Türkiye’de, İslâmi
yönetim, İslâmi Devlet, İslâmi anayasa, egemenlik ve meşruiyet konularında
bugüne kadar yazılan kitap, tez ve makalelerde, “İslâm’ın çok hukuklu bir
sistem olduğu”, “Medine Vesikası’nın bunu gösterdiği”, “Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’in bu sözleşmeyi hazırlayarak aslında çoğulculuk ve çok
hukukluluğu önerdiği” dillendirilmiş ve bu algının Müslümanlarda oluşması
amaçlanmıştır. Öncelikle makalemizde, oluşturulan bu algının dayanaklarının
tutarsızlık ve zayıflığını, algı sahiplerinin niyet ve amaçlarını
inceleyeceğiz. Sonra da Medine Vesikası örnek gösterilerek, siyasetçiler,
âlimler ve akademisyenlerin, siyasi partiler ve ülke yöneticilerinin İslâm dışı
yol, yöntem ve eylemlerine meşruiyet kazandırma girişimlerini irdeleyeceğiz. Makalemizde
odaklanacağımız son nokta ise Türkiye başta olmak üzere diğer Müslüman
beldelerin işgalci Yahudi varlığı ile ilişkilerini bu sözleşme (Medine Vesikası)
üzerinden meşrulaştırma girişimleri olacak.
Yukarıda bahsettiğim
algının neticesinde oluşan yanlış kanaat şu olmuştur: “Medine Vesikası, 7. yüzyılda
Arap Yarımadasında kurulan ilk İslâm Devleti’nin bir anayasası değildir, aksine
farklı dinî, etnik ve kültürel yapıların bir arada barış içinde yaşamaları için
oluşturulmuş toplumsal bir sözleşmedir!” Bu yanlış kanaate göre; “Medine Sözleşmesi’nde egemenlik
Allah’ın ya da İslâm’ın değildir! Kamusal hayatı ve kamu düzenini sağlayan
otorite İslâmi otorite değildir! Hicret ile Medine’de kurulan devlet, İslâmi
Devlet değildir! Medine’de kamu düzenini sağlayan Müslümanlar değildir!” Onlara göre bu sözleşmenin kaynağı
yani sözleşmenin hazırlanmasının dayanağı, Medine’de yaşayan farklı
toplulukların durumudur. Kısaca Medine Vesikası’na “çok hukuklu bir sözleşme”
olarak bakanlar bu çıkarımlarını vakıadan almışlardır.
Bu yanlış kanaatin
oluşması için çalışanlar, bunu savunanlar açıkça şunu söylüyorlar: “Medine
Vesikası, Müslümanlar, Medineli müşrik Araplar, Hıristiyanlar ve Yahudilerden
oluşan toplulukların Medine’de birlikte yaşamalarını düzenleyen bir toplumsal
sözleşmedir. Bu sözleşmenin taraflarından olan Müslümanların diğerlerinden
otorite ve yetki bakımından bir farkları yoktur. Zira Müslümanların sayısı
diğerlerinden azdır, bu sebeple de diğerleri üzerinde hâkim olabilecekleri bir
güç ve yaptırımları yoktur. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem ise bu
sözleşmenin hâkimi değil hakemidir. Yani Allah Rasulü Medine’de birlikte
yaşamak zorunda olan farklı dinî, etnik ve kültürel yapıların yaşamlarını
kolaylaştıran sözleşmenin uygulayıcısı değil hakemidir.”
Medine Vesikası’nın “Çoğulculuk” ve “Çok Hukukluluk”
Olarak Görülmesi
Bu yaklaşım; Allah’ın
İslâm’ı yeni bir ideoloji, yeni bir hayat sistemi, yeni bir düzen olarak
gönderdiğini, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’i ise bu yeni
sistemi uygulayacak devletin lideri olarak seçtiğini anlamak istemeyen zihin
yapısı ile izah edilebilir. Cahilî şirk düzenini değiştirmek, cehaleti
bitirmek, batılı zail etmek, hakkı üstün kılmak için gönderilmiş bir din
hakkında, “Medine’de çok hukuklu bir düzen inşa edildi, faklı dinî, etnik ve
kültürel yapıların birlikte yaşamaları İslâm ile sağlandı.” demek
cehalet ve gaflet ile izah edilemez. Bu, ancak Batı aydınlanmasının ortaya
attığı, çoğulculuk, çok hukukluluk, hürriyet ve demokrasi gibi düşüncelerin
etkisinde kalıp bu düşüncelerini İslâm’ı bozmak için kullanmak suretiyle
İslâm’a karşı çalışmak ile izah edilebilir.
İslâm’ın ilkesel ve
evrensel davet metodu böyle bir amaca matuf değildir. İslâm tüm insanlığın
Kur’an ile rahmet ve hidayete kavuşmasını amaçlar. İslâm’ın, Kur’an’ın ortaya
koyduğu hükümler dışında bir hükmü, vahyin çerçevesini çizdiği hukuk dışında
bir hukuku kabul etmesi, buna olanak ve imkân tanıması düşünülemez. İslâm çok
hukukluluğu asla ve asla kabul etmez! Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in
liderliğinde Medine’de kurulan ilk İslâm Devleti’nin anayasası niteliğindeki
Medine Vesikası’na bakıldığında orada devletin dayandığı temel nitelikler
açıkça belirtilmiştir. Medine Vesikası, Rasulullah tarafından yazılmıştır ve
Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem bu vesikayı yazarken Yahudiler,
Medineli müşrikler ve Hıristiyanların durumunu değil vahyi esas almıştır.
Sözleşmenin ilk maddesinde; “Bu yazışma Allah’ın Rasulü Muhammed’den bir
yazışmadır!” ifadesi, vesikanın meşruiyetini nereden aldığına ilişkin
bize net bir fotoğraf sunmaktadır.
Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem hicretten önce Evs ve Hazreç kabilelerinden Mekke’ye
gelenlerden iki biat ile söz almıştır. Yani Allah Rasulü, Medine Vesikası’ndan
önce Ensar ile Akabe Biatı’nda sözleşmiştir. Ensar bu biat ile Rasulullah’a
nusret vermiştir ve onunla sözleşmiş, anlaşmıştır. Bu sözleşme, iki tarafın
yani Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem ile Evs ve Hazreç
kabilelerinin karşılıklı ortak çıkarlarına dayalı bir anlaşma değil, İslâm’ın
maslahatına dayalı bir sözleşmedir. II. Akabe Biatı’nda bulunanlar “Ey Allah’ın Rasulü! Size ne üzerine
biat edeceğiz?” dediklerinde Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve
Sellem onlara “Rahat
zamanlarınızda da sıkıntılı zamanlarınızda da dinleyip itaat etmek; darlıkta da
bollukta da Allah yolunda infak etmek; iyilikleri anlatıp kötülüklerden
sakındırmak, Allah için konuşmak ve Allah yolunda kınayanın kınamasından
korkmamak ve yine bana yardımcı olmak; yanınıza geldiğimde, kendinizi,
zevcelerinizi ve çocuklarınızı nelerden koruyorsanız beni de onlardan korumak
üzere biat edeceksiniz!” dedi. Orada bulunanlar, “Bunun karşılığında
bize ne var?” diye sorduklarında Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem
“Cennet
var!” buyurdu.
Şimdi Allah Rasulü
kendisinin Medine’ye “devlet başkanı” olarak girmesini sağlayan Medineli Müslümanlara
vermediği imtiyazı, Medine’de yaşayan müşrik, Yahudi ve Hıristiyanlara
verdiğini söylemek ne ile izah edilebilir? Medine Vesikası’na sosyolojinin
gerektirdiği çok hukuklu bir sözleşme olarak bakanlar, 120 yıldır aralarında
savaş ve çatışma olan Medineli Arap kabilelerin savaştan yoruldukları için
Rasulullah’a biat ettiklerini, bu yönleri ile Mekke’deki homojenliğe
benzemediklerini söylüyorlar. Yani Akabe biatlerinde sosyolojik bir maslahat ve
çıkarın olduğunu iddia ediyorlar. Mekke’de çektiği 13 yıllık sıkıntılı süreçten
sonra, kendisine yapılan onca teklifi elinin tersi ile iten Peygamberin
Medineli kabileler ile yaptığı biati bu düzeyde okumak, Rasulullah’ın çok
hukuklu bir site devletinde sadece hakem olmak için hicret ettiğini söylemek,
İslâm’ın geliş gayesini anlayamamak ve Rasulullah’ın siyasi liderliğini
kavrayamamak ile izah edilebilir. Daha da ötesi bu durum Batı’nın aydınlanma
düşüncesi karşısında İslâm düşüncesine sarılıp bağlanması gereken aydın ve
düşünürlerin yaşadıkları fikrî ve siyasi düşüklük ile izah edilebilir.
Burada şunun altını
özellikle çizmekte fayda görüyorum: Medine Vesikası’na çok hukuklu bir
sözleşme, anayasa olarak bakanlar, egemenlik hakkını paylaştırmış oluyorlar.
Hâlbuki Allah Subhanehu ve Teâlâ egemenlik hakkını başta Rasul SallAllahu
Aleyhi ve Sellem olmak üzere ne onun şahsına ne de Müslüman toplumda hiçbir
zümreye, kabileye vermemiştir. Durum böyle iken nasıl olur da diğerlerine yani
Medineli müşrik, Yahudi ve Hıristiyanlara böyle bir hakkı vermiş olur?
Medine’deki İslâmi Yönetime Nasıl Bakmalıyız?
Esasen bu mesele
-Medine Vesikası üzerinden yürütülen tartışmalar- direk yönetim meselesi ile
ilgilidir. Müslümanların bugün nasıl yönetileceği, halkların yönetim ile
ilişkilerinin nasıl olacağı ve yönetimin dayanacağı hukukun ne olacağı
meselesidir. Osmanlı Hilâfet Devleti’nin zayıflaması ve 1924’te Hilâfet’in
yıkılması sonrasında işte saydığım bu sorular üzerinden bir arayış her daim var
olmuştur ve hâlâ devam etmektedir. Arayış doğallığında İslâm tarihine dönmeyi,
oradaki tecrübelere bakmayı gerektirmektedir. Rasulullah SallAllahu Aleyhi
ve Sellem’in Sünnet’i ise başvurulması gereken öncelikli mercidir. İşte
yönetim konusunda İslâm ile demokrasiyi, İslâm ile çoğulculuğu, İslâm ile
modernizmi harmanlamaya çalışanların düşüncelerine dayanak bulma arayışları
Medine Vesikası’na başvurmalarını gerektirmiştir. Medine Vesikası’na bu amaçla
başvuranlar zorlama sosyolojik tespitlerini sözleşmenin esası hâline getirmeye
çalışmışlardır. Ancak tüm bu uğraşları kitaplarda, makalelerde kalakalmıştır.
Genel olarak İslâm dünyasında Müslümanlar İslâm’ın bir hayat sistemi, bir hayat
nizamı ve şeriat olduğuna inanıyor ve İslâm’ın bir yönetim şeklinin olduğunu
biliyorlar. Bir gün muhakkak yeniden hayat bulacağına dair güvenleri de taze
bir şekilde duruyor.
Medine Vesikası’nı “İsrail” ile Normalleşmeye Delil
Getirme Gayreti
Medine Vesikası
üzerinden yürütülen tartışmalar hakkında söyleyeceklerimiz konusunda bu
kadarıyla iktifa edelim. Şimdi bu sözleşmenin gasıp Yahudi varlığı ile ilişki
kurulmasına delil gösterilmesi konusuna gelelim.
İşgal ettiği günden
bugüne gasıp Yahudi varlığı ile yapılan antlaşmalara ve son süreçte yürütülen
normalleşmelere meşruiyet kazandırmak için Medine Vesikası’nı delil getirenlerin
gerekçelerine gelince; onlar, sistem içerisinde diğer dinlere hoş görülü olmak
gerektiğini iddia etmekteler ve bu iddialarına Medine Vesikası’nı dayanak
göstermekteler. Hatta bazıları daha da ileri giderek Medine Vesikası’nın
laikliğe dayandığını iddia ediyorlar.
Malum 1948’deki
işgalden bugüne özellikle Arap beldelerindeki halklar nezdinde “İsrail”in
meşruiyet durumu hep sorgulanmıştır. Müslüman halklar Filistin topraklarında
işgalci bir Yahudi devletinin varlığını hiçbir zaman kabul etmemişlerdir. Hatta
yakın zamanda Filistin’de yapılan bir sokak röportajında; Müslüman çocuklara “‘İsrail’in
başkenti neresidir?” diye
soru sorulduğunda, çocuklar “‘İsrail’ de kim/ne?”
diye cevaplıyorlar, “İsrail’in” bir devlet olmadığını, işgalci olduğunu
söylüyorlar. Kudüs’ün “İsrail’in” değil Filistin’in başkenti olduğunu
söylüyorlar. Çocuklar dâhil Filistin ve İslâm beldelerindeki Müslümanlar böyle
söylüyor ve inanıyorlar. Yani Müslüman halklar nezdinde “İsrail’in” bir
meşruiyeti yok. Ancak Arap devletler ve özellikle de Türkiye, “İsrail’i” bir
devlet olarak tanıyor ve ülke olarak normalleşme süreçlerinin halklarda da
karşılık bulmasını istiyor. Özellikle son dönemde gasıp Yahudi varlığı
temsilcisi Herzog’un Türkiye ziyareti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından özel
bir törenle karşılanmış olması tepki ile karşılandı. Ancak Erdoğan bu tepkilere
“İsrail
BM’nin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin tanıdığı bir devlettir. Onunla ilişkilerimiz
başka, Kudüs davası başkadır.” diyerek karşılık verdi. İşte bu
yaşananlardan hareketle kimileri gasıp Yahudi varlığı ile yapılan görüşmeler
için reel politiğin bir parçası olduğunu söyleyerek Medine Vesikası’nı yani
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Yahudiler ile yaptığı
anlaşmayı işaret ettiler.
Peki, gerçekten
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Medine’nin ilk yıllarında Yahudilerden oluşan
topluluklarla yaptığı bu anlaşma, reel politiğe delil teşkil eder mi? Daha açık
bir ifade ile Medine Vesikası, Arap rejimler ya da Türkiye’nin gasıp Yahudi
varlığıyla işbirliği yapmaları için gerekçe kabul edilebilir mi, onların bu
anlaşmalarına Medine Vesikası’ndan delil getirilebilir mi?
Medine Vesikası’nı
gasıp Yahudi varlığı ile işbirliği yapmak için delil göstermek;
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem ve ashabına yapılan
büyük bir iftiradır. Zira Medine Vesikası, Rasulullah SallAllahu Aleyhi
ve Sellem’in bir
devlet başkanı olarak imzaladığı anlaşmadır ve anlaşmada Medineli Yahudiler ile
ilgili maddeler vardır. Yani Medineli Yahudiler, Medine Anlaşması’nın diğer
tarafındaki devlet konumunda değil aksine tebaa konumundadırlar. Bu anlaşmanın
bugün Filistin’de işgalci konumunda olan “İsrail’in” devlet olarak tanınmasına,
onunla ticari, askerî, siyasi ilişki kurulmasına delil gösterilmesi öncelikle
çok büyük bir günahtır; Allah’a, Rasulullah’a ve İslâm’a da ihanettir.
Zira Medine
Vesikası’nı sıradan bir kişinin yaptığı anlaşma olarak değil Allah’ın Rasulü
olan Muhammed Aleyhi’s Selam’ın yaptığı bir anlaşma olarak
değerlendirmek lazım. Dolayısıyla Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve
Sellem asla ve asla Allah’ın hükmünü yok sayan, Allah’a isyan eden bir iş
yapmaz, yapamaz. İslâm’ın ve Müslümanların aleyhine olacak bir duruma asla rıza
göster(e)mez. Nasıl olur da bir peygamberin İslâm’dan ve değerlerinden taviz
içeren bir sözleşmeye onay verdiği düşünülebilir? Medine’de güçlü bir devlet
olana kadar Medine Vesikası’nı imzalayıp zaman kazanmak için Yahudilere taviz
verdiğini değerlendirmek Allah’ın emriyle çelişmektedir ve Allah Rasulü’nün
Allah’ın emrine karşı gelmesi düşünülemez.
Allah Subhanehu ve
Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
[وَاَنِ احْكُمْ بَيْنَهُمْ بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ
وَلَا تَتَّبِـعْ اَهْوَٓاءَهُمْ وَاحْذَرْهُمْ اَنْ يَفْتِنُوكَ عَنْ بَعْضِ مَٓا
اَنْزَلَ اللّٰهُ اِلَيْكَؕ]
“Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet, onların arzularına uyma, Allah’ın
sana indirdiği hükümlerin bir kısmından (bile) seni saptırmamaları için
onlardan sakın.”[1]
Eğer iddia edildiği
gibi Medine Vesikası Medine’deki Yahudilere verilmiş bir taviz ise bu tavizi
Allah Rasulü Mekke’de Müşriklere neden vermedi? Zira Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem ve sahabeler
çok sıkıntılı bir durum içindeydiler Mekke’de. Müşriklerin tekliflerini elinin
tersi ile iten Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem bunu, Allah’a
isyan içerecek hiçbir eylemde bulunamayacağı için yaptı. Rasulullah’ın şu sözü de
bu tespite delildir:
[أَنَا عَبْدُ
اللَّهِ وَرَسُولُهُ لَنْ أُخَالِفَ أَمْرَهُ] “Ben
Allah’ın kulu ve Rasulü’yüm; asla O’na asi gelmem!”[2]
Medine Vesikası’nda Yahudiler ile İlgili Neler Var?
Medine Vesikası’nda
Yahudiler ile ilgili maddelerin kahir ekseriyeti Yahudi kabileler arasında
devam edegelen kan davalarının diyetlerini ödemeleri ve onları kapsayan
uygulamalarla alakalıdır. Bu bile Medine’de yeni kurulan İslâm Devleti’nin hâkimiyet
gücünü ortaya koymaktadır. Medine Vesikası taviz değil bilakis İslâm’ın gücünü
gösteren maddeler ile doludur. Bu maddeler Medine’de hâkim olanın İslâm,
hükmedilenlerin ise diğer topluluklar olduğunu gayet açık bir şekilde ortaya
koymaktadır. Maddeler, hâkimiyetin kayıtsız-şartız İslâm’a ait olduğunu açıkça
göstermektedir.
Ebû Ubeyd Kâsım b.
Sellâm’ın Kitâbü’l-Emvâl’inde geçen maddelerden bazıları şöyledir:
• Hiçbir mümin, bir kâfir için, bir mümini
öldüremez ve mümin aleyhine hiçbir kâfire yardım edemez.
• Müminler sair insanlardan ayrı olarak
birbirlerinin dostu (kardeşi) durumundadırlar.
• Yahudilerden hiçbir kimse Rasulullah
SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in izni olmadan Müslümanlarla birlikte savaşa
katılamayacaktır.
• Yahudilerden bize tabi olanlar, zulme uğramadan
ve onların düşmanlarıyla yardımlaşmadan yardımımıza hak kazanacaktır.
• Üzerinde ihtilafa düşülen konular Allah’a
ve Rasulü’ne arz edilecektir.
Vesika’nın tamamı
incelendiğinde İslâm’a aykırı hiçbir maddeye rastlanamaz. Hele hele Yahudilere
taviz veren bir maddeyi asla bulamazsınız. Şunu da ifade etmekte fayda
görüyorum: İslâm, Yahudilerle anlaşma yapılmasını yasaklamamaktadır. Anlaşma
meşru olması hâlinde bu caizdir ki Medine Vesikası vakıaya değil vahye dayalı
meşru bir anlaşmadır. Burada mesele, Yahudilerle anlaşma yapmak meselesi değil
yapılan anlaşmanın mahiyeti ve içeriğidir. Rasulullah SallAllahu Aleyhi
ve Sellem Yahudilerle meşru zeminde ve meşru maddeler üzerine anlaşma
yapmıştır. Anlaşmayı ihlal eden Yahudi kabilelerden de Allah için hesap sormuştur.
İslâm’ın izzetine halel getirmemiştir.
Medine Vesikası’nın
hükümleri, Hicret’in ikinci yılında (624) tek taraflı olarak ilk defa Benî
Kaynuka Yahudilerince bozulmuştur. Bazı Yahudiler, Benî Kaynuka çarşısında
alışveriş yapan Müslüman bir kadını rahatsız etmiş, namusuna el uzatmış ve bu
durum birkaç kişinin ölümüyle neticelenen Müslüman-Yahudi çatışmasına sebebiyet
vermiştir. Müslümanların değerlerine hadsiz bir şekilde el uzatan ve anlaşmayı
bozan Benî Kaynuka üzerine Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem tarafından
derhal sefer düzenlenmiş, kaleleri muhasara edilmiş ve nihayetinde onlar
cezalandırılarak sürgün edilmişlerdir.
Anlaşmayı bozan
ikinci Yahudi kabilesi Benî Nadîr olmuştur. Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem bir gün, Müslümanlarla Yahudilerin beraber ödemeleri
gereken bir diyet parasını almak için Nadîroğulları’na gitmiş, bu esnada
Nadîroğulları, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’i öldürmeye
teşebbüs etmiştir. Uhud Gazvesi’nden altı ay sonra cereyan eden bu olay üzerine
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem, Nadîroğullarını 15-20 gün
muhasara altına almış, teslim olan Nadîroğulları Medine’den çıkartılmış (625)
ve Hayber’e sürgün edilmişlerdir.
Son olarak Hendek
Gazvesi’nde (627) Mekkeli müşriklere destek verme teşebbüsünde bulunan Benî
Kurayza Yahudileri de Mekkeli müşriklerle işbirliği yaparak Medine Vesikası’nı
ihlal etmişlerdir. Nihayetinde Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem ordusuyla
birlikte Benî Kurayza üzerine yürümüş ve ihanetlerinin bedelini onlardan
sormuştur. Görüldüğü üzere Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem de
Yahudilerle anlaşmalar yapmıştır. Ancak ne var ki yapılan anlaşmalara sadakat
göstermeyen, İslâm’ın değerlerini hiçe sayarak saldıran, Müslümanlara ihanet
eden Yahudilerden her ne pahasına olursa olsun hesabını sormuştur.
Medine Vesikası ve
Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in uygulamaları böyleyken bu
vesikayı delil gösterip işgalci Yahudi Varlığı ile her türlü ihanet anlaşmasına
imza atanlar ne yapıyorlar peki?
Mesela; Benî Kaynuka
Yahudilerinin sivil Müslümanları katlettiği gibi Mavi Marmara gemisine baskın yapıp
Müslümanları şehit eden işgalcilere karşı ne yaptılar? Allah Rasulü’nün yaptığı
gibi onlar da gasıp Yahudi varlığına karşı bir savaş başlatabildiler mi?
Yaptırım uygulayabildiler mi? Mavi Marmara katillerinden hesap sorabildiler mi?
Katilleri kendi mahkemelerinde yargılayıp cezalandırabildiler mi? Benî Nadîr
Yahudilerinin Medine pazarında Müslüman kadınlara yaptıklarının benzerlerini
bugün gasıp Yahudi varlığı “İsrail” polisleri Kudüs’te yapıyorlar. Her gün bir
Müslüman kadını katlediyorlar, Mescid-i Aksa’nın avlusunda yaşlıları ve
kadınları tartaklıyorlar. Bu yapılanlara karşılık mevcut yöneticiler bir şey
yapıyorlar mı? Benî Kurayza Yahudilerinin müşriklerle yaptığı işbirliği gibi,
bugün de gasıp Yahudi varlığı “İsrail”, Amerika ile işbirliği yaparak Kudüs’ü
başkent ilan etti. ABD’nin küstah başkanı elçiliğini Kudüs’e taşıdığını
duyurdu. Bu olanlar karşısında mevcut yöneticiler ne yaptılar? Sadece
kınadılar; sonra şiddetli kınadılar. En sonunda da normalleşmenin yolunu
tuttular! BM’nin, İslâm İşbirliği Teşkilatı’nın, Arap Birliği’nin yolunu
tuttular. Kendileri koltuklarında çakılıp kaldılar BM’yi göreve çağırdılar.
Hülasa Filistin’de 75
yıldır işgalci olarak duran Yahudi varlığını tanıyan devlet ve yönetimlere neye
göre bu işgalci varlığı tanıdıklarını soramayanların, bugün kalkıp üstüne üslük
bir de Rasulullah’ın yaptığı Medine Vesikası’nı bu yöneticilerin cürüm ve
ihanetlerinin üzerini örtmek için kullanmaları kabul edilecek bir şey değildir.
Bu durum Medine Vesikası’nı Batı’ya göbekten bağlı yöneticilerin günahlarına
alet etmektir. Rasulullah’a ve sahabelerine iftira atmaktır. Onları, Rasulullah
SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in şu hadis-i şerifi ile uyarıyoruz:
[قَالَ النَّبِيُّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ
لَا تَكْذِبُوا عَلَيَّ فَإِنَّهُ مَنْ كَذَبَ عَلَيَّ فَلْيَلِجْ النَّارَ] “Nebi SallAllahu
Aleyhi ve Sellem söyle buyurdu: ‘Bana yalan isnat etmeyin! Her kim bana yalan
isnat ederse ateşe girer.’”[3]
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış