İnsanın hayat serüveni,
Allah Subhanehu ve Teâla’nın onu
yeryüzünün en kerim ve mümtaz varlığı olarak yaratmasıyla başladı. İnsan varlık
gayesini anlayarak, kendisini, yaşadığı hayatı ve kâinatı tanımaya başlamasıyla
konumunun farkına vardı. Âlimlerin 'akil buluğ çağı' diye tarif ettikleri,
insan aklının muhakeme ve temyiz gücüne erdiği yani doğru ile yanlışı
birbirinden tefrik edebilen çağa geldiği zaman, mesuliyet ve iradi fiiller söz
konusu olur. Mesuliyet; Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın teklifi sunduğu, düşünebilen
insan için söz konusudur. Mesuliyetinin idrakinde olan kul vahiyle muhataptır.
İşte tam da bu noktada muhatap olduğu vahiy, kendisinden bir kısmını
uygulaması, bir kısmını benimsemesi ve bir kısmını da vakıası gerçekleştiğinde
uygulaması için hayata dair fikirler sunar. İradi olması ise, insanın hiç bir
kaygı duymadan, kaçamak yapmadan ve sürüncemeye de bırakmadan bu hayata dair
fikirleri direkt olarak uygulamasıdır.
Allah Subhanehu ve
Teâlâ’nın emir ve yasaklarıyla her bir Müslüman muhataptır. Ancak teklifi gerektiren
hususlar ise farklıdır. Her inanmış Müslüman, hac farizasını yerine getirmekle
muhataptır. Ancak her inanmış Müslüman hacca gitmekle mükellef değildir. Zira
her bir hükmün kendine has vasıfları vardır. Haccın da şartı yolculuğun gerektirdiği
derecede mala sahip olmaktır. Risalet ile muhatap olan her bir insan iman
etmekle muhataptır. Ancak iman etmeyen kâfirler hükümlerin büyük çoğunluğu ile
mükellef değildir. Her bir Müslüman cihat ile muhataptır. Ancak cihat ile
mükellefiyet belirli şartları ve keyfiyeti olan bir farizadır. Eli silah
tutabilmek bir şart olduğu gibi, bir imamın arkasında cihat için saf tutmak
gibi imamın varlığını gerekli kılan bir vakıası ve mala, cana ve ırza saldırı
olması durumuna bağlı bir keyfiyeti de vardır. Hal böyle olunca bu şartlar
mükellef olmak için temel koşuldur. Tersi durumda mükellefiyet de oluşmaz.
Dolayısıyla vahiyle muhatap olmak ayrı bir husus, mükellef olmak ise ayrıdır.
Öyleyse âlemlerin Rabbinden gelen emir ve yasaklara bakış her Müslüman bireyde
net ve billur olmalıdır. Ta ki amellerinde çelişkiye, sıkıntıya ve ümitsizliğe
düşmesin.
Şer'i olan yani 'şeriat
sahibinin çerçevesini çizdiği' her bir hüküm Müslüman için temel referanstır.
Tüm amellerini şer'i hükümlere göre yapar. O halde şer'i hüküm hakkında şu
hususların bilinmesi çok önemlidir. Şer'i hükmün kaynakları nelerdir?
Müslümanlar şer'i hükme hangi zaviyeden yaklaşmaktadır? Delil olarak itibar
edilen kaynaklar gerçekte delil midir? Belki de tüm bu sorulardan öte bir sorun
olarak görülmesi gereken husus şu ki; amellerimizde şer'i delillere ne kadar
müracaat ediyoruz?
Bilinmesi gereken en
önemli husus şudur. Şer'i hükümler, ancak şer'i delillerden çıkartılır. Şer'i
delil ise şeriat sahibinin biz kullarına nasıl hitap ettiğinin bilinmesine bağlıdır.
Şeriat sahibi olan Allah Subhanehu ve Teâlâ bize metluv ve gayri metluv
vahiy yoluyla hitap etmiştir. Bu şüphe götürmeyen bir gerçektir. Zira metluv
vahiy olan lafız ve manaca Allahtan olduğu kesin olan Kur’an bize gayri metluv
vahyin de delil olduğunu çok açık olarak ifade buyurmuştur. Gayri metluv
vahiyden kastımız sünnettir. Yani lafzı (metluv - tilavet) Rasulullah'tan
manası Allah'tan olan vahiydir.
Allah Subhanehu ve
Teâlâ
“Peygamber size ne
verirse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının.” (Haşr 7) buyurmaktadır. Ve yine;
“Allah ve Rasulü bir
konu hakkında hüküm verince, inanmış bir erkek ve kadının kendiliklerinden
seçme hakkı yoktur...” (Ahzab
36)
buyurmaktadır.
Ve yine Rabbimiz;
“De ki: Ben ancak
Rabbimden vahyolunana uyarım.” (Araf 203) buyurmuştur.
Bu ayetlerde de
görüleceği üzere, amellerimiz için uyacağımız şer'i hükümlerin bir kaynağı da kesinlikle
sünnettir. Ebû Hureyre'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte;
"Ümmetimden yüz
çevirenleri müstesna, hepsi cennete girer" buyrulduğu,
"Yüz çeviren
kimdir?" diye sual edildiğinde, Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in;
"Bana itaat eden
cennete girer, isyan eden de yüz çevirmiştir" buyurduğu sabittir. (Mansur Ali Nasif, Tac
Tercemesi, İstanbul 1976, c. I, sh. 65. Had. No: 66)
O halde bu açık nasslar
hakkındaki serdedilen detayları İslami kitaplardan inceleyen her Müslüman
görecektir ki sünnet de vahiydir ve şer'i delil olduğu noktasında bu nassların
yeterince ikna edici olduğu sabittir.
Yine şer'i delil olarak
Rabbimiz Ashab-ı kiramın icmasını da göstermiştir. Ayette:
“Öne geçen ilk
muhacirler ve ensar ile onlara ihsan ile tabi olanlar var ya, işte Allah onlardan
razı olmuştur. Onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedi
kalacakları, zeminden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük
kurtuluştur.”
(Tevbe 100) buyurmuştur.
Görüldüğü üzere çoğul
bir ifade kullanarak sahabenin bir delili keşfeder olması yönüyle icmasını
delil göstermiştir. Yine;
“Zikri kesinlikle Biz
indirdik. Elbette onu yine Biz koruyacağız.” (Hicr 9) ayetinde dikkatinizi şu hususa çekmek
istiyorum. Allah’ın zikrini (vahiy ve gayri metluv olan vahyi) hıfzetme işini
ilkin sahabeler yapmış ve şu an elimizde bulunan Kur’an’ı kerimi ve bir kısım
hadisleri tevatüren bize ulaştıran kişiler onlardır. Sahabenin 'biz
peygamber zamanındayken şöyle şöyle yapardık', 'peygamberimiz bizden
şöyle şöyle davranmamızı isterdi' gibi sözlerine sahabenin geri kalanları
şayet suskun kalırlarsa sahabe icması gerçekleşmiş olurdu.
Bir diğer şer'i
hükümlerin kaynağı da şer'i kıyastır. Her ne kadar kimlerin kıyasına itibar
edilmesi gerektiği noktasında farklı görüşler olsa da, bizzat Rasul Sallallahu
Aleyhi ve Sellem’e dayandırılan kıyas, şer'i değer kazanır. Bu hususta çok
açık deliller var. Bu delillerin en önemli özelliği kıyas yapılırken illetin
kesinlikle açığa çıkarılması gerektiğidir. İllet ise bir hükmü açığa çıkaran
özelliktir. Yani, o olmazsa hüküm olmaz. Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem
sahabesini kıyasa yönlendirmiştir. İbn Abbas’tan rivayet edildiğine göre:
“Bir kadın; ‘Ya
Rasulullah, annem üzerinde adak orucu olduğu halde öldü. Onun yerine ben oruç tutayım
mı?’ dedi. Bunun üzerine Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle
dedi;
أَرَأَيْتِ لَوْ كَانَ عَلَى أُمِّكِ
دَيْنٌ فَقَضَيْتِيهِ أَكَانَ يُؤَدِّي ذَلِكِ عَنْهَا قَالَتْ نَعَمْ قَالَ
فَصُومِي عَنْ أُمِّكِ
“Ne dersin, annenin
borcu olsaydı da sen onu ödeseydin, o borç annenin yerine ödenmiş olur mu?” Kadın; Evet, dedi. Rasul
dedi ki; “O halde annenin yerine oruç tut.” (Müslim, K. Sıyâm, 1938)
İşte bu hadiste de
buyrulduğuna göre kıyası bizzat Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem teşvik
etmiştir. Şer'i kıyası yaparken kesinlikle ehil olmak gerekir. Zira şer'i kıyas
yapabilmek için, hükmünü bilmediğimiz bir vakıa hakkında Kur’an ve Sünnette
bulunan illetin hangi hükme delil olduğunu ve illet yönünün bilinmesi gerekir.
Daha sonra o delile ait hüküm yeni vakıa hakkında da bir hüküm olur. Mesela
içki haram olduğu Kur’an ve Sünnetle sabittir. İçkinin haramlığının illeti ne
ise, tiner ve kolonya gibi aynı illete sahip eşyalar hakkında da bir hüküm
olur. Ancak önemli olan illetin doğru tespitidir. Bu ise Arap diline ve İslami
ilimlere vakıf olmayı gerektirir.
Bu dört husus açık ve
nettir. Allah ve Rasulüne iman etmiş her insan bu çerçevenin dışına çıkmamak için
gayret sarf eder. Her işini rıza-i Bari için yapar ve üşengeçlik göstermez.
Ancak Müslümanların referansları, değerleri ve hayata bakışları farklılaşmaya
başladığından dolayı ne yazık ki bu dört temel kaynaktan inhiraf edenler
olmuştur. Bir ırmak düşünün koca bir dağın ardında bir kayanın dibinden neşet
ederek yeryüzüne çıkar. Ancak bir ark bulup yolunda ilerlerken etrafındaki
çerçöp ve istenmeyen unsurlar suyu başlangıçta berrak iken bulandırıverir.
İslam'ın asli kaynaklarıyla insanoğlunun muhatabiyeti de bu ölçü arasında
git-gel halleri yaşamaktadır. Zaman zaman bir kısım amellerinde asli kaynakları
referans edinirken bir başka zaman kendi asrının bâtıl değerlerini hayatına aktarabiliyor.
Diğer bir deyişle vakıaya şer'i hükümler penceresinden bakacağına, şer'i
hükümleri vakıaya uydurma yoluna gidiyor.
İşte makalemize
başlarken ''Müslümanlar şeri hükümlere hangi zaviyeden yaklaşması gerekir''
sorusunun cevabı şudur; Ne zaman ki ölçü, değer ve kanaatlerimizin temel
dayanağı şeriat sahibi olan Allah Subhanehu ve Teâlâ olursa işte o
zamandır. Esasında cevap 'Müslüman' olmamızda. Yani teslim olan biziz. Ya
teslim olunan kim? Bu soruyu doğru cevaplandırdık ise o zaman bakışımız daha
keskin ve billur olur. Ancak ne zaman ki hükmü yani 'hakkımızda karar verme yetisini'
bir başka şahsa veyahut topluluğa bırakırsak o zaman şer'i dayanaklarımız
maalesef tersyüz olmuş demektir.
Delil olmadığı
bilinmesine rağmen şer'i hüküm mesabesinde bir algıya sebep olan bazı görüşler
ve fikirler toplumda dolaşır vaziyettedir. Bu noktada topluma liderlik eden
kesimlerin olduğu kadar, yönetimin ve bir kısım camiaların da etkisi göz ardı
edilmemelidir. Bu görüş ve fikirlerin bir kısmını detaylandıracak olursak;
1.İslam akıl dinidir. Bir
şey akla ters ise dine de terstir şeklindeki yaklaşım. Bu görüş, toplumda en
yaygın zemini olan bir görüştür. Şer'i hükümleri, şayet Allah Subhanehu ve
Teâlâ açıklamamış olsaydı aklın bu hükümleri bulabileceğini iddia eden bir
yaklaşımdır. Onlar, hakkında Allah'ın hükmünü belirtmediği meselelerde aklın
hakem kılınabileceğini ve hüküm koyucu olabileceğini savunurlar. Yahut da
hakkında hüküm olan meselelerde hükmü açığa çıkaran sebebin akılla
bulunabileceğini söylerler.
Mesela abdesti bozan
halleri nasslara dayalı olarak orta koyan müçtehit imamlar farklı fetvalar
vermişlerdir. İmam-ı Şafii Rahmetullahi Aleyh kadınlara dokunulduğu zaman
abdestin bozulacağını ifade ederken, İmam-ı Azam Ebu Hanife ise bu halde
bozulmayacağını söylemiştir. Ancak bir kısım zatlar meseleye sırf ikna edici ve
akıl ekseninde yaklaşmak kastı ile farklı yorumlama yoluna gitmişlerdir. İmam-ı
Şafi'nin köyde ve mezrada yaşadığı için, İmam-ı Azam'ın ise şehir ahalisinden
olduğu için bu kanaatlere vardıkları yönünde aslı muğlak bir sonuca
varmışlardır.
Yine Ramazan-ı şerifte
özel durumlarında kadınların oruç tutup tutmayacağına dair açık deliller
bulunmasına rağmen, meseleye kısmi ve yüzeysel bir zaviyeden yaklaşan bir kısım
kimselerin akıl ile yorumlama yoluna gittiğini görüyoruz. Bir ayetin içinde
geçen bir kavramı, açıklayıcı hadisleri ve şer'i delilleri göz önüne almadan
yorumlayarak ümmetin kadınlarında bir zihin bulanıklığı oluşturmuştur. Özel
hallerin 'hastalık' ve 'eza' olarak değerlendirilmesi gerektiğini, bu durumda
hastalık halinde iken namaz kılınabildiğine göre kadının böyle bir durumda oruç
ve namazını kılabileceği akli sonucuna varmışlardır. Oysaki bu husus şer'i
hükme ittifakla bağlanmış meseledir. Hükmü de ramazan sonrası namazın kaza
edilmeyeceği ve ramazan orucunun ise kazası yapılmak koşuluyla ramazanda
tutulmaması gerektiği şeklindedir.
2.Mubah demek, dinin
kendisi hakkında görüş belirtmediği alan olduğu iddiası. Bu iddia bâtıldır.
Çünkü mubah da şer'i bir hükümdür. Farz, haram, mendup ve mekruh gibi şer'idir.
Ancak işlemiş olduğumuz fiillerimizde 'bu davranışım mubah bir davranıştır'
diyebilmemiz için mubah olduğuna dair Allah ve Rasulünden bir nassla ifade
edilmesi şarttır. Ya genel bir çerçeve çizerek birçok hususu bu genel
çerçevenin içine katmamız istenir yahut da iki, üç seçenek sunar, bizim
tercihimize bırakır, o zaman bu bize mubah bir fiil olur. Rabbimiz avlanmayı
mubah kıldığını ifade etmek için ayet indirmiştir.
“İhramdan çıktığınız
zaman avlanın.”
(Maide 2)
Yine Cuma namazından
sonra dağılmanın mubahlığı hakkında;
“Artık namaz
kılındığında dağılın.” (Cuma
10) diye
buyurmuştur.
Yine rabbimiz
alışverişin mubahlığı hususunda;
“Allah, alış-verişi
helâl kıldı.”
(Bakara 275) buyurmuştur.
Hakeza benzer olarak
Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem'de;
“Sizi kabir ziyaretinden
men etmiştim. Artık kabirleri ziyaret ediniz.” (Ahmed b. Hanbel, B. Müs.
Ensâr, 21974)
diye buyurarak mubahlığına işaret buyurmuşlardır.
Eşya hakkında ise genel
anlamda bir mubahlık konulmuştur. İstisna durumları ise ayetler ve hadisler
sınırlandırmıştır.
'..Size rızık olarak
verdiklerimizin temizinden yiyin...' (Bakara 57) buyurarak eşya hakkında genel bir mubahlık ortaya
koymuştur. Ve ardından bir kısım eşyanın alınmasını, kullanılmasını, yenilmesini
yahut içilmesini yasaklayan nasslar gelmiştir. Bu ise o mubahlığı sınırlandıran
hususi nasslardır.
“Ey iman edenler, içki,
kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytanın işlerinden olan pisliklerdir.
Öyleyse bunlardan kaçının; umulur ki kurtuluşa erersiniz.” (Maide 90)
3.Peygamber siyeri ile
günümüz vakıası benzerlik arz etmiyor şeklindeki yaklaşım. Bu yaklaşım
sahipleri peygamber yaşantısını ulaşılamaz bir hedef, İslam’ı vakıalara çözüm
sunamayan bir ütopya ve dini de günümüz konjonktürüne ayak uyduramayan bir din
olduğu şeklinde algılamaktadırlar. Bu düşüncedeki insanlar peygamber
zamanındaki yaşama biçimlerinden örnekler vererek iddialarını ispatlama yoluna
gitmektedirler. O zaman diliminde insanların deve yolculuğu yaptıklarını, kuşlarla
haberleştiklerini, kabile savaşlarının olduğunu oysa teknolojinin tavan yaptığı
milenyum çağını yaşayan dünyamıza, son model uçaklarla yolculuğun yapıldığı ve
sosyal medyanın bu kadar güçlü iletişim ağı kurduğu bu zaman dilimine
uyarlanamayacağını söylerler.
Ancak o zaman diliminden
bu zamana gerçekte neyin değiştiğini, vahyin duvarlara, develere, kuşlara, dev
gökdelenlere ve kabile savaşlarında kullanılan kılıçlara inmediğini, hakikatte
ise Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem efendimizin insanoğluna bir rehber
olduğunu gözden kaçırmışlar sanırım. Hal böyle olunca insan vakıasının hiç
değişmediğini siz de takdir edersiniz. Gerçekte insanların duygularını,
yaşantılarını değiştiren fikirlerin değiştiğini görürsünüz. Zaten bunun için
Müslümanlar İslam'ın temel kaynaklarına müracaat etmeli ve şer'i hükümlere
bağlanmalıdır.
4.Âlimler peygamberlerin
varisleridir. O halde onların her söylediği söz doğruya en yakındır. Evet, bu
söz doğru bir sözdür. Ancak hakikat ve görünen yüz çok farklıdır. Çünkü kimin o
sözü kullandığına bakıp ona göre doğruluk derecesini zihnimizde tayin etmemiz
yanlıştır. 'Bu sözü koskoca filan kişi
böyle izah etmiş, sen ondan iyi mi bileceksin? cümlesini serdeden şahsın
sözü gibi. Zira o kişi, söz konusu zatı zihninde 'koskoca' yapmışsa başka bir
hakikat sözü 'küçültmüş' demektir. Sözün kıymetini ölçecek mihenk kaybolmuşsa
zihin hakikati göremez demektir. Burada o şahsın sözüne verilecek kıymet Kur’an
ve Sünnete uygunluğu ölçüsünde olmalıdır.
Sonuç olarak şunu
söylememizde fayda vardır. Allah Subhanehu ve Teâlâ bizleri kulluk
vazifemizi eda etmek için yaratmıştır. Bizde sorumluluğumuzun bilincinde olarak
İslami fikirleri ve hükümleri dakik bir şekilde etüt etmeli, araştırmalı ve
güçlü bir donanım kazanmalıyız. O zaman kurtuluşa erenlerden oluruz inşallah...
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış