Dershanelerin kapatılması meselesi ile tekrar gündeme gelen AKP-Cemaat
gerginliği yine gündemi en çok meşgul eden meselelerin başında gelmektedir.
Mesele o kadar uzatıldı ki bu gün dünya siyasetinin üzerinde yoğunlaştığı başta
Suriye sorunu olmak üzere iç ve dış siyasette gelişen birçok önemli olayın arka
planda kalmasına neden oldu. Özellikle MEB Müsteşarı Yusuf Tekin başkanlığında
hazırlanan bir hazırlık metni üzerinden, Cemaatin basın yayın organları
tarafından günlerce sanki başka konu yokmuş gibi dershaneler meselesinin
işlenmesi ve AKP hükümetine tepki gösterilmesi, diğer ulusalcı kesimin de
iştahını kabartarak bu mesele üzerinde yoğunlaşmasına neden oldu. Dershaneler
üzerinde yapılması düşünülen değişiklik meselesi farklı alanlara çekilerek
AKP-Cemaat gerginliğinden yahut çekişmesinden çıkartılarak çatışmaya ve
ayrışmaya kadar dayandırıldı.
Peki gerçekte AKP-Cemaat gerginliği üzerinden yürütülen polemiklerin
bir hakikati var mıdır? Erdoğan ve Gülen yapmış oldukları açıklamalarla bu
gerginliği çatışmaya mı dönüştürmüştür? Yoksa ABD, Cemaat hareketi üzerinden
Erdoğan’a terbiye operasyonu mu gerçekleştirmek istemektedir, ya da ABD
Erdoğan'ın özellikle dış politikadaki tutumlarından dolayı eksen kayması
yaşadığını mı düşünmektedir. Biz de bu soru işaretlerinden yola çıkarak
meselenin hakikatini ortaya koymaya çalışacağız İnşaAllah.
Dershanelerin kapatılması meselesi bilinenin aksine yeni başlatılmış
bir tartışma konusu değildir. Bizatihi Erdoğan bu mesele ile alakalı defalarca
açıklama yapmış ve tartışılıp zamana bırakılması için ilk adımı bizzat
atmıştır. Konu hakkında çalışmalar yapılmasını kendi hükümet yetkililerinden ve
danışmalarından istemiş ancak dönemin yetkilileri zamanın uygun olmadığı
kanaatinden olsa gerek, ciddi adımlar atmaktan çekinmişlerdi.
Erdoğan şöyle diyordu: "Çok açık net söylüyorum. Milli Eğitim
Bakanı'mla konuşuyorum, niçin acaba öğrenciler üniversite hazırlık kursuna
giderler? Bunu anlamakta zorlanıyorum. Anlıyorum da, bu sistem nasıl
oluşturulmuş. Bunu kaldırmaya kalktığımız zaman acaba hangi bariyerlerle
karşılaşacaksınız? Okullarımız yok mu? Bu okullardan mezun olan yavrularımız
mezun olduğu zaman niçin üniversiteye rahatça giremesin? Bunlar aşılacak, ama
milletçe buna karşı bir mücadeleyi vermemiz gerekiyor. Belki bu, birilerinin çıkarına,
menfaatine ters düşebilir ama milletimin menfaatine uygun düşeceğine
inanıyorum. Çünkü bunlar az paralar değil, ciddi paralar harcanıyor ve bunun
bedelini ödeyen var, ödeyemeyen var. Bakıyorsunuz en güçlü liseden, fen
lisesinden, anadolu lisesinden mezun oluyor, o bile hazırlık kursuna gidiyor.
Bu bir garabet. Bundan ülkemizin kurtulması lazım." Erdoğan’ın dershanelerin kapatılması
ile alakalı yapmış olduğu bu konuşma, son yapmış olduğu konuşmadan daha sert ve
adres gösterici olmasına rağmen bu kadar tepki ve kampanyaya maruz kalmamıştı.
Ancak konuşmanın yapıldığı tarih, “bu kez
niçin farklı” sorunun cevabını anlamak açısından önemli. Bu sözler, 29 Mart
2009 yerel seçimleri yaklaşırken gündeme gelmiştir. Dershanelerle ilgili
tartışmaların yerel seçimlerden hemen önceye gelmesi olayın bir yönünü
oluştururken, diğer bir yönü de gözden kaçırılmamalıdır: Eğitim sistemindeki
çarpıklıklar ve bu boşluktan elde edilen rantlar. Ekonomik bir rant gibi
gözükse de aslında işin siyasi ayağı daha önemli bir konudur.
Cemaatin Üstlenmiş Olduğu Misyon
Bilindiği üzere Gülen hareketinin sadece Türkiye’de değil, pek çok
ülkede hizmet adı altında okul, dershane ve öğrenci evleri bulunmaktadır. Bu
araçların önemi yalnızca eğitim ve ders amaçlı olmalarından değil, aynı zamanda
belirli bir kültür verilerek bakış açılarına yön verilmesinden ileri gelmektedir.
Özellikle Cemaatin dershane ve okullarına baktığımızda mevcut sistem içerisinde
ve kurulu düzenle uyum ve entegrasyon halinde, hatta demokrasi ve İslam’ı bir
arada görerek kendisine bir misyon belirlediğini görmekteyiz. Bu misyon gereği,
kapitalizmin güç odaklarına sırtını dayayan bu hareketin, Ilımlı İslam
projesinin de önderliğini yaptığı bilinmektedir.
Her ne kadar bu misyon başka ülkelerde oldukça aktif bir biçimde yürütülüyor
olsa da, Türkiye bir başlangıç noktası olarak kritik bir rol oynamaktadır.
Çünkü “Ilımlı İslam Projesi”ni ortaya
atanlar aynı zamanda “Büyük Ortadoğu
Projesi”nde de yeni taktik ve üsluplar benimseyerek Erdoğan’ı da bu projeye
dahil etmeyi başarmışlardır. Hatta projenin eş başkanlığı/sponsorluğu görevi de
bilindiği üzere Erdoğan’a layık görülmüştür. Gülen, diğer dünya ülkelerinde bu
projeyi somutlaştırarak belki de en çok tartışılan bir meselenin de önünü
açmıştır ki o da “Dinler Arası Diyalog”
düşüncesidir. Sonuçta Gülen, bu projeyi Amerika’dan yürütürken, Erdoğan da aynı
şekilde Türkiye üzerinden attığı adımlarla bu düşünceye sahip çıkmış ve
yaygınlaşmasında somut adımlar atmıştır.[i]
Kapitalist sistemin öncülüğünü yapan ve bu projenin mimarı olan Amerika ise, bu
sinerji ile belirli bir dönem başta Türkiye olmak üzere diğer Müslüman
ülkelerde entelektüel bir algı oluşturulmaya çalışılmış, kısmen de olsa başarı
elde edebilmiştir.
Diğer bir mesele ise yine bu misyon kapsamında ABD ve Batı’nın
oluşturmak istediği yeni dünya düzeninde Türkiye’nin yeniden dizayn edilmesi ve
şekillendirilmesi meselesidir. Bu noktada da önemli bir ilerleme
kaydedilebilmiştir. Amaç; Türkiye’nin, özellikle Ortadoğu’daki Müslümanlar
başta olmak üzere, diğer halkı Müslüman olan ülkelerdeki manevi mirasını
kullanarak, ABD ve Batı karşıtlığı fikrini yok etmektir. Ancak Türkiye’de
Cumhuriyetle yaşıt olan İngiliz kültürü yani katı ulusalcı laik kültürün ve bu
kültürün temsilcileri sayılan erklerin “Yenidünya
Düzenine” ayak uyduramayacağı kanaati bu kesimin tasfiye edilmesi
ihtiyacını da beraberinde getirmiştir.
Cemaatinin, devlet mekanizması içerisinde, özellikle yargı alanındaki
kolları aracılığıyla bu noktada attığı adımlar ise hükümet ile beraber hareket
etme noktasında sürecin başarıya ulaşmasında etkili bir faktör olmuştur. Bu
proje üzerinde de Hükümet ya da Erdoğan ve Cemaat aynı safta yer almış, eski
askeri vesayet sisteminin tasfiye edilmesinde birlikte hareket etmişlerdir.
Cemaat bu projede Erdoğan’a yargı, emniyet ve istihbarattaki uzantıları ve
bağlantıları ile beraber, görsel ve yazılı basın aracılığı ile de yardımcı
olmuştur. Balyoz ve Ergenekon davalarının basın aracılığıyla duyurulması ve
medya yoluyla gündemde tutulması noktasında, Cemaatin yayın kuruluşları aktif
rol almışlar, ilgili dava, operasyon ve tasfiyelerin yürütülmesine katkı
sağlamışlardır. Ancak hızlarını alamayarak, söz konusu davaları, karşıtlarına
ve muhaliflerine karşı adeta bir silah gibi kullanmışlar, ipin ucunu kaçırıp
olduk olmadık pek çok iddia ortaya atmışlar, sözde ilkeli haber anlayışını bir
kenara bırakarak yeri geldiğinde iftira ve karalama kampanyalarına başvurmaktan
çekinmemişlerdir.[ii]
AKP
Cemaat Geriliminin Başlangıcı
Buraya kadar gelinen süreçte Cemaat ve Erdoğan’ın beraber hareket
ettikleri ve üstlendikleri misyonu yerine getirmede herhangi bir görüş ayrılığı
yaşanmadığı gözlemlenmektedir. Ancak bu süreç belli bir aşama kat ettikten ve
bir tür rahatlama/pekişme dönemi başladıktan sonra, özellikle iç siyasette aralarında
birtakım gerginlikler ve bir tür pay kapma yarışı baş göstermiştir. Meclis,
kabine, bürokrasi ve istihbaratta daha çok pay alma arzusunda olan Cemaatin,
Erdoğan’a baskı yapmaya başlaması 2011 seçimleri arifesinde gerginlik
yaşamalarına neden olmuştur. Hükümet ve partisi üzerinde otoriter bir konuma
sahip olan Erdoğan, Cemaatin bu baskısına tepki göstermiş, hatta özellikle
Milli Eğitim Bakanlığı gibi örneklerde görüldüğü üzere Cemaat’e karşı bir tür
tasfiye süreci başlatmıştır. Buna karşılık özel yetkili savcılar aracılığıyla
Ergenekon operasyonlarının kapsamı genişletilerek o günlerde çok konuşulacak
bir hamleyle Erdoğan’a bir mesaj vermeye çalışmıştır. Oda Tv baskını ve
ardından Ahmet Şık ve Nedim Şener gibi gazetecilerin tutuklanmaları karşısında
Erdoğan, hem dış basında hem de iç basında özgürlükleri kısıtlayıcı olmakla
suçlanmış, yoğun bir karşı kampanyaya maruz kalmış, akabinde bazı medya
çevrelerinde AKP ile Cemaat arasında örtülü bir çatışma yaşandığı haberleri
dolaşmaya başlamıştır.
Dış siyasette ise Erdoğan’ın seçim kampanyası dâhilinde
insani yardım adı altında Filistin’e gönderilen Mavi
Marmara gemisinin “İsrail” askerleri
tarafından basılması üzerine, Gülen’in yaptığı “İsrail’den izin alınmalıydı”
açıklaması bu gerginliğin bariz bir örneğini teşkil ediyordu. Bu olay aynı zamanda
vakıanın, AKP-Cemaat gerginliğinden Erdoğan-Cemaat gerginliğine dönüştüğünün
sinyali olmuştur. Erdoğan ise bu ve benzeri tepkilerin gelmesinden sonra,
Cemaat'in gerek parti gerekse bürokrasi üzerindeki ağırlığının azaltılmasına
yönelik adımlar atmıştır. Çünkü Cemaat'in başına buyruk hareket ederek,
özellikle Yargı alanındaki icraatlarından doğan tepkilerin Hükümete zarar verme
ihtimali söz konusu olmuştur. Diğer bir neden ise, askeri vesayetin
tasfiyesinden sonra yeniden şekillenen devlet mekanizmasının Cemaat eksenine
kayarak çift başlı bir yapının oluşmasının önüne geçmektir. Erdoğan askeri
vesayetin tasfiyesinden doğan boşluğu bizzat doldurmak, devlet mekanizmasını
kendi kontrolü altında tutmak istemektedir.
Bundan sonraki süreçte ise AKP-Cemaat gerginliği noktasında irili
ufaklı birçok olayın yaşandığı malumdur. Birkaç örnek vermek gerekirse; Uludere
olayında istihbarat zafiyeti meselesi, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın ifadeye
çağrılması, Başbakanlıkta bulunan dinleme cihazı meselesi, Özel Yetkili
Mahkemelerin işlevinin değişmesi, HSYK’IN yapısının değiştirilmesi, Emniyet ve
emniyet istihbaratta yaşanan görev değişiklikleri, 4+4+4 eğitim modeli
üzerindeki tartışmalar, şike olayları, Gezi Parkı olayında Hükümetin tavrına
ilişkin tartışmalar ve belki de en önemlisi Erdoğan’ın köşke aday olup
olmayacağı noktasındaki tartışmalar ile birlikte, dershanelerin kapatılması
meselesi üzerinden Gülen’in Erdoğan’a Firavun benzetmesi ve Erdoğan’ın da
katıldığı özel bir televizyon programında “Bu mesele bizim için bir memleket
meselesidir. Cemaat deniliyor, biz Cemaat mensubu kardeşlerimizin ellerindeki
medya organlarıyla bize saldırmalarını, hatta gerçeğe aykırı şekilde
saldırmalarını yadırgıyoruz” diyerek yaptığı açıklamaya baktığımızda
AKP-Cemaat gerginliğinin hakikat olduğu açığa çıkmaktadır.
Gerginliğin odak noktasında, devlet yapılanmasına yönelik kadrolaşma
meselesi vardır. Ancak bu gerginlik ya da yapılan tasfiyeler, aralarındaki
üslup farklılığından kaynaklanmaktadır. Nitekim iki kesimin de kendilerine
çizilen alan içerisinde, farklı uygulama yöntemlerine ve çelişen anlayışlara
sahip olduklarını, Ergenekon ve benzeri süreçlerde yaşanan polemiklerden
görebiliriz.
ABD'nin Erdoğan’dan rahatsız olduğu yahut Cemaat üzerinden Erdoğan'ı
terbiye etme meselesi ise tamamen ABD'nin Erdoğan'a biçtiği misyon gereğidir.
Burada hatırlanması gereken faktör, Ortadoğu’daki Arap baharı bağlamında
gelişen olaylardır. Bu süreçte Erdoğan'ın taşıdığı misyon, ABD ve Batı ile
Müslüman ülkeler üzerinde bir köprü kurmaktır. Ancak ABD ve Batı'nın
Müslümanlar üzerinde oluşturduğu işgalci ve sömürgeci algısının izlerini
silmek, Erdoğan'ın ABD'nin sadık müttefiki ve dostu imajı ile çelişki
göstermesinden dolayı çok da kolay bir mesele değildir.
Özellikle Suriye meselesinde bu algının ortadan kaldırılamadığı,
Suriyeli direnişçiler üzerinde etki sağlamak isteyen Erdoğan'ın, Batı ve ABD
ile aynı kefeye konulması sonucu başarıya ulaşamaması bunun en bariz
örneklerindendir. Dolayısıyla Erdoğan'ın İslami söylemlere ağırlık vererek bu
imajdan kurtulması ve bağımsız bir bölgesel güç olduğunu kanıtlaması için
temelde ABD politikalarına ters olmayan açıklama ve icraatlar yapması kadar
normal bir davranış yoktur. Mısır da ABD tarafından Müslüman Kardeşlere yapılan
askeri darbenin Erdoğan tarafından çok sert bir dille eleştirilmesinin bundan
başka bir izahı da yoktur. Bununla beraber Çin ile yapılan füze anlaşması ve
Rusya ziyaretinde Erdoğan'ın Şangay açıklamaları aynı amaca hizmet etmekten
başka bir şey değildir. Bu ve benzeri olaylar neticesinde bu algının pekişmesi
için ABD medyasında ve düşünce kuruluşlarında Erdoğan aleyhine yazılan yazı ve
raporlar, önemli derecede etki sağlamakta ve neredeyse Erdoğan'ın bir eksen
kayması yaşadığı fikrine herkesi ikna etmektedir.[iii]
Netice itibariyle hem AKP üzerindeki uzlaştırıcı ve farklı görüşleri
bütünleyici özelliği ile hem de iç ve dış siyasette ABD'nin projelerine
eksiksiz riayet etmesinden dolayı Erdoğan, halen ABD için Türkiye’de istediği
stratejiyi oluşturma noktasında seçilmiş en ideal seçenektir. Cemaat’in devlet
kadrolarından kısmi oranda tasfiyesi ise, Erdoğan'ın inisiyatifinde olan bir
meseledir. ABD, Erdoğan üzerinden Türkiye’de güçlü bir nüfuz elde etmiştir. Bu
nüfuzun baki kalması için, Erdoğan yahut AKP iktidarı gitse bile devlet
üzerindeki etkinliğinin sabit kalmasını istemektedir. Bu yüzden de devlet
yapısının oluşturulmasında özenli hareket ederek tüm kesimlerce kabul görmesini
istemektedir. Dindar gençlik projeleri ve bugünkü yapının dindar gençliğe sözde
emanet edilmesi ise önümüzdeki döneme hazırlık niteliğindedir. Cumhurbaşkanlığı
seçimleri ve Erdoğan’ın akıbeti konusunda süregelen tartışmalar, bugün iç
siyasette yaşanılan gerilimlerin de bir sonraki döneme bırakılmaması için
yapılan bilinçli bir taktik olduğunu teyit etmektedir.
Sonuç olarak Cemaat'in üstlenmiş olduğu misyon AKP'nin üstlenmiş
olduğu misyonla aynı hedefe hizmet etse de ikisinin de görev sahaları
birbirinden farklıdır. Davul turası gibi birbirine vurdukça ses gelmesi bir
ritim eşliğindedir ve vuranın duymak istediği tondan başka seste çıkması mümkün
değildir.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış