kitaplarında
geçmekte ve Müslümanlar tarafından bilinmektedir. Burada dikkat edilmesi gereken
nokta bu eğitimin ferdî bir eğitim olmadığı kitlesel bir eğitim olduğudur.
Dolayısıyla birinci merhale, bir kitlenin oluşturulması ve kültürlendirme
merhalesidir.
Dar’ul Erkam’da
kültürlendirme devam ederken, Allah Subhenu ve Teâlâ şu emri indirdi: [فَاصْدَعْ
بِمَا تُؤْمَرُ وَأَعْرِضْ عَنِ الْمُشْرِكِينَ] “Emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve
müşriklerden de yüz çevir!”[7] Bu ayetten
sonra Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem bire bir yaptığı davet
çalışmalarını toplumsal olarak yapmaya başladı. Kureyş’i Safa Tepesi’ne çağırdı
ve onlara kendisinin gönderilmiş bir nebi olduğunu bildirdi. Onlardan
kendilerine iman etmelerini talep etti ve fertlere arz ettiği gibi davetini
topluluklara da arz etti. Aynı şekilde “Kâbe yürüyüşü”, “artık yeter,
kendimizi gösterelim ne olursa olsun yürüyüşü” değildir. Bilakis kamuoyuna
yönelik bir çalışmadır. Zira toplum, içinde yaşadığı kötü durumu değiştirmek
için değişimi düşünmeye başladığında doğru alternatif olarak kitleyi ve
fikirlerini görmesi kaçınılmazdır. Kitlenin, ferdî ve cemai davet çalışmalarını
yürütürken, topluma yön veren güç ehline, kanaat önderlerine yönelik olarak da
ayrı bir çalışma yürütmesi zorunludur ki bu çalışma, Taif ziyareti, Ukaz
Panayırı’na katılan kabilelerden nusret talep etmesi gibi Rasulullah’ın metodundan
bir parçadır. Güç ehli, toplumun değişimi arzuladığında ya toplum ile karşı
karşıya gelecek ve statükonun korunması için güç kullanacak ya da toplumun
değişim arzusuyla birlikte hareket edecek ve sistemi korumayı terk edecektir.
Bu tercih noktasında kitlenin duruşu ve o güne kadar yaptığı çalışmalar hayati
bir öneme sahiptir. Her halükârda değişim rüzgârlarının estiği bir toplumun
önünde hiçbir güç duramayacaktır.
Kamuoyunu kitleden,
kitlenin fikir ve çözümlerinden haberdar etme, nusret talebinde bulunma
merhalesi, ikinci yani kaynaşma merhalesidir. Kaynaşma merhalesinin nihayeti
kuşkusuz otoriteyi teslim alma merhalesidir. Bu merhalede toplum değişimi
arzulamış ve kitleyi kendisine lider olarak kabul etmiştir.
İşte Rasulullah’ın
metodu böyle bir metottur. Bu metot, toplumsal değişime ve iktidara götüren
yegâne yoldur. Ancak bilinmelidir ki bu yolu takip etmek için birkaç kişinin
bir araya gelmesi kâfi değildir. Bu yol, siyasi çalışmayı zorunlu kılar.
Dolayısıyla kitlenin ideolojik siyasi bir kitle olması kaçınılmaz bir
zorunluluktur.
Geçmişten çıkartılacak dersler
Kuşkusuz geçmişten
ders çıkartmak geleceğe daha güvenle bakmayı beraberinde getirir. Bu nedenle
geçmişten dersler çıkarmalıyız. Son yüz yıldır İslâm dünyası bir girdaba
sürüklenmektedir. Doğruyu ve yanlışı ayırt edecek ellerinde bir ölçü
kalmamıştır. Bu nedenle kendisine “doğru” diye verilenleri alıp “yanlış” diye
söylenenlerden yüz çevirmektedir. Bu da iktidar sahiplerinin varlığını
pekiştirmektedir. Zira iktidar sahipleri, kendi âli menfaatlerine dokunan her
şeyi “kötü” olarak gösterme noktasında mahirdir. Medya onun elindedir. Parayla
tutulmuş, unvan verilmiş nice saray âlimine sahiptir. STK’lar onun emrindedir.
Bunların vasıtasıyla toplumun nabzını tutmakta ve ona göre bir hareket tarzı
belirlemektedir. Hâl böyle olunca, şer’î hükümlerin değil maslahatların,
menfaatlerin ilk tercih olarak görüldüğü bir İslâm şahsiyeti ortaya
çıkartılmıştır. İktidar, unvan, para vs. uğruna değerlerini ayaklar altına alan
bu kişilerin toplum nazarında hiçbir karşılığı kalmamıştır.
İktidara gelmek ile
sistemi değiştirmek arasında fark vardır. İktidara gelenler önce sistemden bir
parça sonra da sistemin kendisi olurlar. İnançları kaybolur, umutları tükenir; bu
durumda haramlara kılıf aranır ve her seferinde bulunur. İşte bunlar, “toplumu
değiştireceğiz” diye yola çıkıp toplumun kendisini değiştirdiği kesimlerdir
ve bunlardan oldukça fazla vardır. “Çağın gerçeklerini iyi okumak lazım”, “toplumun
sizi kabullenmesi için biraz esnek olmanız gerekir” gibi eleştiriler
gerçekçi olmadığı gibi kitleleri uçurumun kenarına sürüklemektedir.
Değiştirilmesi gereken vakıa, toplumun kendisidir. Toplumdan bir parça olarak
toplumu değiştirmek hayaldir. İşte bu nedenle kitle, sahip olduğu doğru
fikirleri, hareket metodunu esnetmemeli, toplumun beğenisine uydurmaya
çalışmamalıdır.
Son söz…
Dünya egemenliğini
sürdüren kapitalizm ve Batı’nın dünyaya verecek hiçbir şeyi kalmamıştır.
Sömürgeci Batı’nın sözü tükenmiştir. Yalan üzerine kurduğu dünya kâbusa dönmüş,
kendisini kurtaracak bir kurtarıcı beklemektedir. Bir yandan dünyanın tek umudu
İslâm iken diğer yandan İslâmi camia umutsuzluk ve çaresizlik pompalamaktadır.
Yanlış fikir ve yanlış esaslar üzerine yapılan kitleleşmelerin faturası topluma
kesilmiştir. Artık şu tükenmişlik sendromundan kurtulma ve umutları tazeleme
vakti gelmiştir.
Hizb-ut Tahrir, İslâmi
ideolojik siyasi bir parti nasıl olunacağını hem teorik hem de pratik bir
şekilde ortaya koymuştur. Onunla birlikte çalışmayabilirsiniz ama onun
fikirlerinden ve tecrübelerinden istifade ederek Hilâfet için çalışan yeni bir
kitle kurabilirsiniz. İnsanlık size değil ama sizin sahip olduğunuz İslâm
ideolojisine muhtaç! Öyleyse kalpleri ve hedefleri birleştirme ve Râşidî Hilâfet
Devleti’ni yeniden inşa etmek için harekete geçme zamanı!
[1]
Endüljans sistemi şu şekildedir: Bir günahkâr günahlarını itiraf ettiğinde,
pişmanlık gösterdiğinde ve telafi için kefaret ödemeyi kabul ettiğinde, Kilise
günahkârın Tanrı tarafından günahlarının affedildiğini ilan eder. Kilise'nin
uygun gördüğü kefaretin ödenmesinin ardından günahkâra Kilise tarafından bir
endüljans belgesi verilir.
[2]
Dünyevi Bir “Fıkıh” İnşasına Doğru: Reşid Rıza'nın Fıkıh Usulü Eleştirisi ve
Modem Fıkıh Düşüncesi, Dr. Özgür Kavak
[3]
Afgani hakkında detaylı bilgi için; Hamza Arslan, Köklü Değişim Dergisi, 111.
sayı
[4]
Şenay Yıldız’ın Röportajı, Türkiye’de Kaybeden Gülen Cemaati, 25 Temmuz 2010 -
Akşam
[5]
Muttefikun Aleyh
[6]
Ahmed, Zehebi
[7]
Hicr Suresi 94
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış