İnsanoğlu, Allah’ın bir takdiri olarak aciz yaratılmıştır.
Zira her şeye güç yetiren, bütün noksan sıfatlardan münezzeh olan yalnızca
Allah Subhanehu ve Teâlâ’dır. Bu durum, insanoğlunun kesintisiz ve
sınırsız hüküm verme özelliğini ortadan kaldıran önemli bir unsurdur. Çünkü
insanların her biri hüküm vermeye kalksa dünyada ciddi bir başıboşluk ve anarşi
çıkardı. Bu yüzden insanlar bu işi yüklenmek yerine doğrudan bir hükmün veya
nizamın çatısı altında konumlanmışlardır. Bulundukları konum ise onların dünya
hayatındaki yaşam standardını, hayata bakış açısını ve ortaya koyduğu fiilleri
belirlemiştir. Mesela; Allah’ı inkâr eden, hayatın öncesi ve sonrasını yok
sayan komünist nizamda insanlar, ahlaki ve ruhi erdemlerini kaybetmişler,
yaratıcının vakıasını zihinlerinden silmişlerdir. Kapitalizmde ise laik,
seküler bir dünya görüşünün doğurduğu sonuç, komünizmdeki inkârdan doğan
sonuçtan çok da farklı değildir. Toplumlar her iki nizamın etkisiyle
ruhsuzluğa, ahlaksızlığa sürüklenmişlerdir. Ayrıca en temel insani unsurların
güvenliğinden mahrum kalmışlardır. Canın, malın, aklın, neslin tehlikede olduğu
bir toplumsal yapıya mahkûm edilmişlerdir. Neden? Çünkü insan kaynaklı
nizamların çıkardığı hükümler ve çözüm önerileri her insan için eşit, her
döneme uygun, her zamana mutabık düşen bir şekilde belirlenemez. Değişiklik ve
buna bağlı olarak tahrifat, böylesi nizamlar için kaçınılmaz sondur. Sıklıkla
kanunların değişmesinin sebebi, devletin nizamının gelişmesi değil aksine bir
önceki kanunun bozukluğu ortaya çıktığı içindir. “Demokraside çare
tükenmez” sözünü duymuşsunuzdur. İşte bu söz, kul yapısı kanunların
hiçbir temele dayanmadığı hususunda bir itiraftır. Temelsizlik, yüzeysellik,
değişkenlik ve uyumsuzluk demokratik nizamların apaçık gerçeğidir. Sorun bazlı
çözüm üretme anlayışı öngörüsüzlükten başka bir şey değildir. Aynı soruna
farklı zamanlarda farklı çözümler bulmak ve uygulamak ise tam bir adaletsizlik
örneğidir. T.C. Ceza Hukuku’na göre kasten insan öldürme suçuna verilen 3
farklı ceza uygulamasına şahit olduk. Suç unsuru aynı olmasına rağmen bir dönem
idam cezasına çarptırılan failler, başka bir dönem belli bir süre cezaevi
süreci yaşarken şimdi ise ağırlaştırılmış müebbet hükmü almaktalar. Buna benzer
birçok suçun cezası konusunda ciddi adalet sorunları yaşanmaktadır. İşte bu
konu bile zamanın değişmesi ile hükümlerin değişmesi gerektiği tezini basitçe
boşa çıkarmaktadır.
“Tez” demişken; zamana
ve olayların gidişatına göre hüküm belirleme çabası bir ihtiyaçtan
kaynaklanmıştır. Yoksa bilimsel bir tez veya akademik bir çalışma olarak
sunulmadı, sunulamaz da. Zira değişen devlet kurumları bir önceki kurumdan
miras kalan tüzük, yönetmelik ve kanunların değişmesi konusunda hırslı ve ön
yargılıdır. Çünkü yönetme işini rakiplerinden devralmışlar ve aynı çizgide yürümeleri
olanaksızdır. Bilakis iktidara gelmek için bile topluma sundukları vaatlerin en
önemli kısmını işte bu olgu oluşturur: “Eskiyi değiştirmek.” Tabii ki
bir gün kendilerinin de eskiyeceğinin farkında olarak…
Bu, yönetime talip olan demokratik parti ve liderlerin
görüşüydü. Bir de Müslümanların bu yönetim anlayışını delillendirmek için
ortaya koyduğu bazı görüşler var ki tıpkı zamana göre hükmün değişmesi gibi
değişip dönüşüyor. Mesela; Müslümanlar arasındaki en güçlü tez; Hz. Ömer
zamanındaki hırsızlık cezasına verilen hükümdeki farklılıktır. Rivayet o dur ki:
“Hatıb b. Ebi Belta’nın oğlunun iki kölesi, Muzeyne kabilesinden bir adamın
devesini çaldıklarında efendileri onların ellerini kesmek istemişti. Fakat Ömer
RadiyAllahu Anh, kölelerin efendisinin onları aç bıraktığını öğrenince onların
ellerini kesmedi. Bilakis onların efendisini terbiye etmek için, ona çalınan
devenin değerinin iki mislini ödeme cezası verdi.” Bu rivayet doğrudur; Hz.
Ömer hırsızlık yapanın elini kesmemiştir. Fakat bu, zamana göre değişen bir
hüküm değildir. Zira daha sonraları el kesme haddi uygulanmaya devam etmiştir.
Burada Hz. Ömer, tam olarak şer’î hükmün gereğini yerine getirmiştir. Zira
şer’î hüküm, açlık hâlinde el kesmeyi yasaklamıştır. Kıtlık senesinde meydana
gelen bu olayda açlıktan ölmek üzere olan köleye değil onu aç bırakan
efendisine ceza uygulamak şeriatın bir gereğidir. Bu hüküm gibi birçok mesele
fıkhın bir konusu olan “ruhsatla amel etmek” bahsinde geçmektedir. Zira
ölmek, uzuvların kesilmesi gibi ruhsat durumları, Müslümanların bazı haramları
işlemesine izin vermektedir. Mesela; benzer bir açlık durumunda doymayacak ama
hayatta kalacak kadar domuz eti yemeye, Allah Subhanehu ve Teâlâ
tarafından bizzat izin verilmiştir. Bakara Suresi 173. ayette Rabbimiz şöyle
buyurmuştur:
[إِنَّمَا حَرَّمَ عَلَيْكُمُ الْمَيْتَةَ وَالدَّمَ وَلَحْمَ
الْخِنزِيرِ وَمَا أُهِلَّ بِهِ لِغَيْرِ اللّهِ فَمَنِ اضْطُرَّ غَيْرَ بَاغٍ
وَلاَ عَادٍ فَلا إِثْمَ عَلَيْهِ إِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ] “O; size, sadece ölü hayvan etini, kanı, domuz etini ve
Allah'tan başkası adına kesilenleri haram kıldı. Mecbur kalan bir kimsenin,
haddi aşmamak ve istismar etmemek koşuluyla, bunları yemesinde bir günah
yoktur. Kuşkusuz, Allah'ın rahmeti bol ve kesintisizdir.”[1]
Yine benzer şekilde bazı mecralar tarafından kaşınan
hususlardan biri de “nasih ve mensuh” meselesidir. Buradaki en büyük yanılgı,
hükmü iptal edip yerini alacak yeni hükmün nasıl ve ne şekilde neshetme
özelliği taşıyacağıdır. Mesela; bir Kur’an ayetini neshetmek ile ilgili Bakara
Suresi 106. ayette Rabbimiz şöyle buyurmuştur:
[مَا نَنسَخْ مِنْ آيَةٍ أَوْ نُنسِهَا نَأْتِ بِخَيْرٍ مِّنْهَا أَوْ
مِثْلِهَا أَلَمْ تَعْلَمْ أَنَّ اللّهَ عَلَىَ كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ] “Biz bir ayeti neshedersek veya onu unutturursak, ondan
daha hayırlısını veya benzerini getiririz.”[2]
Yani hükmün iptalini gerektiren yeni bir hükmü ancak ve sadece
Rabbimiz vahyedecektir. Bunun delili ise Nahl Suresi
101. ayette belirtilen şu ayettir:
[وَإِذَا بَدَّلْنَا آيَةً مَّكَانَ آيَةٍ]
“Biz bir ayetin yerine başka bir ayet tebdil ettiğimizde…”[3]
Benzer şekilde hadislerin de neshedilmesi, yerine tam
zıddı bir ayetin indirilmesi şartına bağlıdır. Fakat içtihatlar ve sahabe
icması yeni bir ayetin inemeyeceğinden dolayı neshedilemez durumdadır. Hülasa
eğer bir hüküm iptal edilecekse bu ancak yerine Allah’ın tam zıddını ifade eden
hükmüyle mümkündür. Zira İslâm, konjonktürel bir din değildir. Allah’ın
hükümleri ise sınırlı, eksik ve aciz olan insanoğlu tarafından iptal
edilemeyecek kadar net ve kesindir. Bu netlik, yaratması hasebiyle insanı en
iyi tanıyan zatın Allah olmasından dolayıdır. Kesinlik ise her dönemde
sorunları çözebiliyor olması ve değişmesine gerek duyulmamasından dolayıdır. O
hâlde bugün özellikle de söz konusu İslâm’ın hükümleri olunca, bunları zamana
uydurmaya çalışanlar, öncelikle kendi zihin dünyalarını değiştirmek ve
dönüştürmek zorundadır. Onlar bilmelidir ki, Kur’an Allah tarafından
korunmaktadır, hükümlerin tatbiki ise onu uygulayacak bir İslâm Devleti ile
oldukça kolaydır.
Fakat gelin görün ki, bugün iktisadi hayatı düzenlemekten
aciz olanlar, yüzlerce yıl adil gelir dağılımını başarmış, halkını bütün
servetlerden pay sahibi yapmış bir dinin “güncellenmesi” gerektiğini
söylüyorlar. Bugün neslin fikrî seviyesini diplere çekmiş aynı kişiler, 7
yaşlarında hafızlar yetiştirmiş, 10’lu yaşlarda âlimlik seviyesine çıkarmış bir
devletin dini olan İslâm’a, “her döneme uygun değil” diyorlar. Ahlak ve hayâ
duygusunun sökülüp atıldığı günümüz toplumlarında çöküşe geçen neslin
mimarları, erdemli ve öncü nesil yetiştirmiş, ahlak abidesi gençler çıkarmış
bir dine ekleme ve çıkarma yapmaya kalkıyorlar. Medeni kanunu İsviçre’den, ceza
kanunu İtalya’dan, yönetim sistemini Fransa ve İngiltere’den alan, uluslararası
hukuk sistemini ise Amerikan normlarına göre belirleyen yöneticiler bugün; bir
bütün olarak kanunlarını, hukuk ve yönetim sistemini bizzat akidesinden çıkaran
İslâm için “değişmesi ve dönüşmesi gerekir”, diyorlar. Yahu sizin
değişmeyen dönüşmeyen bir şeyiniz mi kaldı? Sizin tahrif etmediğiniz,
başkalaştırmadığınız bir düşünceniz ve inancınız mı kaldı?
İslâm’ı Batılı oryantalistler gözüyle görüp, yine onların
zihinleriyle düşünüp sonuca varanlar, İslâm’ı ve hükümlerini değiştirmiş
olmuyor. Fakat yanlış bir dine tahrif edilmiş bir akideye iman etmiş oluyor
maalesef. Kısa bir düşünüş, vakıayı anlamamız için yeterli olacak. Şöyle ki:
kafasında olmasını istediği bir İslâm dini üreten, hoşuna gideni helal, nefret
ettiğini haram kılan bir kişi aslında Allah Rasulü’nün dinine iman etmiş
olmuyor; bilakis kendi elleriyle yaptığı, ürettiği bir dine inanmış ve tabi
olmuş oluyor. Fakat bundan kendisi de habersiz zira bunu bilerek de yapmıyor.
Kısaca fikirlerini, düşünce metodunu İslâm’a tam bir teslimiyet ile teslim
etmiş olmuyor. Gelişen ve değişen zamanın bir gereği olduğuna inandığı bir takım
esas ve yöntem değişikliklerine gidiyor. Hâlbuki Rabbimiz Nisa Suresi 65.
ayette açık ve net bir şekilde bunu men ediyor:
[فَلَا وَرَبِّكَ لَا يُؤْمِنُونَ حَتّٰى يُحَكِّمُوكَ فٖيمَا شَجَرَ
بَيْنَهُمْۙ ثُمَّ لَا يَجِدُوا فٖٓي اَنْفُسِهِمْ حَرَجاً مِمَّا قَضَيْتَ
وَيُسَلِّمُوا تَسْلٖيماً] “Hayır,
Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp
sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın onu
kabullenmedikçe ve boyun eğip teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.”[4]
Ortaçağ karanlığında papazlar, Hıristiyanlığı hem bir
yaptırım aracı hem politik menfaatler için aparat ve aygıta çevirmişlerdi.
Çünkü Hıristiyanlık belli zümrelerin varlık sebebi ve güç unsuru hâline
gelmişti. İsa Aleyhi’s Selam’ın havarilerinden Matta, varlıklı bir
aileden gelen evanjelist Marcos, Aziz Luka ve aslen Yahudi olan Yuhanna her
biri farklı İsa prototipi oluşturup üzerine Hıristiyanlık dinini inşa etmeye
çalışmışlardır. Eğer bir dinin güncellenmesinden bahsediliyorsa “Hıristiyanlık,
dört farklı kategoride tam manasıyla güncellenmiştir” diyebiliriz. Hatta
öyle ki Nasrani akide ile Musevi akide birbirine eklemlenerek girift bir hâl
almıştır. Serveti elinde bulunduran Yahudi asıllı evanjelistler Hıristiyanlığı
kendi istek ve talepleri doğrultusunda ontolojik olarak değiştirmeyi
başarmışlardır. Artık ortaya çıkan bu yeni din, önü, arkası sağı ve solu
itibariyle bambaşka bir resme bürünmüştür.
İşte aynı mücadeleyi İslâm dini için veren oryantalist
müsteşrikler oldukça fazladır. Bunlardan biri Aloys Sprenger. İngilizlerin
Hindistan’ı işgali sonrası Yeni Delhi’de İslâmi İlimler Akademi’sinin başına
geçirilmiştir. Yöneticisi olduğu akademide hadis derslerini kaldırtıp kitapları
imha ettirerek İslâm dini ile Sünnet kavramını eti kemiğinden sıyırır gibi
söküp atmaya çalışmıştır. Alman asıllı Joseph Schacht, özellikle İngilizlerin
desteğiyle İslâm coğrafyasında popülaritesi arttırılan bir diğer şarkiyatçıdır.
Onun İslâmi ilimler okutan üniversitelere soktuğu bazı fikirler zehirli bir
yılan gibi dokunanı zehirlemiştir. Schacht’a göre; İslâm hukuku bir hukuk
sisteminden çok bir “deontoloji” olarak ortaya çıkmıştır. Bu sebeple pratik
değeri yoktur; tarih boyunca çok sınırlı bir uygulama alanı bulmuş hatta birçok
alanda hiç uygulanmamış, sadece bir ideal olarak kalmıştır. İslâm’da içtihat
kapısının Hicrî 4. Yüzyıldan itibaren kapandığını, hukukun erken Abbasî
döneminde şekillendikten sonra değişmeden asırlarca devam ettiğini belirten
Schacht, bu durumun teori-pratik gerilimini ortaya çıkardığını; fıkıh
kurallarının, her biri, kendi başına meşru birden fazla işlemi birleştirerek
meşru olmayan bir sonuca ulaşabilmeye imkân veren hukuki yollara (hiyel)
başvurma neticesinde oluştuğunu yani teoriyle pratik arasındaki gerilimin ürünü
olduğunu iddia eder.[5]
Bu müsteşrikler İslâm coğrafyalarında bilhassa “hadis ve
sünnet inkârı” meselesini kurcalamayı daha kolay ve önemli görmüşlerdir. Kısa
sürede yanlarına coğrafyanın tanınan bilinen simalarını da çekmeyi
başarmışlardır. Mesela; Kadiyani tarikatının öncülerinden Seyyid Ahmed Han
oryantalist Sprenger’in mesai arkadaşıdır. Kendilerine “Ehl-i Kur’an” ya da
“Kuraniyyun” gibi isimler veren bu yapı ile ortak noktası, İslâm literatüründen
“hadis” kavramını söküp atmaktır. “Kur’an’ın her şeye yeteceği” fikri
ile zenginleştirilmiş bu hedef, “amelî anlamda Sünnet’e gerek olmadığını” ifade
eden tehlikeli bir girdaba dönüşmüştür.
Bu meseleyi burada bırakarak asıl konumuza dönelim.
İslâm; hadis, fıkıh, tefsir, siyer gibi ilim dallarını
üzerinde hiçbir şaibe bırakmadan kategorize etmiş ve netleştirmiştir. Biri
diğer konuyu değiştirmeyecek ölçüde sınırları olan başlıklardır. Mesela; namaz
kılmak, oruç tutmak, hac yapmak gibi bireysel ibadetlerde ya da muamelat ve
ukubat gibi toplumsal uygulamalarda, fiilin hangi şer’î hüküm çeşidine girdiği,
uygulama şeklinin nereden alınacağı hususları hiç kimsenin inisiyatifine
bırakılmayacak kadar kritik ve hassastır. Oruç tutmak, Ramazan ayında farz;
Ramazan ayı dışında menduptur. Fakat böylesi hayırlı bir ameli bayram günü yapmak
ise haramdır (kimi mezheplere göre; tahrimen/harama yakın mekruhtur). Bunu
belirleyen ise bir bütün olarak İslâm ahkâmının kendisidir. O hâlde böyle bir
sistematiğe müdahale etmek, ekleme-çıkarma yapmak samimice bir davranış
değildir. Yeni gelişen vakıa ve durumlara ise hüküm ve çözümler bulmak yine
buna liyakat sahibi olan müçtehit âlimlerin işidir. Bunu yapan yönetici olsa
bile içtihat kabiliyeti olmadan bir konu ile ilgili hüküm ortaya koyması bu
kişi için mümkün değildir.
İşte İslâm bu kadar net, berrak ve anlaşılır bir akidedir.
Onun anlaşılır olması bir bütün hâlinde Batı’nın nefret etmesine yeterlidir.
Zira bu hâliyle İslâm, tüm dünyada çekim merkezi olmaya elverişli bir
ideolojidir. Fakat muğlak, belirsiz, değiştirilmiş, içi dışına çıkarılmış bir
dinin ise cazibe merkezi olması mümkün değildir. Bu yüzdendir ki İslam; “terör”
kavramıyla yan yana getirilmeye çalışılmaktadır. “Fobi” kelimesiyle anılması
istenmektedir. “Radikalizm” ve “aşırılık” gibi ifadeler ile hatırlanması
hedeflenmektedir. Toplumlar bu sinsi tuzağın içine çekilerek dolaylı yoldan
İslâm’a ve hükümlerine nefret eder hâle getirilmektedir. Maalesef bu sürecin
araç gereci hâline gelen yöneticiler ise ellerine geçecek az bir paha
karşılığında derin bir sessizliğe bürünmekte, bir kısmı ise doğrudan bu süreci
desteklemektedir. Fakat bu Batı aşığı yerli işbirlikçilerin tavır ve söylemleri,
üzerlerine birkaç gömlek büyük gelmekte, eğreti durmaktadır. Öyle ki şairin şu
mısraları tam da bu durumu açıklar niteliktedir:
“De bana: cami kapıları niçin açık;
Ara sıra tapınmak için mi?
Siyah bir cübbeye sığar mı tanrı?
Ya buyrukları?
Bu yeni dini size kim indirdi?”
Somut olması hasebiyle ülkemizden örnek verelim: Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal’in fikir ve görüşleri 100 yıldır
değişmedi, değiştirilmedi. Hatta “değiştirilemez” ilkesi, anayasa ile
korunmaktadır. Kurucu unsur olan CHP’nin bakış açısı bugün bütün partiler
tarafından taklit edilmektedir. Her yıl 29 Ekim’de, 10 Kasım’da dinî bir ritüel
şeklinde Atatürk’ü anmak, büyük vecibelerden(!) sayılmaktadır. Hatta öyle ki bu
vecibeyi sorgulayan, hükmü değiştiren hatta değiştirmeyi teklif eden dahi
yoktur. 100 yıl öncesinin inkılapları ilk günkü orijinalliğini korumaktadır.
Neden? Güçlü fikirler içerdiğinden değil tabii ki… korku ve tehdit ile
uygulamaya zorlandığından! Şimdi temel soru şu: Bu dünyadan göçmüş, hesabı
ahirete kalmış bir kişinin geride bıraktıkları harfiyen uygulanıyor, zamanın
değişmesi ile değişmiyor, eleştirenler de ağır ithamlara maruz kalıyor. Fakat
varlığı ezeli ve ebedi olan, yaratan ve rızk veren, insana şah damarından yakın
olan Allah Azze ve Celle’nin hükümleri zamana ve duruma göre
güncelleniyor öyle mi? Bu samimiyetten uzak, dürüstlükten nasibini almamış bir
söylemdir.
Oryantalist Ignaz Goldziher eğitim hayatını, “İslâmi
kaynakların şaibeli olduğu” tezini savunmaya adamış bir Yahudi’dir. O, bütün
hadis kaynaklarının zayıf olduğunu, dolayısıyla oradan çıkarılmış fıkhi
kaidelerin de geçersiz olduğunu savunur. “İslâm’ın evrensel ve katı
görüşleri toplumların kalkınması önünde engeldir.” der. Bu yüzden
güncellemenin kaçınılmaz olduğu vurgusunu yapar. Yazık ki bizim
entelektüellerimiz İslâm düşmanı Goldziher ile aynı gemide yolculuk ediyor. Bu
yönüyle Batı literatürünü hatadan münezzeh gören kötü Batı taklitçilerinin varlığı,
sömürgeci Batılı devletlere cesaret veriyor. Batılı kaynaklardan tezler üreten,
deliller çıkaran ve akademik kariyerini Batılı bilim adamlarının fikirleri
üzerine bina eden aydınlar, dönüp dolaşıp İslâm’a ve Müslümanlara sarıyor; temiz
İslâmi duyguları istismar ediyor, kirletiyor. İşte bu, tam bir korku hâlini
yansıtıyor. Amerika’nın Ulusal Güvenlik eski Danışmanı Zbigniew Brezinski bu
korku hâlini şöyle tarif ediyor: “Amerika’nın küresel gücünün en önemli
ayağı olan kültürel hegemonyasını sadece Müslümanlar sona erdirebilir. Fakat
onların da siyasi güçten mahrum olmaları, bu mücadeleyi jeopolitik özden yoksun
bir şekilde sürdürmelerine neden oluyor.”[6]
Özetle; “zamanın değişmesi ile hükümlerin değişeceği” tezi,
Batı tarafından uydurulmuş bir tezdir. Tıpkı -sözde- “İslâmofobi” tezine karşı
hümanizmi, radikalizme karşı Hint çilekeşliğini, siyasal İslâm’a karşı ruhbancı
İslâm’ı pazarladıkları gibi… Onların, “İslâm’ın güncellenmesi” ile ilgili
hayırlı bir amaçları yok. Gayeleri olsa olsa; İslâm’ı ne idüğü belirsiz bir
hâle sokarak hakkında şüpheler oluşturmak. Lakin dini koruyanın Allah olduğunu
unutuyorlar. Hâlbuki Allah, akidesini korumaya en fazla güç yetirendir.
“Zikri -Kur'an'ı- biz indirdik ve kesinlikle onun koruyucusu
da biziz.”[7]
Kendine has çözüm kaynağı olmayanlar, bugün zihin
dünyalarını değiştirmek veya hayat görüşlerini güncellemek zorundadır. Zira
hâlâ Batı kalıntıları ile zihinlerini derdest ediyorlar. Ayrıca İslâm’ı neden
güncellemek istiyorlar onu da anlamak zor. Yönetim sistemini baştan ayağa
laiklik üzerine bina etmiş, demokrasiye toz kondurmayan, seküler dünya görüşünü
savunan ve dini sadece seçim malzemesi yapan bir güruh neden İslâm’ın
hükümlerinin güncellenmesinden bahseder? Zaten İslâm ile hükmetmiyor ki…
O hâlde diyebiliriz ki: zamanın değişmesiyle fertlerden
sadır olan hükümler değişir; Allah Subhanehu ve Teâlâ’dan sadır olan
hükümler değil. Allah’ın hükümlerinin değişmesi de bizzat yine Kendisi
tarafından mümkündür. Bu yüzden Müslümana düşen Rabbi’nin hükmüne her şartta
teslim olmaktır. O’ndan gelecek çözümlerin vakıaya mutabık olduğu konusunda
endişe etmemelidir.
[إِنَّمَا كَانَ قَوْلَ الْمُؤْمِنِينَ إِذَا دُعُوا إِلَى اللَّهِ
وَرَسُولِهِ لِيَحْكُمَ بَيْنَهُمْ أَن يَقُولُوا سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا
وَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ] “Aralarında
hükmetmesi için Allah'a ve Rasulü’ne çağrıldıkları zaman; müminlerin sözü,
sadece: İşittik ve itaat ettik, demekten ibarettir. Ve işte onlar, felaha
erenlerin kendileridir.”[8]
[1]
Bakara Suresi 173
[2]
Bakara Suresi 106
[3]
Nahl Suresi 101
[4]
Nisa Suresi 65
[5]
https://islamansiklopedisi.org.tr/schacht-joseph
[6]
Zbigniew Brezinski, Büyük Satranç Tahtası, s. 81, İnkılap Yay. İstanbul 2005
[7]
Hicr Suresi 9
[8]
Nur Suresi 51
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış