İNKILÂBİ SÜREÇTE KİTLESEL ÇALIŞMANIN ÖNEMİ

Cahit Toprak

Bir kavramın bireyler nezdindeki kıymeti, o kavramın, zamanın diline kattığı anlam yahut o çağda yaşayan insanların ondan ne anladıklarına bağlıdır.  O söz anlaşıldıkça ve pratik vakıayla ilişkisi idrak edildikçe, hayatta yaşanılabilen somut bir fikre dönüşür, değilse felsefik bir sözden ibaret kalır. İnkılâp kavramı da aynen bu meyanda lügavi açıdan, şer’î açıdan ve vakıası zihinde tasavvur edilebilecek oranda vazıh olarak izah edilmedikçe anlaşılmaz ve muğlaklıktan kurtulamaz.

İnkılâp köken olarak Arap diline ait bir kavram olup lügat olarak Maverdi şöyle tarif eder. ‘klb’ kökünden gelen ‘munkaleb’ bir şeyin içinde bulunduğu halin zıddına geçişi ifade eder, ‘merci’ kelimesi ise içinde bulunduğu halden bir önceki hale dönüştür. İnkılâp kelimesiyle aynı anlamda kullanılan devrim kelimesinin İngilizce karşılığı “revolution”dur. Kelime Latince kökenli olup, revolvere kelimesinden gelmektedir.  Türk hukuk lügatine göre, “inkılâp, eski bozuk düzenin, köhnemiş düzenin yıkılmasından sonra yapılan yenileştirme hareketidir.” şeklinde tanımlanmaktadır. Arapça “klp” kökünden gelen inkılâp daha dakik ifadeyle, bir toplumun sahip olduğu fikir görüş ve kanaatlerinin tümden değişip yeni görüş, fikir ve kanaatler haline döndürülesiye kadar değişimidir. Bu değişimin son raddesi yönetimin hükmedeceği nizamda son bulur.

 Vakıa açısından; genellikle inkılâp halk arasında sadece yönetimin değişmesi olarak tarifini bulsa da, bu tarif toplumun ve insanın vakıasıyla örtüşmez. Eğer ki toplumun değişimi fikrî değişim ve bununla beraber alakalarını etkileyen maslahatlarının değişimi ise, bu unsurların değişimiyle beraber sulta sahibinin hükmedeceği fikirlerin de değişmesiyle inkılâbın vakıası gerçekleşir. Yoksa salt TC inkılâbı gibi toplum tabanı ile ve bu tabanın sahip olduğu fikir görüş ve kanaatlerinden kopuk, alakalarına etki edemeyen, sadece otoritesinin değiştirildiği, halk tarafından benimsenmeyen totaliter bir inkılâp olarak kalır. Ve dahi adeta içi boş bir ceviz kabuğu misali yahut örümceğin ördüğü bir ağ misali zayıf ve çelimsiz olur.

Dolayısıyla İran inkılâbı gibi esasta herhangi bir köklü değişim olmadığı halde diğer yakın beldelerdeki Müslümanların “bakın işte inkılâp oldu, bize ne olmuş ki biz de inkılâp yapmayalım” gibi sözlerle heyecana kapılmaları, işin vakıası hakkında detaylı bir araştırma yapmadan harekete geçmeleri, inkılâbın vakıasını anlamadıklarına delildir. Çünkü İran’daki halkın alakalarına hükmedecek köklü, esaslı, fikrî ve siyasi değişimin olmadığını görmek için sadece mevcut kanunlarının incelenmesi yetmektedir.

Oysaki gerçek inkılâbın vakıası; toplumun bireylerinin ilişkilerinde hâkim olan, maslahatları belirleyen, devletin tatbik ettiği nizamın kaynağı olan, fikirlerin yine mevcut toplumun yaşamında örf haline geldiği fikirler olan bir değişim ve dönüşümdür.

Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Mekke’de iken davetinin esas çekirdeğini oluşturan “La ilahe illallah” kelime-i tayyibesi esasta inkılâbî bir değişimin özü olan bir kelimedir. Yani vakıa olarak, Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem Mekke’nin eşrafına “Ey Mekke’nin uluları! Sizin Mekke toplumu üzerine kurduğunuz tahakkümün sonu gelmiştir. Onun yerine sadece bu toplum üzerine Allah ve Rasulü’nün razı olduğu fikirler hâkim olmalıdır. Yani Allah sizin bildiğiniz sadece Halik eden bir Allah değil aynı zamanda ilah olan yani hükmeden bir ilahtır” demiş oluyordu. Dolayısıyla köklü bir değişim talebiyle yani özünde inkılâbî olan bir taleple Mekkelilerin karşısına dikildiği için mevcut Mekke eşrafının yani yöneticilerinin zor kullanmalarına, işkencelerine ve zulümlerine maruz kalıyordu.

Allah Rasulü’nün pratik hayatını dakik olarak incelediğimizde inkılâbı, toplumun bireylerinin sahip olduğu bozuk fikirlerini değiştirerek gerçekleştirdiğini müşahede edebiliriz. Bunu da ancak ideolojik hizbî bir kitlesel çalışma ile mümkün kıldığını, dahası vahiyle bu çerçevede yönlendirildiğini görecektir. Pratikte ise; ilk olarak kitlesini teşkil ettiğinin, akabinde kitlesinin sahip olduğu ideolojik fikri, mevcut toplumun fikirleriyle değiştirmek için bunu şiddetli bir şekilde talep ettiğinin detaylı bir şekilde farkına varacaktır.  Bu farkındalık bizi şu hususu daha iyi anlamaya sevk edecektir ki o da; toplumu değiştirmenin tek ve kesin şer’î çözümü fikrî ve siyasi değişime öncülük edecek siyasi bir kitlenin var olmasıdır.

Rasul’ün davette takındığı bu tutum, toplumun kapısını sürekli olarak ve bıkmadan çalması, akabinde ise o ideolojik fikri toplumda alakalara hükmeden bir fikir, siyasi bakışına yön veren bir mihenk ve örf haline gelmesi için göstermiş olduğu bu çaba, diğer ümmetler için de bir örneklik teşkil etmektedir. Daha sonra ise artık mevcut nizamın teslim alınması elzem ve doğaldır ki inkılâbın gerçekleşmesi bundan ibarettir.

Bu şekilde topyekûn inkılâbî sürece hazırlanan toplum, elbette ki kendi içlerinde fesat çıkaran güruhlara galip gelip “biz aslında ıslah ediciyiz” sözlerini de akim bırakacaktır.  Dahası baği olan yani Allah Celle Celâlehû’ya isyan eden, kulluğundan yüz çeviren bireylere karşı da galip gelecektir. Ve:

“Bir toplum kendi bünyesindekini değiştirmedikçe Allah onların halini değiştirmez” (Rad 11) ayeti celilesini doğrulayacak bir süreci de beraberinde getirecektir.

Allah Subhanehû ve Teâlâ إِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَذَكَرُوا اللَّهَ كَثِيرًا وَانتَصَرُوا مِن بَعْدِ مَا ظُلِمُوا وَسَيَعْلَمُ الَّذِينَ ظَلَمُوا أَيَّ مُنقَلَبٍ يَنقَلِبُونَ “Ancak iman edip Salih ameller işleyenler, Allah’ı çokça ananlar ve haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunanlar başkadır. Zulmedenler, nasıl bir inkılâp ile (hangi akıbete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir. (Şuara 227) buyurmaktadır. Buradaki inkılâp tabii ki dünyada zulmeden, tuğyan eden, fesat çıkartan; وَيُهْلِكَ الْحَرْثَ وَالنَّسْلَ “yönetime geldiğinde ekini ve nesli yok eden…” (Bakara 205) tağutların kastedildiği aşikârdır.

Mesele öncelikle toplumda bu kıvılcımı oluşturacak ve kıyam ateşini hareketlendirecek fikirlerin aklî ölçülerle verilmesinin gerekliliği meselesidir. Yani topluma hissettirilebilir vakıasıyla beraber bu fikirler verilirse elbette bu toplum mevcut fasit vakıayı tepetaklak edip yerine gerçek maslahatlarını güdecek bir nizam getirecektir. Rabbimizin şu ayetindeki vakıanın tasvirinde olduğu gibi;

“Sizden önceki nesillerden akıllı kimselerin, (insanları) yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan men etmeleri gerekmez miydi? Fakat onlar arasından, ancak kendilerini kurtardığımız pek az kişi böyle yaptı.” (Hûd 116)

Tabii ki ümmet otoriteyi ele almadan evvel bunun karşısında duracak güruhlar da olacaktır. Bunları üç sınıfta değerlendirmek mümkündür.

Birincisi Kur’an’ı Kerim’de Rabbimizin tarif ettiği “mele” denilen sınıftır ki bunlar aynı zamanda ümmetin siyasi gündemini belirleyen, siyasi ortamına yön veren, maslahatlarını belirleyen sınıftır. Rabbimizin;

 “Toplumunun ileri gelenleri (mele) ona; senin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu görüyoruz, dediler.” (Araf 60) diye tarif ettiği sınıftır.

Onlar aynı zamanda danışılacak kimselerdir.

“Ey ileri gelenler! Vereceğim emir hakkında bana fikrinizi söyleyin.” (Neml 27)

Yine o kimseler tehdit ve caydırma gücünü elinde bulunduranlardır ki;

 “Onun ileri gelenleri dediler ki; ya seni ve seninle birlikte inananları yurdumuzdan süreriz, ya da dinimize dönersiniz…” (Araf 88)

Dolayısıyla “mele” sınıfı tarih boyunca Peygamber ve ona iman etmişlerin karşısına dikilen zalim bir güruh olduğu gibi yaşadığımız zaman diliminde de örneklerini müşahede etmemiz olasıdır.

İkincisi; Mele sınıfına maddi olarak katkı sağlayan “Karunlar” sınıfıdır ki; o kişiler hakkında Allah Subhanehû ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır;

“Gerçek şu ki, inkâr edenler, (insanları) Allah’ın yolundan engellemek için mallarını harcarlar; bundan böyle de harcayacaklar. Sonra bu, onlara yürek acısı olacaktır, sonra bozguna uğratılacaklardır. İnkâr edenler sonunda cehenneme sürülüp toplanacaklardır.” (Enfal 36)

Muhammed b. İshak, Zehri’den şöyle rivayet eder;

“Medine döneminde Kureyş, Bedir Günü ağır bir bozguna uğrayıp, yenik orduları Mekke’ye dönmüştü. O sırada Ebu Süfyan da kervanıyla birlikte Mekke’ye gelmişti. Abdullah b. Rebia, İkrime b. Ebu Cehil, Safvan b. Ümeyye, Bedir’de babalarını, oğullarını ve kardeşlerini kaybeden Kureyş’ten bazı kimselerle birlikte Ebu Süfyan b. Harb’in yanına gidip ona ve Kureyş’e ait bu ticaret kervanında malları bulunan kimselere şöyle dediler: Ey Kureyşliler, Muhammed sizi korkutmuş ve sizin en seçkinlerinizi öldürmüştür. Ona karşı savaşmamız için bu malları bize verin. Böylece bizden öldürülmüş olanların intikamını almış oluruz. Onlar da bunu yaptılar.”

Bu sınıfın en karakteristik özelliği beldede söz sahibi olan kişi veya kişilere finansal destek vererek ömürlerini uzatmaktır. Türkiye’de ve diğer tüm ülkelerde bu tip yapılar, şirketler mevcuttur ve bu yapılar لَا يَكُونَ دُولَةً بَيْنَ الْأَغْنِيَاء مِنكُمْ “Öyle ki (bu mallar ve servet) sizden zengin olanlar arasında dönüp-dolaşan bir devlet olmasın.” (Haşır 7) ayetinde olduğu gibi kapitalist ideoloji sahiplerinin göbek bağını oluştururlar.

“Yalanlamakta olan nimet (refah ve servet) sahiplerini sen bana bırak ve onlara az bir süre tanı.” (Müzemmil 11)

Üçüncüsü; “Benun” sınıfıdır ki bu da “mele” sınıfının destekçileri olan kesimdir. Bu grup çoğu zaman medya gurupları, yer yer siyasi bir parti etrafında bir araya gelen insanlar, kimi zaman da şairler, edipler, yazarlar ve toplumda söz sahibi kanaat önderleri olarak karşımıza çıkmaktadırlar.

“Bunların tutumu, Firavun âlinin (kavminin, çevresinin, taifesinin) ve onlardan öncekilerin tutumu gibidir. Ayetlerimizi yalanladılar, Allah da onları günahlarından ötürü yok etti. Allah’ın cezalandırması şiddetlidir.” (Âli İmran 11)

İşte ideolojik kitlenin yoğun çabalarıyla, ideolojik fikir etrafında kenetlenen halkın karşılaşacağı esasi engeller bunlardır. Allah Rasulü’nün Mekke dönemi boyunca giriştiği amansız mücadelede, etrafındaki bir avuç Müslümanla beraber kitleleşmesi, davasını hayat-memat meselesi yapması, yılmadan ve usanmadan toplumun ayırt etmeksizin tüm bireylerine gitmesi, tümüyle ideolojisini hayata hâkim kılmak içindi. Yani Medine’de oluşturacağı İslâmî devletin vücuda getirilmesi içindi.

Allah Rasulü’nden sonra gelen davet taşıyıcılarının da aynı davanın mümessilleri olduklarını unutmamaları gerekir ve Allah Rasulü’nün إِنَّمَا الإمَامُ جُنَّةٌ يُقَاتَلُ مِنْ وَرَائِهِ وَيُتَّقَى بِهِ  “İmam sizin için bir kalkandır sizler ancak onunla korunur ve onun arkasında savaşırsınız” buyurduğu o inkılâbî değişimin adı olan Hilafet Devleti’ni yeniden ikame etme görevini üstlenmeleri gerekir. Çünkü Hilâfet, inkılâbî değişimin en nihai zirvesi ve İslâmî fikirleri tatbik ve uygulama metodudur. Hilâfet, İslâmî fikirleri toplum hayatına mücessem olarak aksettiren köklü bir değişimin adresidir.

 


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz