TAKLİDİN VAKIASI, İMAN VE AMELDE HÜKMÜ

Murat Savaş

El-Hamdulillahi Rabb-il Âlemîn, e's Salatu ve's Selâmu Âlâ Seyyidinâ Muhammed ve Âlâ Âlihi ve Sahbihi ve Men Sâra Âlâ Derbihi İlâ Yevmi'd Dîn ve ba'd;

Hamd yalnızca Allah Azze ve Celle’ye mahsustur. Selam O’nun gönderdiği hidayet rehberi Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e, ehli beytine, ashabına ve kıyamete kadar O’nun yolunu takip edenlerin üzerine olsun ve hakeza.

İslâm Ümmeti Suriye, Irak, Filistin, Keşmir vesair beldelerde sessizce yok edilirken kardeşlerindeki bu duyarsızlık elbetteki Ümmet olarak geri kalmamızdan ve Ümmet bilincini yitirmemizden kaynaklanıyor. Artık bir vücudun azaları gibi birbirimizin acılarını hissetmek bir yana kangren olmuş gibi kendi acılarımızı dahi anlayamaz olduk. Üzerimize küfür nizamlarının tatbik edilmesi, yöneticilerimizin her bir kanun ve nizamda Batı takipçisi olmaları bize normal gelmeye başladı.

Elbetteki İslâm Ümmeti’nin bu vahim hâle düşmesinin tek bir sebebi yok. Belki onlarca farklı sebebi, yükselmiş ve en hayırlı Ümmet olma noktasındaki dinamiklerini yitirmiş olması var. Allah Subhanehû ve Teâlâ bu hususta şöyle buyurmaktadır;

“Muhakkak ki bir kavim (toplum) kendi içindekileri değiştirmedikçe Allah o kavmin halini değiştirmez.” (Rad11)

Her ne kadar bugünkü iğrenç ve vahim duruma düşmemiz bizzat İslâm Hilâfet Devleti’ni kaybetmemizden kaynaklanıyor olsa da, Hilâfet’i kaybetmemizde de birçok başka sebep var. Bu sebepler içten kaynaklanan ve dıştan gelen sebepler olarak iki başlıkta incelenebilir. Ancak esas arıza içten olan sıkıntılardır. Çünkü dıştan gelen ve çöküntüye sebep olan arızalar içteki bu zafiyet sebebiyle sirayet edebiliyor ve vücudu virüslere karşı dirençsiz hâle getiriyor.

Onun için içten kaynaklanan bu sıkıntılardan bir tanesini bu makalede ele alarak Ümmet’in vücudunu dirençli kılmaya ve Batı belasından gelen bâtıl fikirlere engel olmaya çalışacağım. Bu çerçevede Arapçanın ihmali, içtihat kapılarının kapatılması, Yunan, Fars ve Hint kültürünün İslâm ile karıştırılması ve İslâm’ı anlamada gösterdiğimiz zafiyet gibi içsel sıkıntılardan onlarcası mevcuttur. Fakat bütün bu konuları bir kitap ancak açıklayabilir. Biz, İslâm’ı anlamada gösterdiğimiz zafiyetlerden birisi olan taklit konusunu incelemeye çalışacağım. Zira geldiğimiz noktada kimileri hoca efendileri körü körüne taklit ederek taklit konusunu dezenformasyona uğratırken kimileri de taklidi reddederek ayet ve hadisleri herkesin anlayabileceğini iddia ederek mantukçu ve mealci bir oluşum içerisine girmişlerdir. Bir ayeti kerime mealinden dolayı yönetici ve destekçilerini tekfir eden, yüzlerce hadis, fıkıh ve usul âlimini hiçe sayan da yine bu güruhtur. Yine “o ne söylerse doğru söylemiştir” mantığına sahip kör taklitçi kesim akla uygun bulunan Batı fikirlerinin alınmasına cevaz vererek aynı zamanda küfrün bekasını da sağlamaktadırlar.

Konumuz taklit olunca imanda taklit ve amelde taklit olmak üzere ikiye ayıracağım ve her iki durumdada şer’î hükmü açıklamaya çalışacağım. Ancak taklidin vakıasını ortaya koyarak başlamak en uygun olanıdır diye düşünüyorum.

Taklit; düşünmeden bir başkasına uymak demektir. Lügatta “falan işte onu taklit etti” denilir. Yani düşünmeden ve incelemeden ona tâbi oldu manasındadır. Taklidin manasına şer’î olarak baktığımızda ise, bağlayıcı bir delil olmaksızın başkasının sözü ile amel etmektir. İlim sahibi olmayan birinin bir müçtehidin sözü ile amel etmesi veya bir müçtehidin kendisi gibi müçtehit olan birinin sözü ile amel etmesi birer taklittir. Taklit kelimesinin şer’î ve lügavi tarifi herhangi bir işte başkasına uyan kimseye mukallit dendiğine delâlet etmektedir. Kısacası taklit, başkasına uymak, ittiba etmek manasına gelmektedir.

İmanda taklit:

İmanda taklit demek idrak etmeksizin birinin haber verdiği bir şeye delilsiz bir şekilde inanmak demektir. Haber verilen şey ister doğru olsun, ister yanlış olsun inceleme ve araştırma yapmaksızın, yani kendisi idrak etmeksizin haber verilen şeyi doğrulamak demektir. Ancak akidede taklit İslâm’da caiz değildir. Allah Zülcelal şöyle buyurmaktadır;

وَإِذَا قِيلَ لَهُمُ اتَّبِعُوا مَا أَنزَلَ اللّهُ قَالُواْ بَلْ نَتَّبِعُ مَا أَلْفَيْنَا عَلَيْهِ آبَاءنَا أَوَلَوْ كَانَ آبَاؤُهُمْ لاَ يَعْقِلُونَ شَيْئاً وَلاَ يَهْتَدُونَ

“Onlara Allah’ın indirdiğine uyun denilince, hayır atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız derler. Ya ataları bir şey akledemeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler.” (Bakara 170)

Bu ve benzeri onlarca ayeti kerime mevcutken akidede taklidin caiz olacağını söylemek zorlama bir görüş olacağını düşünüyorum. Burada “bu ayet müşrikler hakkında nazil olmuştur” denilemeyeceği gibi, “atalarımız doğru dine inanmış iseler onları taklitte bir beis yoktur” da denilemez. Zira kaideye göre sebebin hususiliğine değil lafzın umumiliğine itibar edilir. Yani imanda taklidi reddeden ayet kâfirleri kapsadığı gibi taklit üzere olan Müslümanları da kapsar. Yine atalarımız doğru dine iman etmiş olsalar bile bu onların imanıdır ve biz idrak etmeksizin taklit ettiğimizde kâmil iman sahibi olamayız. Ayrıca araştırma ve inceleme yapmaksızın atalarımızın doğru dine iman ettiklerini bilmek de mümkün değildir. Araştırma ve inceleme yapıldığında ise atalarımızın doğru dine iman ettiklerini anlayabileceğimiz gibi akideyi idrak ettiğimizden dolayı taklitten de kurtulmuş oluruz.

Burada bir de yanlış anlaşılan mesele vardır ki o da gayba iman etme konusudur. Bu daha çok taklidi imanla karıştırılıyor. Bazıları diyor ki; “Allah Kur’an’da “onlar gayba iman ederler” buyuruyor, dolayısıyla idrak etmeksizin vicdani olarak İslâm akidesine iman caizdir.” Halbuki burada kastedilen gaib olan bir Allah, Kitap ve Rasul değil, aklın idraki dışında olan Cennet, Cehennem, Melekler ve önceki Nebî ve Rasuller gibi konulardır ki bunlara iman taklidi olarak kabul edilemez. Bu konuları akıl ile idrak edilen Allah Subhanehû ve Teâlâ, Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem ve O’nun vasıtasıyla bizlere ulaşan Allah’ın kelâmı olan Kur’an bizlere haber vermektedir ki bunlara iman taklidi olarak vasıflandırılamaz. Ancak bu gaybi şeylere iman nakli iman olarak tanımlanır. Çünkü imanın olmazsa olmazlarından olan delil bu şeyler hakkında da mevcuttur. Bu iman edilmesi istenen hususların varlığını akıl ile idrak ederek iman ettiğimiz Allah Teâlâ söylüyor ki O’nun kelâmı delildir. Dolayısıyla iman akli ve nakli olarak iki kısımdır ki taklit bunların arasında yoktur.

İslâm Ümmeti en büyük zafiyeti taklidi imandan dolayı yaşamaktadır. Çünkü İslâm ağacının kökleri tozlu-topraklı olduğunda dalları ile kökü arasındaki bağlantıyı göremeyiz. İslâm akidesi hayata bakış açımız olduğuna göre buradaki bulanıklık bütün herşeyi etkiler. Gözlüğü çamurlu birinin görüşü ne kadarsa bizim görüşümüz de o kadar olur. Basiretimizi, ferasetimizi ve hayata Allah’ın nuruyla bakmayı kaybederiz. Kâfirlerin dini olan laiklik ve demokrasiyi dahi İslâm ile bağdaştırırlar. Vatancılık ve milliyetçilik gibi bâtıl fikirler nasıl İslâm Ümmeti arasına girdi zannediyorsunuz?

Amelde taklit:

Burada bir hususu belirterek başlamak gerekir ki amelde taklit genel bir ifadedir ve amelde taklit caizdir demek yanlış anlaşılmaya müsait bir şeydir. Onun için her ne kadar araştıranlar amelde taklidin caiz olacağını görecekler ise de buna şer’î hükümde taklit caizdir demek daha dakik olacaktır. Amelde taklidin caiz olduğunu söyleyen ulema şer’î hüküm konusundaki taklidi kastetmektedir. Çünkü önceki fakifler şer’î hükümleri açıklayıp içtihat yapıyorlardı, günümüz âlimleri ise içtihat metoduna uygun olmayacak şekilde kendi görüşlerini açıklıyorlar. Onun için ameldeki taklidi şer’î hükümle sınırlandırıp yalnızca şer’î hüküm açıklandığında taklidin caiz olacağını bilmek gerekir.

Evet, Allah Subhanehû ve Teâlâ’nın; “Bilmiyorsanız Kitap ehline sorun” kavlinden dolayı ve Sahabelerin daha Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem hayatta iken birbirlerini taklit etmelerinden dolayı şer’î hükümde taklit caizdir. Aksi taktirde Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem buna sükut etmezdi. Ayrıca Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem başı yaralı olduğu bir halde gusl ederek başını ıslattığından dolayı ölen bir adam hakkında; “Dikkat edin! Bilmiyorsanız sorunuz, zira sormak cehaletin ilacıdır.” buyurmuştur. İlgili deliller ve ulemanın içtihadı ile şer’î hükümde taklidin caiz olduğu anlaşılmaktadır. Zira içtihat ehliyeti olmayan mukallit için başka yol yoktur.

Ancak şu husus iyi bilinmesi gerekir ki Allah Subhanehû ve Teâlâ bizden ne bir mezhebe, ne bir partiye ne de bir cemaate uymayı değil şer’î hükme uymayı talep etmektedir. Dolayısıyla aslolan her Müslüman’ın Şâri’nin hitabını kendisi anlayıp amel etmesidir. İlk Müslümanlar böyle idiler, neredeyse bütün Sahabeler müçtehit derecesinde idi. Yine de bazı durumlarda birbirlerini taklit ediyorlardı. Lakin Tabîin döneminden sonra müçtehit derecesinde olanlar azalıp mukallitler çoğalmaya başladı. Ve bu durum sürüp gittikçe insanlar içerisinde müçtehitler yok denecek kadar azaldı ve Müslümanlar birer mukallit oldular.

Bu durum, az da olsa müçtehitler bulunup sahih içtihat metodu ile içtihat ettiği ve insanlar da onların ortaya çıkarttığı şer’î hükümleri sahih bir şekilde taklit ettiği sürece İslâmî açıdan bir behis yoktur. Fakat uçurumun kenarında olup her an doğru yoldan çıkma tehlikesi ile karşı karşıyadırlar. Çünkü gerek mahkemelerdeki hakimler açısından, gerek insanların işlerini güden yöneticiler açısından ve gerekse kendisinden şer’î hükmün sorulması için müçtehit âlimler açısından hem topluma donukluk hakim olur, hem de insanlar arasından ilmin yok olması kolay hâle gelir. Bu hususta ebedi liderimiz Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmaktadır;

“Allah insanlar arasından ilmi çekip almaz, ancak âlimlerin ölmesiyle ilmi insanlardan söküp alır.”

Aynen günümüzde olduğu gibi, âlimlerimiz çok ancak sahih içtihat metodunu takip edip şer’î hükmü açıklamak yerine kendi heva ve heveslerinden olan görüşleri Allah’ın hükmü olarak açıklıyorlar, insanlar da onları taklit ediyorlar. Böylesi bir taklit şer’î hükmü taklit değil, hoca efendilerinin görüşlerini taklittir ki o görüşler şer’î hüküm değildir. Bu durumda Müslüman şer’î hükümde taklit değil amelde körü körüne mukallit olmuş olur. Demokrasinin İslâm’dan olduğu safsatası, İslâm’ın bir ahlak dini olduğu yalanı ve çeşitli Batı endeksli düşünceler ne yazık ki günümüz âlimlerinden kaynaklanmaktadır. Ayrıca bu bâtıl düşünceleri içtihat isabetsizliği olarak görüp sahiplerini temize çıkarmak doğru değildir. Çünkü içtihatta isabet olmasa dahi ortaya çıkan sonuç şer’î hükümdür ve sahipleri ve takipçileri misli ile mükafaatlandırılır. Hadis’te “Kim içtihat eder de hata ederse bir sevap, isabet ederse iki sevap vardır” buyurulmaktadır. Hâlbuki bu durum sahih içtihat metodu takip edilerek yapılan isabetsizliği kapsar ve ister isabet etsin ister etmesin sonuç doğrudur.

Müslümanlar’ın İslâmî hayatı başlatmak için Nebevî metot hariç her türlü demokratik yöntemi takip etmeleri, banka kredisiyle ev, araba ve işyeri almaları hatta düğün yapmak için kullanmaları, okumanın farz olduğunu öne sürüp başlarını açmaları ya da İslâmî bir kılıf içinde her türlü yolu mubah görmeleri, neyi hangi şekilde taklit edeceklerini bilmediklerinden kaynaklanmaktadır. Ne âlimler sahih içtihat metoduna, ne de taklit edenler sahih taklit yöntemine bağlı değiller. Dolayısıyla makalemin bundan sonraki kısmında doğru taklidin vakıasını ortaya koymaya ayıracağım.

Şer’î hükmü ortaya çıkartana müçtehit, bunu taklit edene ise mukallit denir ki mukallit iki kısımdır. Birincisi tabî mukallittir ki müçtehidi delilini bilip tanıdıktan sonra taklit eder. İkincisi de ammi mukallittir ki kayıtsız şartsız ve müçtehidin delilini bilmeksizin taklit eder. Her ikisi de caiz olmakla birlikte ikinci durumdakiler yukarıdaki bozuk yollara düşmemek için çok dikkatli olmak durumundadırlar. Çünkü körü körüne taklit ettiğimiz bugünkü âlimler imam Azam, imam Şafiî, imam Malik, imam Cafer ve Ahmet ibni Hanbel değiller. Önceki âlimlerin bırakın krediye cevaz vermesini, faizden gelir elde ettiği şüphesiyle bazılarının ikramlarını dahi boğazlarından aşağıya indirmemişlerdir. Ayrıca bu âlimler hak sözü söylemek için zindanlarda yatmayı göze almış ve bilfiil yatmışlardır da. Günümüz âlimlerinin akıllı olmak gerekir diyerek kendilerini avuttukları hususlarda onlar bunu Allah ile halvet olarak değerlendirip koşarak hak sözü söylemişlerdir.

Bu durumda taklit ederken dikkate almamız gereken bazı hususlar vardır. İlk olarak mesela fetva veren âlimlerin delilini sormamız lazım ki delilsiz konuşulmasın. Delil gösterenlerin ise delillerinin vakıaya uygun olup oladığını incelememiz gerekir. Ayrıca görüşlerinin hangi müçtehit imama dayandığını da sormamız lazım. Çünkü kendileri içtihat yolunun kapalı olduğunu söylerler. Ya da müçtehit olduğunu iddia ediyorsa içtihat metodunu kendisine sormamız lazım. Ya da bağlı olduğu bir fıkıh usulü olup olmadığını, kaynak olarak neleri kabul ettiğini ve benzeri müçtehit için zaruri olan ilimleri bilip bilmediğini anlayalım. Ayrıca taklit edilecek kişinin fısk üzere olduğu, küfür hükümlerini uygulayan yöneticiler ile sıkı ilşkilerinin olduğu ya da benzer iddialar varsa bunların doğru olup olmadığı araştırılması gerekir.

İçtihat olarak önümüze gelen fikirlerin içtihadi olmayan kati şer’î hükümlere ters düşmemesi, edille-i şeriyyeden (Kur’an, Sünnet, Sahabe icması ve Şer’î kıyas) delilli olması, insani bir sorunun çözümüne yönelik olması ve içtihadı ortaya koyanın ilk olarak kendisinin onunla amel ediyor olması en dikkat edilmesi gereken hususlardır. Bunula birlikte tüm şartlara haiz olsa bile Müslümanlar’a asli işlerini yapmaktan alıkoymayacak bir kıymet ve derecede olması gerekir. Çünkü nice doğrular vardır ki başka doğruları örtmek ve engellemek için bağlanılması teşvik edilmiştir. Önümüzün Ramazan ayı olması hasebiyle bunun çokça örneklerini göreceğimizi zannediyorum. Etrafta Müslümanlar mal, can ve ırzlarını yitirirken bu zevat ya Cennet’e en son kimin gireceğini, ya Cennet’in kaç kapısı olduğunu, ya da Ramazan’da verilen sadakanın önemini televizyon ekranlarında ele alacaklardır.

Müslümanların, ben filanca hocadan fetva aldım diyerek birtakım şeyleri yapmaları onları kurtaracak değildir. Bu gerçeklikten yoksun fetvaların arkasına sığınarak her yol mubah mantığı Müslüman’ın zihniyetine terstir, böyle kabul edilmelidir.

Son olarak istisnanın kaideyi bozmayacağını vurgulamak isterim ki sözlerim bütün âlimleri kapsamasın. Ayrıca bu kadar önemli bir konunun bir makale ile anlatılamayacağının farkında olmakla birlikte makalemin bir nebze olsa dahi Müslümanlar’a ışık olmasını ümit ediyorum. Dolayısıyla bu konunun faklı yönlerinin başka makalelerde ele alınması luzumunun bilincinde olarak bütün okurlara Ramazan ayının hayırlara vesile olmasını dilerim. Selam ve dua ile…

 


Yorumlar

  1. Kamik Kamilovic

    Hilafet devleti eskiden de yoktu. Hilafet devleti diye bir olgu hiç var olmadı. Atalarınızın size dayattığı şeyleri gerçek sayacağınıza tarihi kuran ile değerlendirin ki zanna düşmüş olmazsınız.

Yorum Yaz