İnsanoğlu bu dünyada
özgür olmak istiyor. Dilediği gibi hareket etmek ve kimsenin kendisine karışmamasını
istiyor. Demokrasi dedikleri şeyi icat etme sebeplerinden biri de budur.
Maalesef bugün Müslümanların çoğu bu fikre meyletmiş durumdalar. Hatta o kadar
ki bu düşünce birtakım kimseleri İslam’a karşı cephe almaya kadar itti.
Oysa insanlar bu dünyada
sanıldığı gibi özgür değiller. Tıpkı önceden olduğu gibi ve bundan sonra da
olmayacağı gibi.
Şöyle ki, insanlar bu
dünyaya kendi rızaları ile gelemedikleri gibi kendi rızaları olmadan gideceklerdir.
Ebeveynlerini ve memleketlerini seçemedikleri gibi, ırklarını ve cinsiyetlerini
de seçemediler. Belli bir yaşa kadar anne ve babalarının gözetiminde, onların
istekleri doğrultusunda hareket etmek zorunda kaldılar. Hayata atılır atılmaz
ise hayat nizamlarını belirleyen sistem tarafından kendileri üzerine tatbik
edilen kurallara uymak zorunda kaldılar. Kırmızı ışıkta geçemediği gibi
istediği malı istediği kimseden karşı tarafın rızası olmadan alamazlar. İşçi
veya işveren üzerine düşen vergileri vermek, sigorta primlerini yatırmak
zorundadır. Aralarında çıkan ihtilaf ve anlaşmazlıklarda anlaşamadıkları hususu
veya ihtilafı gücü yettiği ölçüde çözemez ve mevcut hukuk kurallarına göre bu hususu
halletmek durumundadır. Evinde dahi olsa sabahlara kadar gürültü yaparak
eğlenemez… ve daha bunun gibi birçok kurallar ile muhataptır.
Yani insan esasında bu
dünyada özgür değildir. Özgürlük birtakım kimselerin üzerine atfetmeye
çalıştıkları gibi sadece giydiği birtakım elbiseler veya yediği içtiği birtakım
şeyler ile sınırlandırılamaz. Mevcut kurallara uymak zorundadır. İşte meselede
burada kopmaktadır. İnsanlar arasındaki bu kuralları belirleyecek olan bizzat
insanın kendisi midir? Yoksa kâinatın yaratıcısı olan Yüce Allah mıdır?
Eğer bu kuralları
belirleyen olarak insan kendisini yetkili ve yeterli görürse, bugünün
dünyasında olduğu gibi anarşi ve kaosun olması kaçınılmaz olacaktır. Güçlü
olanların hâkimiyetini garanti eden nizamların tatbiki kaçınılmaz olacaktır.
Çünkü nizamların belirleyicisi zaten onlardır. Demokrasi kisvesi altında halkın
kendi kendini yönetmesi meselesi bir aldatmacadan ibarettir. Ön planda insanlara
verilen birtakım haklar karşılığında arka planda o egemen güçler ipleri
ellerinde tutmakta ve servetlerine servet katmaktadırlar.
İnsanın bizzat
kendisinin yaptığı kanunların yine insanları mutlu ve huzurlu etmesi mümkün değildir.
İnsan yaratılışı gereği aciz ve sınırlıdır. Üç beş insanın bir araya gelerek
bir anayasa yapması, kanunlar koyması ve bu kanunlar ile milyonlarca insanı
huzurlu bir yaşama kavuşturması elbette muhaldir. Sürekli kanunların değişmesi
-güya onlara göre olgunlaşmasının- sebebi de budur aslında. Ancak bu kanunların
değişmesi hiç durmayacağı gibi olgunlaşması da mümkün olmayacaktır.
İslam ise bizzat bu
kâinatın yaratıcısından gelmiştir ve kıyamete kadar değişmeyecektir. Değişmemesinin
sebebi ise insanın fıtratına tam uygunluğu ve her dönemde insanın problemlerini
hem bireysel hem toplumsal eksiksiz çözmesindendir. Çünkü O kişiye özel değil
insan için genel olarak gelmiş kapsayıcı kanunlardır.
İslam’ın uygulandığı
dönemlerde insanların huzurlu ve mutlu olduğunu görebiliyoruz. Bu mutluluk ve
huzurun derecesi, İslam’ın tatbikindeki başarı ile orantılı olmuştur. Raşit
halifeler döneminde bu tatbik en üst düzeyde olmuş ve bu dönem Allah Rasulu
(s.a.v)‘in dönemi ile birlikte saadet asrı olarak nitelendirilmiştir.
İslam’ın tatbik edildiği
en zayıf dönemlerde bile insanların bugünkü hallerinden daha iyi olduklarını
söylemek mümkün. Yukarıda bahsettiğim ve günümüz halini kaos olarak nitelemem
sadece savaşlar ve açlıklar ile ilgili değildir. İnsanların kalben de huzurlu
olmamaları bunun bir parçasıdır. Mutlu değildirler. Hayat ve geçim derdi
neredeyse tüm insanlığı sarmalına almış ve başka bir mesele ile uğraşamaz
duruma getirmiştir. Hayatın tek derdi insanların çoğu tarafından bir ev bir
araba çocukların okulu meseleleri arasında gidip gelmektedir. Esasında insanın
saydığımız bu dünyevi hususları düşünmesi ve bunları kazanmak için çalışması
abes değildir. Ancak insanın bunları tek gaye yapması gerçekten abestir. Zira
insan bu dünyaya sadece yemek içmek barınmak için gelmemiştir. Onun bu dünyaya
gelişinin bir gayesi vardır. O gaye ise yaratıcısının rızasını kazanmak ve
Ahiret hayatında Allah Subhanehu ve Teâla’nın güzel nimetlerine kavuşmaktır.
Bununla birlikte buradaki nasibini de elbette unutmayacaktır.
İşte İslam, bu dünyada
insanları huzurlu kılmak ve Allah’ın rızasını kazanmak için yukarıda zikrettiğimiz
gibi dünyada işlerin düzenlenmesi işini halletmiştir. Zaten imtihanın özü de
budur. Olması gerekende budur. Zira hem akıl hem de şeri deliller buna
ulaştırır.
İslam her meseleye çözüm
getirdi. Bunları açıkladı. Yeni çıkacak her meseleye de çözümler getirmeye
muktedirdir. Burada bu hususların tamamına değinemeyeceğimiz için birkaç hususa
değinmekle yetineceğiz.
İslam’ın yönetim
şeklinin adı Hilafettir. Yönetimin başında ise ümmetin seçtiği ve beyat verdiği
Halife bulunur. Halifenin başında bulunduğu İslam Devletinin görevi, sınırları
dâhilinde İslam’ı tatbik etmek, sınırları dışında da İslam’ı yaymaktır.
İslam devleti sınırları
dahilinde bulunan herkes –buna Müslüman olmayanlar da dâhildir- tebaadandır.
İslam, ümmetin bölünmesini parçalanmasını kabul etmez. Bugün olduğu gibi
elliden fazla ayrı ülke olması İslam’a muhaliftir. Tek merkezden yönetilen
ekonomisi tek olan, orduları Halife tarafından yönlendirilen tek bir devlettir.
İslam’ın tatbik edildiği
asırlarda İslam ümmeti huzur ve güven içerisinde idi. İslam orduları ümmetin
güvenliğini sağlıyor ve İslam’ın adaletini diğer beldelere taşımak için
çalışıyordu. Müsteşriklerin ve oryantalistlerin yazdıkları ise bunun tersini
gösterme çabalarından başka bir şey değildir. İslam ümmetinin bütünlüğü,
kâfirlerin İslam beldelerine saldırmadan önce iki kez düşünmelerine sebep
oluyordu. Oysa bugün ümmet parçalanmış bir haldedir. İslam’ı tatbik edecek ve
ümmetin maslahatlarını koruyacak yöneticilerden yoksundur. Hal böyle olunca
İslam beldelerinde kan, gözyaşı ve sömürü hiç bitmemektedir. Yanı başımızda
Suriye’de Müslümanlar katledilirken onları çevreleyen beldelerdeki yöneticiler
kıllarını kıpırdatmamaktadırlar. Ordular, bırakın Müslüman kardeşlerine yardıma
gitmeyi, kendi beldelerinde İslam’ın geri gelmesinin önündeki en büyük
engellerdendir. Mısır, Filistin, Irak, Afganistan, Arakan ve daha birçok İslam
beldesinde Müslümanlar katledilmektedir. Bu acı tablonun kalkması ancak ve
ancak Hilafet devletinin kurulması, Müslümanların tek çatı altında toplanmaları
ile mümkündür. Müslümanları birleştirecek olan, ortak paydaları İslam’ı tatbik
edecek olan ancak Hilafet ve Halife’dir. Her biri parçalanmaya vesile olan
milliyetçilik, ulus devlet anlayışı, demokrasi, laiklik, ruhi bağ vs. hiçbir
zaman bu hercümerci bitirmeye güç yetiremez. Zaten vakıaları buna müsaade
etmez.
Ekonomik olarak İslam
ümmeti tam bir çöküntü içerisindedir. Tüm yeraltı ve yerüstü zenginliklerine,
bilgi birikimine rağmen yarıdan fazlası yoksulluk sınırı altında ve
milyonlarcası da açlıkla mücadele etmektedir. İslam ümmetinin geleceği
ailelerinin göz bebeği çocuklar, açlık ve hastalık nedeni ile hayatlarını
kaybetmektedirler. Batı kaynaklı sömürü temeline oturmuş politikalar, ümmeti bu
hale getirmiştir. Kaynaklarımızın çoğunluğunu batı kendi cebine koyarken, küçük
bir kısmını da kendilerine hizmet karşılığında uşak yöneticiler ve aveneleri
paylaşmaktadır. Dev batılı şirketlerin hayata bakışı sadece menfaattir. Petrol,
doğalgaz ve maden firmaları, servetlerine servet katarken, sömürdükleri
beldelerin insanları açlıktan ölmüş olsa da umurlarında değildir. Bir hastalığa
çare olacak bir ilacı üretseler bile, menfaatleri gereği piyasaya sürmeyen dev
ilaç firmaları için insan hayatının hiçbir önemi yoktur. Ülkeleri satın
alabilecek dev firmalar oluşmuş, konularında dünyayı tekellerine almışlardır.
Servet, insanlar arasında uçurum tabirini bile geride bırakır bir halde
dengesiz bir şekilde dağılım göstermektedir. Oysa İslam, tükenmez olarak
nitelendirilen -petrol, doğalgaz, büyük maden ocakları- kaynakların bireyin
tekeline vermemiş ve ümmetin ortak malı olarak belirlemiştir. Halife bu
kaynakları ya ayni olarak ümmete verir, ya da en fazla işletme masraflarını
talep ederek gelirlerini ümmete verir. Sadece bu bile dev firmaların oluşmasına
ve servetin tekelleşmesine engel oluşturacaktır. Bu bakış, kâfir batının
sömürge kaynaklarını kesecek ve bu ümmetin ekonomik olarak kalkınmasına vesile
olacak ve batının zayıflamasına sebep olacaktır. Zekât verilecek kimsenin bulunmadığı
zamanların gelmesi bunca zenginliğimizle birlikte düşünüldüğünde hiçte zor
değildir. Bunu sağlayacak olan ise elbette İslam Devleti’dir.
Aile yapısı her geçen
gün bozulmakta ve ailevi problemler artıyor. Kadına karşı şiddet ve hatta cinayetler
artıyor. Mutlu huzurlu aile yuvalarının sayıları her geçen gün azalıyor. Sakat
özgürlük anlayışları ve ekonomik sarmallar aileleri vuruyor. Çocuk yaşta
ebeveynine itaat etmeyen asi bir gençlik yetişiyor. Sigarayı geçelim,
uyuşturucu kullanımı ortaokul düzeyine kadar indi. Batı toplumlarına özenen
Müslüman kadınlar, erkeklerle eşit haklara sahip olmak ve özgür olmak istiyor.
Evlilik dışı ilişkiler ve gayri meşru çocuklar giderek artıyor… Müslüman
kadınlar genelevlerde vergileri karşılığında pazarlanıyor. Kimsesiz ve şiddete
uğrayan çocukları korumak ve yine bu durumda olan kadınları korumak için
mekânlar hazırlanıyor. Oysaki sorunun temeli sistemin kendisidir. Kadınları ve
çocukları bu hale getiren sistem onları güya korumak için çaba sarf etmektedir.
Oysa İslam kadına korunması gereken bir namus olarak bakar. İslam devletinde
kadının bu hale düşmesi imkânsızdır. Hem eş, hem toplum, hem de devlet buna
müsaade etmeyecektir. O evinin ve çocuklarının terbiyecisidir. Bununla birlikte
İslam kadını tamamen eve kapatmamış, toplum içinde görev almasına müsaade
etmiştir. Malını işletmesi, ticaret yapması ona mubahtır. Bugün İslam beldelerinde
iffetleri kirletilen ve hatta katledilen Müslüman kadınlara yardım edecek tek
bir yönetici yoktur. Zira bugün İslam beldelerinin başlarında bulunan
yöneticilerin hiç birinin böyle bir derdi de yoktur. Allah’ın haram kıldığı
zina bile vergi karşılığında serbesttir. Bunu engelleyecek tek kurum
Hilafet’tir. Onun başı Müslümanların Halifesidir ve tebaasındaki her bir
bireyden sorumludur. Bizlere Irakta kadınlara tecavüz edip hatıra fotoğrafı
çektiren kâfir Amerikan askerlerine kahraman diye nitelendiren değil, bir Müslüman
kadının feryadına ordular hazırlayan halifeler gereklidir.
Eğitim sistemi ise
tamamen çökmüş her sene yama yapılan yamalı bohça gibi kendisinden bir fayda
sağlanamayan bir hal almıştır. Eğitimde ilimden çok mevcut ideolojiyi ayakta
tutmak üzere fikirlerin empoze edilmesi, gençlerin konsantrasyonlarını ilimden
kaydırmıştır. Gereksiz verilen tatiller ve izinler, ilim ile meşgul olması
gereken körpe beyinleri boş işlere itmektedir. Yazılı ve görsel medya gençleri
ilme teşvik etmesi gerekirken eğlence, fuhşiyat ve mideye yönlendirmektedir.
Sigara, alkol ve uyuşturucu okullarda iyiden iyiye yaygınlaşmış ve aileler
çocuklarını okula gönderirken endişe duymaktadırlar. İslam ise bir bütündür.
Dolayısıyla medya, okul, aile ve diğer çevre hepsi eğitimde etkilidir. Tüm
bunlar İslam sınırları dahilinde bulunacağı için yukarıda saydığımız günümüz
eğitim problemleri sona erecektir. Gereksiz tatiller olmayacak ve gençler
sadece eğitim ile meşgul olacaktır. Zaten öğrencinin görevi öğrenmektir. İslam
Devleti geçmişte eğitime çok önem vermiş ve matematikten astronomiye kadar
birçok alanda dünyanın geri kalanından çok ileri gitmiştir. İslam’ın tatbik
edilmesi ile ilmi kalkınma yeniden tüm dünyanın kıskanacağı ve takip edeceği
bir boyuta ulaşacaktır.
Yukarıda çok kısa
zikrettiğimiz birkaç husus bile İslam’ın gelmesini kalplerin arzulaması için yeterlidir.
Dünyanın her yerinde yardım isteyen kardeşlerimizin yardımına koşacak bir
halifeye, İslam’a ve O’nun nizamını uygulayan sistem olan Hilafet’e bugün her zamankinden
daha çok muhtacız. O’nu karalamak üzere tüm güçleri ile çalışsalar da O, nuru
ile aydın akılları cezbetmektedir. Yazımızın başında belirttiğimiz gibi,
mademki insanlar arasında kuralların olması zorunludur, o halde bu kuralları
koyan neden tüm insanlığı yaratan ve adalet hususunda kendisinden asla şüphe
edilmeyen Allah Subhanehu ve Teâla olmasın. Neden bu iş yaratıcıdan
alınıp insana verilsin.
Kaldı ki İslam hiç
uygulanmamış ve tasavvur edilemez değildir. Asırlar buna şahittir. Tüm karalamalara
rağmen İslam’ın aydınlık tarihi onu inkâr edenler nezdinde dahi bilinmektedir.
Ve Allah Subhanehu ve Teâlâ nurunu kâfirler ve müşrikler istemese de
elbet tamamlayacaktır.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış