İslâm’a ve
Müslümanlara düşman olan Batılılar, Müslümanlara karşı yürüttüğü kültürel
savaşta, onları kendi ideolojileri, hadaratları ve hayata bakışları ile
şekillendirmek için yıllardan beri birçok çalışma yapmaktadırlar. Bu
çalışmaların başında kendi bozuk ideolojileri ve hedefleri çerçevesinde
tanımladıkları kavram ve mefhumları, Müslümanlara kabul ettirmek gelmektedir.
Ve maalesef özellikle günümüz Müslümanları üzerinde bu alanda büyük bir başarı
elde etmişlerdir. Zira bugün Müslümanların büyük bir bölümü Batılıların
ürettiği ve tedavüle soktuğu kavram ve mefhumlarla tercihlerini ve eğilimlerini
belirler hâle gelmişlerdir.
Batı, uzun yıllardan
beri ilmî, kültürel, bilimsel ve sosyolojik çalışmalar adı altında yürüttükleri
faaliyetlerle gerek ilk dönemlerdeki misyonerlik faaliyetleri ile gerek daha
sonraları yürüttükleri oryantalizm/şarkiyatçılık faaliyetleri ile gerekse de
sürekli uyguladıkları eğitim faaliyetleri ile kendilerine ait olan birçok İslâm
dışı kavram ve mefhumu Müslümanların zihinlerine ve hayatlarına
sokabilmişlerdir. Örneğin; demokrasi, cumhuriyet, laiklik, milliyetçilik,
hürriyetler düşüncesi gibi İslâm’a tamamen zıt ve öldürücü mefhumlar, bugün
Müslümanların zihinlerinde, dillerinde ve hayatlarında büyük bir yer tutar hâle
gelmiştir.
Bu kesimler bununla
da kalmamış bizzat İslâm’a ait mefhumları ve dahi şer’î ıstılahları, kendi
hayata bakış açıları ve kirli hedefleri doğrultusunda tanımlayıp kendi
çıkarları ile uyumlu hâle dönüştürmeye çalışmışlardır. Örneğin; iman, İslâm,
Müslüman, cihat, aile, nikâh, talak, mutluluk, saadet, ibadet, kulluk ve
benzeri tüm İslâmi ıstılahları yeniden ele alıp tanımlamış; içlerindeki İslâmi
mefhumları boşaltıp yerine Batılı hadarata uygun mefhumlar yükleyip bu şekilde
yaygınlaşmasını sağlamışlardır. Bunlar gibi birçok kavram Batılılar tarafından
özellikle üretilip ve titizlikle tanımlanıp kamuoyu araçları ile hedef ve
planlarına hizmet eder şekilde yaygınlaştırılmaktadır. İşte bu kavram, mefhum
ve tanımlar ile insanların zihinlerini doldurmak, Batılıların Müslümanlara
karşı yürüttükleri yok edici savaşın büyük bir parçasıdır.
Maalesef bir kısım
düşünür, “âlim” ve kanaat önderleri de Batılıların ürettiği ya da tanımladığı
bu kavramları yine onların içlerini doldurduğu mefhumlarla pervasızca
kullanmakta ve zihinleri iğfal için yeniden kodlanmış bu kavram ve tanımlar
böylece Müslüman zihinlerde ve kamuoyunda hızla yayılmaktadır.
Aynı zamanda
geçmişten bugüne Müslüman âlimlerin “şer’î kaide” olarak ortaya koydukları bazı
ıstılahları da saptırarak mevcut sistemin bekası yolunda kullanmakta da hiçbir
beis görmemektedirler.
İşte bu kavramlardan
ve şer’î kaidelerden birisi de; halk içinde “ehven-i şer” olarak bilinen
kaidedir. Doğru ifadesi “Ehven-i şerreyn” olan bu kaide, Müslümanların
bir kısım amellerini etkileyen ve bilerek ya da bilmeyerek kimi gayri İslâmi
davranışları legalleştirme noktasında öne sürülen bir kavramdır.
Osmanlı Devleti’nin
fikren gerilediği ve çöküş dönemine girdiği son dönemde bir kanunname olarak
yayınlanan “Mecelle-i Ahkâm-i Adliye”de de yer alan bu kavram, günümüzde
en çok seçim dönemlerinde gündeme gelen bir kavram olmuştur. Mevcut laik
demokratik sistemler içerisinde bir partiyi seçme ve ona oy verme noktasında
Müslümanları yönlendirmek için en sık kullanılan kılıflardan birisi hâline
gelmiştir. İşte bu yazımızda, içeriği saptırılan ve gayri İslâmi partileri
desteklemek için kullanılan bu kaideyi ele almaya çalışacağız.
Öncelikle şunu ifade
edelim ki; ehven-i şerreyn kaidesi şer’î bir nass değil, bir kaidedir. Bu
kaideyi şer’î hükümlerden istinbat ederek kabul eden âlimler tarafından ortaya
konulmuştur. Buna göre; bir kaidede veya o kaidenin uygulanmasında bir ihtilaf
ve anlaşmazlık meydana gelirse bu kuralın anlamını ve sınırlarını belirlemek
için, bu kaidenin çıkarıldığı kaynaklara yani şer’î nasslara başvurmak gerekir.
Böylece bu kaidenin anlamı, nasıl tatbik edileceği, istisna veya tahsis
durumları açığa çıkar.
İşte bu kaideyi
benimseyen âlimlere göre; eğer bir kişi iki haramı işlemek ile karşı karşıya
kaldığında, şayet bu iki haramı da terk etmek hiçbir şekilde mümkün değilse ya
iki haramı birlikte işlemek ya da sadece birini işlemekten başka hiçbir şeye
güç yetiremiyorsa işte o zaman bu iki haramdan en hafif olanını tercih etmesi
gerekir. Zira aksi takdirde ya iki haramı birlikte işlemiş olacaktır ya da daha
büyük bir haramı işlemiş olacaktır.
Ehven-i şerreyn’i
şer’î bir kaide olarak benimseyen âlimlere göre bu kaidenin tanımı budur: “İki
şer ile karşı karşıya kalındığında ve ikisini birden terk etmeye asla güç
yetiremediğinde yapması gereken, iki şerden ehven olanını tercih etmesidir.”
Bu kaidenin
kendisinden çıkarıldığı şer’î nasslara bakıldığında bu kaidenin anlamı ve
sınırları daha da netleşir.
Rabbimiz şöyle
buyurmuştur:
[فَاتَّقُوا
اللّٰهَ مَا اسْتَطَعْتُمْ] “Gücünüz yettiğince Allah’tan sakının!”[1]
Ve şöyle buyurmuştur:
[لَا يُكَلِّفُ
اللّٰهُ نَفْسًا اِلَّا وُسْعَهَاۜ] “Allah kimseye gücünün yettiğinden fazlasını yüklemez.”[2]
Bu kaidenin
çıkarıldığı bu nasslar, güç yetirememe hâlini açıkça ifade etmektedir. Buna
dayanarak âlimler, “iki mefsedet birleştiğinde, ikisinden de kaçınmak mümkün
olmadığında daha az olan mefsedetin tercih edilmesi gerektiğini” ya da “daha
büyük bir maslahatı elde etmek için daha küçük maslahatı terk etmek gerektiğini”
söylemişlerdir. Tabii ki burada kastettikleri “maslahat” ve “mefsedet”,
insanların kendi heva ve heveslerine göre belirledikleri maslahat ve
mefsedetler değil, şeriatın emrettiği maslahatlar ya da şeriatın yasakladığı
mefsedetlerdir. Bu kaideyi zikreden İmam Gazali maslahattan neyin
kastedildiğini şöyle ifade eder:
[أما المصلحة
فهي عبارة في الأصل عن جلب منفعة أو دفع مضرة ولسنا نعني به ذلك، فإن جلب المنفعة
ودفع المضرة مقاصد الخلق وصلاح الخلق في تحصيل مقاصدهم، لكنا نعني بالمصلحة
المحافظة على مقصود الشرع] “Bir menfaatin celbi ve bir zararın defi anlamında
kullandığımız maslahat, halkın maksatları ve bu maksatlarını gerçekleştirmek
için olan maslahatları değildir. Bizim maslahattan kastımız; şeriatın
maksatlarını muhafaza etme maslahatıdır.”
Evet, bu kaideyi
benimseyen İslâm âlimleri bu kaidenin sınır ve şartlarını açıkça ortaya koymuşlar
ve örneklerle açıklamışlardır. Ve şu ölçüyü açıkça ifade etmişlerdir ki; bir
kimse hayatını kaybetme noktasında bir mecburiyet ile karşılaştığında ve önünde
iki haram bulduğunda, bu haramlardan kaçınmak ve helal olan ile iktifa etmek
mümkün olmadığında o kişi daha hafif olan ile amel eder.
Örneğin; bir annenin
doğumu güçleşip ya anneyi ya cenini kurtarmak noktasında kalındığında, yani
eğer bir tercih yapılmadığı taktirde hem anne hem cenin kaybedilecek ise ve
cenini kurtardıklarında anne hayatını kaybedecek, anneyi kurtardıklarında cenin
hayatını kaybedecek ise bu durumda ehven-i şer olarak ceninin ölümüne sebep
olsa da annenin kurtarılması gerekir. Buradaki karar, anne ve ceninin velisinin
isteğine bırakılmaz, bilakis şeriata göre tercih yapılır.
Yine mesela; bir
kişi, farz namazının vakti geçme noktasında iken boğulan bir kimseyi gördüğünde,
yani ya farz namazını vaktinde kılacak ya da boğulan kişiyi kurtaracak; işte bu
durumda namazının vakti geçse de boğulan kişiyi kurtarmaya çabalaması gerekir.
Bu durumda farz namazını kılmayı tercih edemez.
İşte bunlar gibi iki
şer ile karşılaştığı ve ikisinden de kurtulmanın mümkün olmadığı durumlarda
şeriatın belirlediği ölçülere göre daha az olanını tercih etmesi gerekir. Ve
buradaki tercih kıstası, kişinin arzusuna göre değil şeriata göredir.
Mesela; iki canı
muhafaza etmek, bir canı muhafaza etmekten daha önemlidir. Canı muhafaza etmek,
parayı muhafaza etmekten daha üstündür. İslâm yurdunu muhafaza etmek, dini
muhafaza etmenin parçası olduğundan canını ve malını muhafaza etmekten daha
mühimdir. Bir Müslüman kardeşinin canı, kişinin kendi canından daha ehvendir.
Bu ölçüler çerçevesinde mesela bir kişi eğer bir Müslümanı öldürmediği takdirde
kendisinin öldürüleceği bir durumla karşılaşır ise o takdirde kendi ölümüne
sebep olsa dahi bir Müslümanı öldüremez. Ancak kendi canı ile bir Müslümanın
malı arasında kalırsa o takdirde malın helak olması pahasına kendi nefsini
kurtarır. Bunlar gibi örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Bu örneklerde de
görüldüğü gibi bu kaide, aslında ehli için kapalı ve muğlak değildir. Şartları
ve vakıası malumdur. Ancak bu kaideyi muğlaklaştırıp günümüzde demokratik
partiler arasında tercih yapma noktasına getirenlerdeki sorun, bu kimselere
isabet eden büyük bir musibettir. Bu musibet de cahillik, ümitsizlik ve dine
karşı lakaytlık musibetidir. İşte bu musibet onları, küfür sistemlerini
destekleme noktasında her şeyi kullanma durumuna düşürmüştür. Eğer onlar
Müslümanlardan ve Allah’ın yardımından ümit kesmeselerdi, kendi elleri ile
işlediklerinden dolayı kalpleri İslâm’a karşı lakayt hâle gelmeseydi, bu
kaidenin bu şekilde gündem olması söz konusu olmayacaktı.
Bu kaideyi kullanan
günümüz saray mollaları Müslümanları apaçık haramlara yönlendirmektedirler.
Hiçbir muttaki ve salih bir âlimin vermeyeceği fetvaları vermektedirler. Hakkı
batıla karıştırıp bile bile hakkı gizlemektedirler. Ve ortaya koydukları
cürümleri “Müslümanların maslahatı” olarak göstermektedirler.
Mesela şöyle derler: “Evet
tüm partiler laik ve demokrat partilerdir, ancak ‘A’ partisi gelirse
Müslümanlara faydası dokunur; diğer partiler ise zarar verir. Ondan dolayı
ehven-i şer kaidesine göre ve Müslümanların maslahatı için ‘A’ partisine oy
vermek gerekir hatta ehven-i şer kaidesine göre vaciptir.” Ya da; “Falan
partiyi desteklemeyelim de filan parti mi gelsin?” derler.
Bu sözler, ne ehven-i
şerreyn kaidesiyle ne de İslâmi hiçbir hükümle bağdaşmayan batıl ve saptırıcı
sözlerden başka bir şey değildir. Onların bu sözlerinin benzeri “Meyhaneleri
ya da bankaları biz işletmeyelim, laikler işletsin de onlar mı kazansın ve
güçlü olsun; buraları bizim işletmemiz Müslümanların maslahatına daha
uygundur.” diyen kimsenin sözleri gibi batıl ve saçmadır.
Aynı şekilde bu
kimselerin misali; önümüze ölü eti ve domuz eti koyup da acıktığında “bu
ikisinden daha ehven olanını tercih et” diyen kimsenin misali gibidir.
Hiçbir ikrah-i mülci olmaksızın tertemiz olana yönelmek dururken haramlara
yönlendirmek, dini oyun ve eğlence edinen saptırıcı dillerin sözlerinden başka
bir şey değildir.
Bu saptırıcı dillerin
sahiplerine söylenecek söz ise şu hadis-i şeriftir:
[من كان يؤمن
بالله واليوم الآخر فليقل خيراً أو ليصمت] “Allah’a ve ahiret gününe iman eden
bir kimse ya hayır konuşsun ya da sussun.”[3]
Sizler iyiliği
emredip kötülüğü nehyetmiyor, hayır konuşmuyorsunuz! Bari susun da ümmet sizin
şerrinizden kurtulsun…
Evet, ehven-i şerreyn
kaidesi, bu kaideyi benimseyen âlimlere göre tanımı, şartları ve vakıası
belirlenmiş bir kaidedir. Bu kaide; kişinin ikisini de terk edemeyeceği şekilde
haramlarla karşı karşıya kalması, bu haramları terk etmeye asla güç
yetirememesi, bir şey yapmadığı takdirde iki haramı birden işlemek zorunda kalması
ya da birini tercih etmeye ikrah altında zorlanması vb. gibi durumlarda geçerli
olan ve böylesi durumlarda hangisini seçmesi gerektiğini de yine şer’î hükümler
çerçevesinde belirlenmiş bir kaidedir. Bu hâl ve şartlar dışında bu kaidenin hiçbir
geçerliliği yoktur.
Bugün içinde
bulunduğumuz gayri İslâmi toplum yapısında ise Müslümanın yapması gereken laik
ve demokratik partilerden birini tercih etmek değil, Rasulullah’ın minhacı
üzerine İslâm davetini yüklenip İslâmi hayatı yeniden başlatacak olan Râşidî
Hilâfet’i ikame etmek için çalışmasıdır. Ve o gerçekleştiğinde kalplerinde
hastalık olan bugünkü saptırıcı kimseler ancak pişmanlık duyacaklardır.
[فَتَرَى
الَّذِينَ فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ يُسَارِعُونَ فِيهِمْ يَقُولُونَ نَخْشَى أَن
تُصِيبَنَا دَآئِرَةٌ فَعَسَى اللّهُ أَن يَأْتِيَ بِالْفَتْحِ أَوْ أَمْرٍ مِّنْ
عِندِهِ فَيُصْبِحُواْ عَلَى مَا أَسَرُّواْ فِي أَنْفُسِهِمْ نَادِمِينَ]
“Kalplerinde hastalık bulunanların, ‘Başımıza bir felaketin gelmesinden
korkuyoruz!’ diyerek onların arasına koşuştuklarını görürsün. Umulur ki Allah
bir fetih yahut katından bir emir getirecek de onlar, içlerinde gizledikleri
şeyden dolayı pişman olacaklardır.”[4]
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış