El-Hamdulillahi
Rabb-il Âlemîn, e's Salatu ve's Selâmu Âlâ Seyyidinâ Muhammed ve Âlâ Âlihi ve
Sahbihi ve Men Sâra Âlâ Derbihi İlâ Yevmi'd Dîn ve ba'd;
Hamd yalnızca Allah Azze ve Celle’ye mahsustur. Selam O’nun
gönderdiği hidayet rehberi Muhammed SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’e, ehli beytine, ashabına ve kıyamete kadar O’nun yolunu
takip edenlerin üzerine olsun ve hakeza.
İslâm Ümmeti Suriye, Irak, Filistin,
Keşmir vesair beldelerde sessizce yok edilirken kardeşlerindeki bu duyarsızlık
elbetteki Ümmet olarak geri kalmamızdan ve Ümmet bilincini yitirmemizden
kaynaklanıyor. Artık bir vücudun azaları gibi birbirimizin acılarını hissetmek
bir yana kangren olmuş gibi kendi acılarımızı dahi anlayamaz olduk. Üzerimize
küfür nizamlarının tatbik edilmesi, yöneticilerimizin her bir kanun ve nizamda
Batı takipçisi olmaları bize normal gelmeye başladı.
Elbetteki İslâm Ümmeti’nin bu vahim hâle
düşmesinin tek bir sebebi yok. Belki onlarca farklı sebebi, yükselmiş ve en
hayırlı Ümmet olma noktasındaki dinamiklerini yitirmiş olması var. Allah Subhanehû ve Teâlâ bu hususta şöyle
buyurmaktadır;
“Muhakkak ki bir kavim (toplum) kendi içindekileri
değiştirmedikçe Allah o kavmin halini değiştirmez.” (Rad11)
Her ne kadar bugünkü iğrenç ve vahim
duruma düşmemiz bizzat İslâm Hilâfet Devleti’ni kaybetmemizden kaynaklanıyor olsa
da, Hilâfet’i kaybetmemizde de birçok başka sebep var. Bu sebepler içten
kaynaklanan ve dıştan gelen sebepler olarak iki başlıkta incelenebilir. Ancak
esas arıza içten olan sıkıntılardır. Çünkü dıştan gelen ve çöküntüye sebep olan
arızalar içteki bu zafiyet sebebiyle sirayet edebiliyor ve vücudu virüslere
karşı dirençsiz hâle getiriyor.
Onun için içten kaynaklanan bu
sıkıntılardan bir tanesini bu makalede ele alarak Ümmet’in vücudunu dirençli
kılmaya ve Batı belasından gelen bâtıl fikirlere engel olmaya çalışacağım. Bu
çerçevede Arapçanın ihmali, içtihat kapılarının kapatılması, Yunan, Fars ve
Hint kültürünün İslâm ile karıştırılması ve İslâm’ı anlamada gösterdiğimiz
zafiyet gibi içsel sıkıntılardan onlarcası mevcuttur. Fakat bütün bu konuları
bir kitap ancak açıklayabilir. Biz, İslâm’ı anlamada gösterdiğimiz
zafiyetlerden birisi olan taklit konusunu incelemeye çalışacağım. Zira
geldiğimiz noktada kimileri hoca efendileri körü körüne taklit ederek taklit
konusunu dezenformasyona uğratırken kimileri de taklidi
reddederek ayet ve hadisleri herkesin anlayabileceğini iddia ederek mantukçu ve
mealci bir oluşum içerisine girmişlerdir. Bir ayeti kerime mealinden dolayı
yönetici ve destekçilerini tekfir eden, yüzlerce hadis, fıkıh ve usul âlimini
hiçe sayan da yine bu güruhtur. Yine “o
ne söylerse doğru söylemiştir” mantığına sahip kör taklitçi kesim akla
uygun bulunan Batı fikirlerinin alınmasına cevaz vererek aynı zamanda küfrün
bekasını da sağlamaktadırlar.
Konumuz taklit olunca imanda taklit
ve amelde taklit olmak üzere ikiye ayıracağım ve her iki durumdada şer’î hükmü
açıklamaya çalışacağım. Ancak taklidin vakıasını ortaya koyarak başlamak en uygun
olanıdır diye düşünüyorum.
Taklit; düşünmeden bir başkasına
uymak demektir. Lügatta “falan işte onu taklit etti” denilir. Yani düşünmeden
ve incelemeden ona tâbi oldu manasındadır. Taklidin manasına şer’î olarak
baktığımızda ise, bağlayıcı bir delil olmaksızın başkasının sözü ile amel
etmektir. İlim sahibi olmayan birinin bir müçtehidin sözü ile amel etmesi veya
bir müçtehidin kendisi gibi müçtehit olan birinin sözü ile amel etmesi birer
taklittir. Taklit kelimesinin şer’î ve lügavi tarifi herhangi bir işte
başkasına uyan kimseye mukallit dendiğine delâlet etmektedir. Kısacası taklit,
başkasına uymak, ittiba etmek manasına gelmektedir.
İmanda taklit:
İmanda taklit demek idrak etmeksizin
birinin haber verdiği bir şeye delilsiz bir şekilde inanmak demektir. Haber
verilen şey ister doğru olsun, ister yanlış olsun inceleme ve araştırma
yapmaksızın, yani kendisi idrak etmeksizin haber verilen şeyi doğrulamak
demektir. Ancak akidede taklit İslâm’da caiz değildir. Allah Zülcelal şöyle buyurmaktadır;
وَإِذَا قِيلَ لَهُمُ اتَّبِعُوا مَا أَنزَلَ اللّهُ
قَالُواْ بَلْ نَتَّبِعُ مَا أَلْفَيْنَا عَلَيْهِ آبَاءنَا أَوَلَوْ كَانَ
آبَاؤُهُمْ لاَ يَعْقِلُونَ شَيْئاً وَلاَ يَهْتَدُونَ
“Onlara Allah’ın indirdiğine uyun denilince, hayır
atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız derler. Ya ataları bir şey
akledemeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler.” (Bakara 170)
Bu ve benzeri onlarca ayeti kerime
mevcutken akidede taklidin caiz olacağını söylemek zorlama bir görüş olacağını
düşünüyorum. Burada “bu ayet müşrikler
hakkında nazil olmuştur” denilemeyeceği gibi, “atalarımız doğru dine inanmış iseler onları taklitte bir beis yoktur”
da denilemez. Zira kaideye göre sebebin hususiliğine değil lafzın umumiliğine
itibar edilir. Yani imanda taklidi reddeden ayet kâfirleri kapsadığı gibi
taklit üzere olan Müslümanları da kapsar. Yine atalarımız doğru dine iman etmiş
olsalar bile bu onların imanıdır ve biz idrak etmeksizin taklit ettiğimizde kâmil
iman sahibi olamayız. Ayrıca araştırma ve inceleme yapmaksızın atalarımızın
doğru dine iman ettiklerini bilmek de mümkün değildir. Araştırma ve inceleme
yapıldığında ise atalarımızın doğru dine iman ettiklerini anlayabileceğimiz
gibi akideyi idrak ettiğimizden dolayı taklitten de kurtulmuş oluruz.
Burada bir de yanlış anlaşılan mesele
vardır ki o da gayba iman etme konusudur. Bu daha çok taklidi imanla
karıştırılıyor. Bazıları diyor ki; “Allah
Kur’an’da “onlar gayba iman ederler” buyuruyor,
dolayısıyla idrak etmeksizin vicdani olarak İslâm akidesine iman caizdir.”
Halbuki burada kastedilen gaib olan bir Allah, Kitap ve Rasul değil, aklın
idraki dışında olan Cennet, Cehennem, Melekler ve önceki Nebî ve Rasuller gibi
konulardır ki bunlara iman taklidi olarak kabul edilemez. Bu konuları akıl ile
idrak edilen Allah Subhanehû ve Teâlâ,
Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem ve
O’nun vasıtasıyla bizlere ulaşan Allah’ın kelâmı olan Kur’an bizlere haber
vermektedir ki bunlara iman taklidi olarak vasıflandırılamaz. Ancak bu gaybi
şeylere iman nakli iman olarak tanımlanır. Çünkü imanın olmazsa olmazlarından
olan delil bu şeyler hakkında da mevcuttur. Bu iman edilmesi istenen hususların
varlığını akıl ile idrak ederek iman ettiğimiz Allah Teâlâ söylüyor ki O’nun kelâmı
delildir. Dolayısıyla iman akli ve nakli olarak iki kısımdır ki taklit bunların
arasında yoktur.
İslâm Ümmeti en büyük zafiyeti
taklidi imandan dolayı yaşamaktadır. Çünkü İslâm ağacının kökleri
tozlu-topraklı olduğunda dalları ile kökü arasındaki bağlantıyı göremeyiz. İslâm
akidesi hayata bakış açımız olduğuna göre buradaki bulanıklık bütün herşeyi
etkiler. Gözlüğü çamurlu birinin görüşü ne kadarsa bizim görüşümüz de o kadar
olur. Basiretimizi, ferasetimizi ve hayata Allah’ın nuruyla bakmayı kaybederiz.
Kâfirlerin dini olan laiklik ve demokrasiyi dahi İslâm ile bağdaştırırlar. Vatancılık
ve milliyetçilik gibi bâtıl fikirler nasıl İslâm Ümmeti arasına girdi
zannediyorsunuz?
Amelde taklit:
Burada bir hususu belirterek başlamak
gerekir ki amelde taklit genel bir ifadedir ve amelde taklit caizdir demek
yanlış anlaşılmaya müsait bir şeydir. Onun için her ne kadar araştıranlar
amelde taklidin caiz olacağını görecekler ise de buna şer’î hükümde taklit
caizdir demek daha dakik olacaktır. Amelde taklidin caiz olduğunu söyleyen
ulema şer’î hüküm konusundaki taklidi kastetmektedir. Çünkü önceki fakifler şer’î
hükümleri açıklayıp içtihat yapıyorlardı, günümüz âlimleri ise içtihat metoduna
uygun olmayacak şekilde kendi görüşlerini açıklıyorlar. Onun için ameldeki
taklidi şer’î hükümle sınırlandırıp yalnızca şer’î hüküm açıklandığında
taklidin caiz olacağını bilmek gerekir.
Evet, Allah Subhanehû ve Teâlâ’nın; “Bilmiyorsanız
Kitap ehline sorun” kavlinden dolayı ve Sahabelerin daha Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem hayatta iken
birbirlerini taklit etmelerinden dolayı şer’î hükümde taklit caizdir. Aksi
taktirde Rasul SallAllahu Aleyhi ve
Sellem buna sükut etmezdi. Ayrıca Rasul SallAllahu
Aleyhi ve Sellem başı yaralı olduğu bir halde gusl ederek başını
ıslattığından dolayı ölen bir adam hakkında; “Dikkat edin! Bilmiyorsanız sorunuz,
zira sormak cehaletin ilacıdır.” buyurmuştur. İlgili deliller ve
ulemanın içtihadı ile şer’î hükümde taklidin caiz olduğu anlaşılmaktadır. Zira
içtihat ehliyeti olmayan mukallit için başka yol yoktur.
Ancak şu husus iyi bilinmesi gerekir
ki Allah Subhanehû ve Teâlâ bizden ne
bir mezhebe, ne bir partiye ne de bir cemaate uymayı değil şer’î hükme uymayı
talep etmektedir. Dolayısıyla aslolan her Müslüman’ın Şâri’nin hitabını kendisi
anlayıp amel etmesidir. İlk Müslümanlar böyle idiler, neredeyse bütün Sahabeler
müçtehit derecesinde idi. Yine de bazı durumlarda birbirlerini taklit
ediyorlardı. Lakin Tabîin döneminden sonra müçtehit derecesinde olanlar azalıp
mukallitler çoğalmaya başladı. Ve bu durum sürüp gittikçe insanlar içerisinde
müçtehitler yok denecek kadar azaldı ve Müslümanlar birer mukallit oldular.
Bu durum, az da olsa müçtehitler
bulunup sahih içtihat metodu ile içtihat ettiği ve insanlar da onların ortaya
çıkarttığı şer’î hükümleri sahih bir şekilde taklit ettiği sürece İslâmî açıdan
bir behis yoktur. Fakat uçurumun kenarında olup her an doğru yoldan çıkma
tehlikesi ile karşı karşıyadırlar. Çünkü gerek mahkemelerdeki hakimler
açısından, gerek insanların işlerini güden yöneticiler açısından ve gerekse
kendisinden şer’î hükmün sorulması için müçtehit âlimler açısından hem topluma
donukluk hakim olur, hem de insanlar arasından ilmin yok olması kolay hâle
gelir. Bu hususta ebedi liderimiz Muhammed SallAllahu
Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmaktadır;
“Allah insanlar
arasından ilmi çekip almaz, ancak âlimlerin ölmesiyle ilmi insanlardan söküp alır.”
Aynen günümüzde olduğu gibi, âlimlerimiz
çok ancak sahih içtihat metodunu takip edip şer’î hükmü açıklamak yerine kendi
heva ve heveslerinden olan görüşleri Allah’ın hükmü olarak açıklıyorlar,
insanlar da onları taklit ediyorlar. Böylesi bir taklit şer’î hükmü taklit
değil, hoca efendilerinin görüşlerini taklittir ki o görüşler şer’î hüküm
değildir. Bu durumda Müslüman şer’î hükümde taklit değil amelde körü körüne
mukallit olmuş olur. Demokrasinin İslâm’dan olduğu safsatası, İslâm’ın bir
ahlak dini olduğu yalanı ve çeşitli Batı endeksli düşünceler ne yazık ki
günümüz âlimlerinden kaynaklanmaktadır. Ayrıca bu bâtıl düşünceleri içtihat
isabetsizliği olarak görüp sahiplerini temize çıkarmak doğru değildir. Çünkü
içtihatta isabet olmasa dahi ortaya çıkan sonuç şer’î hükümdür ve sahipleri ve
takipçileri misli ile mükafaatlandırılır. Hadis’te “Kim içtihat eder de hata ederse
bir sevap, isabet ederse iki sevap vardır” buyurulmaktadır. Hâlbuki bu
durum sahih içtihat metodu takip edilerek yapılan isabetsizliği kapsar ve ister
isabet etsin ister etmesin sonuç doğrudur.
Müslümanlar’ın İslâmî hayatı
başlatmak için Nebevî metot hariç her türlü demokratik yöntemi takip etmeleri,
banka kredisiyle ev, araba ve işyeri almaları hatta düğün yapmak için
kullanmaları, okumanın farz olduğunu öne sürüp başlarını açmaları ya da İslâmî
bir kılıf içinde her türlü yolu mubah görmeleri, neyi hangi şekilde taklit
edeceklerini bilmediklerinden kaynaklanmaktadır. Ne âlimler sahih içtihat
metoduna, ne de taklit edenler sahih taklit yöntemine bağlı değiller.
Dolayısıyla makalemin bundan sonraki kısmında doğru taklidin vakıasını ortaya
koymaya ayıracağım.
Şer’î hükmü ortaya çıkartana
müçtehit, bunu taklit edene ise mukallit denir ki mukallit iki kısımdır.
Birincisi tabî mukallittir ki müçtehidi delilini bilip tanıdıktan sonra taklit
eder. İkincisi de ammi mukallittir ki kayıtsız şartsız ve müçtehidin delilini
bilmeksizin taklit eder. Her ikisi de caiz olmakla birlikte ikinci durumdakiler
yukarıdaki bozuk yollara düşmemek için çok dikkatli olmak durumundadırlar.
Çünkü körü körüne taklit ettiğimiz bugünkü âlimler imam Azam, imam Şafiî, imam
Malik, imam Cafer ve Ahmet ibni Hanbel değiller. Önceki âlimlerin bırakın
krediye cevaz vermesini, faizden gelir elde ettiği şüphesiyle bazılarının
ikramlarını dahi boğazlarından aşağıya indirmemişlerdir. Ayrıca bu âlimler hak
sözü söylemek için zindanlarda yatmayı göze almış ve bilfiil yatmışlardır da.
Günümüz âlimlerinin akıllı olmak gerekir diyerek kendilerini avuttukları
hususlarda onlar bunu Allah ile halvet olarak değerlendirip koşarak hak sözü
söylemişlerdir.
Bu durumda taklit ederken dikkate
almamız gereken bazı hususlar vardır. İlk olarak mesela fetva veren âlimlerin
delilini sormamız lazım ki delilsiz konuşulmasın. Delil gösterenlerin ise
delillerinin vakıaya uygun olup oladığını incelememiz gerekir. Ayrıca
görüşlerinin hangi müçtehit imama dayandığını da sormamız lazım. Çünkü
kendileri içtihat yolunun kapalı olduğunu söylerler. Ya da müçtehit olduğunu
iddia ediyorsa içtihat metodunu kendisine sormamız lazım. Ya da bağlı olduğu
bir fıkıh usulü olup olmadığını, kaynak olarak neleri kabul ettiğini ve benzeri
müçtehit için zaruri olan ilimleri bilip bilmediğini anlayalım. Ayrıca taklit
edilecek kişinin fısk üzere olduğu, küfür hükümlerini uygulayan yöneticiler ile
sıkı ilşkilerinin olduğu ya da benzer iddialar varsa bunların doğru olup
olmadığı araştırılması gerekir.
İçtihat olarak önümüze gelen
fikirlerin içtihadi olmayan kati şer’î hükümlere ters düşmemesi, edille-i
şeriyyeden (Kur’an, Sünnet, Sahabe icması ve Şer’î kıyas) delilli olması,
insani bir sorunun çözümüne yönelik olması ve içtihadı ortaya koyanın ilk
olarak kendisinin onunla amel ediyor olması en dikkat edilmesi gereken
hususlardır. Bunula birlikte tüm şartlara haiz olsa bile Müslümanlar’a asli
işlerini yapmaktan alıkoymayacak bir kıymet ve derecede olması gerekir. Çünkü
nice doğrular vardır ki başka doğruları örtmek ve engellemek için bağlanılması
teşvik edilmiştir. Önümüzün Ramazan ayı olması hasebiyle bunun çokça
örneklerini göreceğimizi zannediyorum. Etrafta Müslümanlar mal, can ve
ırzlarını yitirirken bu zevat ya Cennet’e en son kimin gireceğini, ya Cennet’in
kaç kapısı olduğunu, ya da Ramazan’da verilen sadakanın önemini televizyon
ekranlarında ele alacaklardır.
Müslümanların, ben filanca hocadan
fetva aldım diyerek birtakım şeyleri yapmaları onları kurtaracak değildir. Bu
gerçeklikten yoksun fetvaların arkasına sığınarak her yol mubah mantığı
Müslüman’ın zihniyetine terstir, böyle kabul edilmelidir.
Son olarak istisnanın kaideyi
bozmayacağını vurgulamak isterim ki sözlerim bütün âlimleri kapsamasın. Ayrıca
bu kadar önemli bir konunun bir makale ile anlatılamayacağının farkında olmakla
birlikte makalemin bir nebze olsa dahi Müslümanlar’a ışık olmasını ümit ediyorum.
Dolayısıyla bu konunun faklı yönlerinin başka makalelerde ele alınması
luzumunun bilincinde olarak bütün okurlara Ramazan ayının hayırlara vesile
olmasını dilerim. Selam ve dua ile…
Yorumlar