Bir kavramın bireyler
nezdindeki kıymeti, o kavramın, zamanın diline kattığı anlam yahut o çağda
yaşayan insanların ondan ne anladıklarına bağlıdır. O söz anlaşıldıkça ve pratik vakıayla
ilişkisi idrak edildikçe, hayatta yaşanılabilen somut bir fikre dönüşür,
değilse felsefik bir sözden ibaret kalır. İnkılâp kavramı da aynen bu meyanda
lügavi açıdan, şer’î açıdan ve vakıası zihinde tasavvur edilebilecek oranda
vazıh olarak izah edilmedikçe anlaşılmaz ve muğlaklıktan kurtulamaz.
İnkılâp köken olarak
Arap diline ait bir kavram olup lügat olarak Maverdi şöyle tarif eder. ‘klb’ kökünden gelen ‘munkaleb’ bir şeyin
içinde bulunduğu halin zıddına geçişi ifade eder, ‘merci’ kelimesi ise içinde
bulunduğu halden bir önceki hale dönüştür. İnkılâp kelimesiyle aynı anlamda
kullanılan devrim kelimesinin İngilizce karşılığı “revolution”dur. Kelime
Latince kökenli olup, revolvere kelimesinden gelmektedir. Türk hukuk lügatine göre, “inkılâp, eski bozuk düzenin, köhnemiş
düzenin yıkılmasından sonra yapılan yenileştirme hareketidir.” şeklinde
tanımlanmaktadır. Arapça “klp” kökünden gelen inkılâp daha dakik ifadeyle, bir
toplumun sahip olduğu fikir görüş ve kanaatlerinin tümden değişip yeni görüş,
fikir ve kanaatler haline döndürülesiye kadar değişimidir. Bu değişimin son
raddesi yönetimin hükmedeceği nizamda son bulur.
Vakıa açısından; genellikle inkılâp halk
arasında sadece yönetimin değişmesi olarak tarifini bulsa da, bu tarif toplumun
ve insanın vakıasıyla örtüşmez. Eğer ki toplumun değişimi fikrî değişim ve bununla
beraber alakalarını etkileyen maslahatlarının değişimi ise, bu unsurların
değişimiyle beraber sulta sahibinin hükmedeceği fikirlerin de değişmesiyle
inkılâbın vakıası gerçekleşir. Yoksa salt TC inkılâbı gibi toplum tabanı ile ve
bu tabanın sahip olduğu fikir görüş ve kanaatlerinden kopuk, alakalarına etki
edemeyen, sadece otoritesinin değiştirildiği, halk tarafından benimsenmeyen
totaliter bir inkılâp olarak kalır. Ve dahi adeta içi boş bir ceviz kabuğu
misali yahut örümceğin ördüğü bir ağ misali zayıf ve çelimsiz olur.
Dolayısıyla İran
inkılâbı gibi esasta herhangi bir köklü değişim olmadığı halde diğer yakın beldelerdeki
Müslümanların “bakın işte inkılâp oldu,
bize ne olmuş ki biz de inkılâp yapmayalım” gibi sözlerle heyecana
kapılmaları, işin vakıası hakkında detaylı bir araştırma yapmadan harekete
geçmeleri, inkılâbın vakıasını anlamadıklarına delildir. Çünkü İran’daki halkın
alakalarına hükmedecek köklü, esaslı, fikrî ve siyasi değişimin olmadığını
görmek için sadece mevcut kanunlarının incelenmesi yetmektedir.
Oysaki gerçek inkılâbın
vakıası; toplumun bireylerinin ilişkilerinde hâkim olan, maslahatları belirleyen,
devletin tatbik ettiği nizamın kaynağı olan, fikirlerin yine mevcut toplumun
yaşamında örf haline geldiği fikirler olan bir değişim ve dönüşümdür.
Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Mekke’de
iken davetinin esas çekirdeğini oluşturan “La ilahe illallah” kelime-i
tayyibesi esasta inkılâbî bir değişimin özü olan bir kelimedir. Yani vakıa
olarak, Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem
Mekke’nin eşrafına “Ey Mekke’nin uluları!
Sizin Mekke toplumu üzerine kurduğunuz tahakkümün sonu gelmiştir. Onun yerine
sadece bu toplum üzerine Allah ve Rasulü’nün razı olduğu fikirler hâkim
olmalıdır. Yani Allah sizin bildiğiniz sadece Halik eden bir Allah değil aynı
zamanda ilah olan yani hükmeden bir ilahtır” demiş oluyordu. Dolayısıyla
köklü bir değişim talebiyle yani özünde inkılâbî olan bir taleple Mekkelilerin
karşısına dikildiği için mevcut Mekke eşrafının yani yöneticilerinin zor
kullanmalarına, işkencelerine ve zulümlerine maruz kalıyordu.
Allah Rasulü’nün pratik
hayatını dakik olarak incelediğimizde inkılâbı, toplumun bireylerinin sahip
olduğu bozuk fikirlerini değiştirerek gerçekleştirdiğini müşahede edebiliriz.
Bunu da ancak ideolojik hizbî bir kitlesel çalışma ile mümkün kıldığını, dahası
vahiyle bu çerçevede yönlendirildiğini görecektir. Pratikte ise; ilk olarak
kitlesini teşkil ettiğinin, akabinde kitlesinin sahip olduğu ideolojik fikri,
mevcut toplumun fikirleriyle değiştirmek için bunu şiddetli bir şekilde talep
ettiğinin detaylı bir şekilde farkına varacaktır. Bu farkındalık bizi şu hususu daha iyi
anlamaya sevk edecektir ki o da; toplumu değiştirmenin tek ve kesin şer’î
çözümü fikrî ve siyasi değişime öncülük edecek siyasi bir kitlenin var
olmasıdır.
Rasul’ün davette
takındığı bu tutum, toplumun kapısını sürekli olarak ve bıkmadan çalması, akabinde
ise o ideolojik fikri toplumda alakalara hükmeden bir fikir, siyasi bakışına
yön veren bir mihenk ve örf haline gelmesi için göstermiş olduğu bu çaba, diğer
ümmetler için de bir örneklik teşkil etmektedir. Daha sonra ise artık mevcut
nizamın teslim alınması elzem ve doğaldır ki inkılâbın gerçekleşmesi bundan
ibarettir.
Bu şekilde topyekûn inkılâbî
sürece hazırlanan toplum, elbette ki kendi içlerinde fesat çıkaran güruhlara
galip gelip “biz aslında ıslah ediciyiz”
sözlerini de akim bırakacaktır. Dahası
baği olan yani Allah Celle Celâlehû’ya
isyan eden, kulluğundan yüz çeviren bireylere karşı da galip gelecektir. Ve:
“Bir toplum kendi bünyesindekini değiştirmedikçe Allah
onların halini değiştirmez” (Rad 11) ayeti celilesini
doğrulayacak bir süreci de beraberinde getirecektir.
Allah Subhanehû ve Teâlâ إِلَّا الَّذِينَ
آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَذَكَرُوا اللَّهَ كَثِيرًا وَانتَصَرُوا مِن
بَعْدِ مَا ظُلِمُوا وَسَيَعْلَمُ الَّذِينَ ظَلَمُوا أَيَّ مُنقَلَبٍ
يَنقَلِبُونَ “Ancak iman edip Salih ameller işleyenler, Allah’ı çokça
ananlar ve haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunanlar başkadır.
Zulmedenler, nasıl bir inkılâp
ile (hangi akıbete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir.”
(Şuara 227) buyurmaktadır. Buradaki inkılâp tabii ki dünyada zulmeden, tuğyan
eden, fesat çıkartan; وَيُهْلِكَ الْحَرْثَ وَالنَّسْلَ “yönetime geldiğinde ekini ve nesli yok eden…”
(Bakara
205) tağutların kastedildiği
aşikârdır.
Mesele öncelikle
toplumda bu kıvılcımı oluşturacak ve kıyam ateşini hareketlendirecek fikirlerin
aklî ölçülerle verilmesinin gerekliliği meselesidir. Yani topluma
hissettirilebilir vakıasıyla beraber bu fikirler verilirse elbette bu toplum
mevcut fasit vakıayı tepetaklak edip yerine gerçek maslahatlarını güdecek bir
nizam getirecektir. Rabbimizin şu ayetindeki vakıanın tasvirinde olduğu gibi;
“Sizden önceki nesillerden akıllı kimselerin, (insanları)
yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan men etmeleri gerekmez miydi? Fakat onlar
arasından, ancak kendilerini kurtardığımız pek az kişi böyle yaptı.” (Hûd 116)
Tabii ki ümmet otoriteyi
ele almadan evvel bunun karşısında duracak güruhlar da olacaktır. Bunları üç
sınıfta değerlendirmek mümkündür.
Birincisi Kur’an’ı Kerim’de
Rabbimizin tarif ettiği “mele” denilen sınıftır ki bunlar aynı zamanda ümmetin
siyasi gündemini belirleyen, siyasi ortamına yön veren, maslahatlarını
belirleyen sınıftır. Rabbimizin;
“Toplumunun ileri gelenleri
(mele) ona; senin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu görüyoruz, dediler.” (Araf 60) diye tarif ettiği
sınıftır.
Onlar aynı zamanda
danışılacak kimselerdir.
“Ey ileri gelenler! Vereceğim emir hakkında
bana fikrinizi söyleyin.” (Neml 27)
Yine o kimseler tehdit ve caydırma gücünü elinde bulunduranlardır ki;
“Onun
ileri gelenleri dediler ki; ya seni ve seninle birlikte inananları yurdumuzdan
süreriz, ya da dinimize dönersiniz…” (Araf 88)
Dolayısıyla “mele” sınıfı tarih boyunca Peygamber ve ona iman etmişlerin
karşısına dikilen zalim bir güruh olduğu gibi yaşadığımız zaman diliminde de
örneklerini müşahede etmemiz olasıdır.
İkincisi; Mele sınıfına maddi
olarak katkı sağlayan “Karunlar” sınıfıdır ki; o kişiler hakkında Allah Subhanehû ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır;
“Gerçek şu ki, inkâr edenler, (insanları)
Allah’ın yolundan engellemek için mallarını harcarlar; bundan böyle de
harcayacaklar. Sonra bu, onlara yürek acısı olacaktır, sonra bozguna uğratılacaklardır.
İnkâr edenler sonunda cehenneme sürülüp toplanacaklardır.” (Enfal 36)
Muhammed b. İshak, Zehri’den
şöyle rivayet eder;
“Medine döneminde Kureyş, Bedir Günü ağır bir bozguna
uğrayıp, yenik orduları Mekke’ye dönmüştü. O sırada Ebu Süfyan da kervanıyla
birlikte Mekke’ye gelmişti. Abdullah b. Rebia, İkrime b. Ebu Cehil, Safvan b.
Ümeyye, Bedir’de babalarını, oğullarını ve kardeşlerini kaybeden Kureyş’ten
bazı kimselerle birlikte Ebu Süfyan b. Harb’in yanına gidip ona ve Kureyş’e ait
bu ticaret kervanında malları bulunan kimselere şöyle dediler: Ey Kureyşliler,
Muhammed sizi korkutmuş ve sizin en seçkinlerinizi öldürmüştür. Ona karşı
savaşmamız için bu malları bize verin. Böylece bizden öldürülmüş olanların
intikamını almış oluruz. Onlar da bunu yaptılar.”
Bu sınıfın en
karakteristik özelliği beldede söz sahibi olan kişi veya kişilere finansal
destek vererek ömürlerini uzatmaktır. Türkiye’de ve diğer tüm ülkelerde bu tip
yapılar, şirketler mevcuttur ve bu yapılar لَا يَكُونَ دُولَةً بَيْنَ الْأَغْنِيَاء
مِنكُمْ “Öyle ki (bu mallar ve servet) sizden zengin
olanlar arasında dönüp-dolaşan bir devlet olmasın.” (Haşır 7) ayetinde
olduğu gibi kapitalist ideoloji sahiplerinin göbek bağını oluştururlar.
“Yalanlamakta olan
nimet (refah ve servet) sahiplerini sen bana bırak ve onlara az bir süre tanı.” (Müzemmil 11)
Üçüncüsü; “Benun” sınıfıdır ki
bu da “mele” sınıfının destekçileri olan kesimdir. Bu grup çoğu zaman medya
gurupları, yer yer siyasi bir parti etrafında bir araya gelen insanlar, kimi
zaman da şairler, edipler, yazarlar ve toplumda söz sahibi kanaat önderleri
olarak karşımıza çıkmaktadırlar.
“Bunların tutumu,
Firavun âlinin (kavminin, çevresinin, taifesinin) ve onlardan öncekilerin
tutumu gibidir. Ayetlerimizi yalanladılar, Allah da onları günahlarından ötürü
yok etti. Allah’ın cezalandırması şiddetlidir.” (Âli İmran 11)
İşte ideolojik kitlenin
yoğun çabalarıyla, ideolojik fikir etrafında kenetlenen halkın karşılaşacağı
esasi engeller bunlardır. Allah Rasulü’nün Mekke dönemi boyunca giriştiği
amansız mücadelede, etrafındaki bir avuç Müslümanla beraber kitleleşmesi,
davasını hayat-memat meselesi yapması, yılmadan ve usanmadan toplumun ayırt
etmeksizin tüm bireylerine gitmesi, tümüyle ideolojisini hayata hâkim kılmak
içindi. Yani Medine’de oluşturacağı İslâmî devletin vücuda getirilmesi içindi.
Allah Rasulü’nden sonra
gelen davet taşıyıcılarının da aynı davanın mümessilleri olduklarını
unutmamaları gerekir ve Allah Rasulü’nün إِنَّمَا الإمَامُ جُنَّةٌ يُقَاتَلُ مِنْ
وَرَائِهِ وَيُتَّقَى بِهِ “İmam sizin için bir kalkandır
sizler ancak onunla korunur ve onun arkasında savaşırsınız” buyurduğu o
inkılâbî değişimin adı olan Hilafet Devleti’ni yeniden ikame etme görevini üstlenmeleri
gerekir. Çünkü Hilâfet, inkılâbî değişimin en nihai zirvesi ve İslâmî fikirleri
tatbik ve uygulama metodudur. Hilâfet, İslâmî fikirleri toplum hayatına
mücessem olarak aksettiren köklü bir değişimin adresidir.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış