Geçen ay bahsettiğimiz
ve bu ay gündem olmasını beklediğimiz “Atatürk’ün Gizli Vasiyeti”nden bahseden
ses kısıldı. 1988’de yasağın üzerine koyulan 25 yıllık ek sürenin 10 Kasım’da
dolması üzerine gizli vasiyetin açıklanması beklenirken 19 Kasım’da gazetelerden
Aytunç Altındal’ın vefat ettiğini öğrendik. Hem de 4 Kasım’da Başbakanlık
tarafından gönderilen ambulans uçakla ikamet ettiği İsviçre’den Türkiye’ye
getirilip yatırıldığı “İnternational Hospital”de emanet edildiği Türk
hekimlerinin gözetimi altındayken hayatını teslim etti. Ölümü üzerine hastane
yetkilileri ve Altındal’ın eşi Dr. Naciye Selin Şenocak Altındal bir basın
toplantısı düzenleyerek zehirlenmeden şüphelendiklerini ve bu zehirlenme
olayının Türkiye’de gerçekleştiğini iddia ettiler.
Nitekim 1988’de 50
yıllık gizlilik süresi dolduktan sonra
“Halk bunu zor hazmeder” diyerek Kenan Evren’in ve Atatürk’ün gizli
vasiyetinin açıklanması beklenirken açıklanan Altındal’ın vasiyeti olmuş; “Kendi ölümünün araştırılmasını
Cumhurbaşkanı ve Başbakan’dan talep ettiğini” ailesinden; “Cenazesinde alkışlar yerine tekbirlerle
uğurlanmak istediğini” Abdurrahman Dilipak’tan öğreniyoruz. Ayrıca cenazede
hükümet ve Başbakanlığa bağlı kurumların yetkililerini de göremedik… İşimiz
dedektiflik değil; zaten artık istihbarat birimlerinin infazları neredeyse iz
bırakmadan yapılmaktadır. Nitekim Arafat’ın zehirlendiği, ölümünden 10 yıl
sonra yeni çözülmeye başlanmaktadır. Adli Tıp’ın işi zor…
Bizim konumuz bir şahıs
olmayıp, onun üzerinden gündeme getirilen, bizimse her daim gündemimiz olan
Hilafet ve onun ele alınış biçimidir. Anlaşılan günümüzde “Halkın halen hazır olmadığını” düşündüklerinden olsa devlet erkanı
Hilafet’in “seküler bir kurum olarak
dahi” gündeme gelmesini henüz hazmedemiyorlar.
Geçen ayki makalemizde
bahsettiğimiz gibi Aytunç Altındal’ın; İzzet Çapa’ya verdiği son röportajında Hilafet’in
kesinlikle şeriat getirmeyeceğini ifade ediyor ve şeriattan ne anladığını şu
sözleriyle dile getiriyordu: “Bu halka
(Türkiye Halkına) şeriatı yaşatmaya kalkanlara AB, ABD ve İsrail anında ayvayı
yedirtir. Faiz sorununu şeriata göre çözmeye kalkarsanız, bugünkü uluslararası
faiz bankacılığı kurallarına göre hemen iflas edersiniz. Şeriat sadece
kadınları ve kafayı çeken akşamcıları etkiler. Şeriata göre nükleer silahları
nasıl üretir ve kullanabilirsiniz? Uluslararası futbol maçlarına bile katılamazsınız…”
Aynı makalemizde şeriatın yarım uygulanmasının oluşturacağı garabeti tasvir
etmiş ve herhangi bir unsuru eksiltilmiş bir İslam’ın İslam olmaktan çıkacağını
izah etmiştik. Elbette İslam şeriatını başörtüsü farziyeti, içki yasağı ve
ibadet ritüellerinden ibaret olarak algılarsanız o ağaç meyve vermez. O ağacın
kökü akide ve fikirler, gövdesi Hilafet Devleti, dalları İslam’ın nizamları ve
meyveleri de maddi, ruhi, insani ve ahlaki değerler gibi yüksek kıymetlerdir.
Nizamları bütüncül bir şekilde uygulanmazsa dalları budanmış bir ağaca döner ve
ondan meyve beklenmez.
Örneğin: İktisat nizamı
uygulanmazsa fakirlik sorunu çözülmez, o çözülmezse de istediğimiz kadar ukubat
uygulayın hırsızlık sorununu çözemezsiniz. Para sistemini altın ve gümüşe
çevirmezseniz (Dönüşümle ilgili 74. Sayımızda detaylı bir açıklama mevcut )
elbette faiz sorunu çözülmez. Vakıacı/statükocu bakışla, günümüzdeki global
sermayeye entegre olmuş kapitalist ekonomik nizamla elbette iflas edersiniz. AB
yardımı olmasa Yunanistan’ın iflas edeceği gibi, gelirinden çok borcu olan
İtalyan ekonomisinin iflas edeceği gibi, 17 trilyon dolara yaklaşan borç
tavanını sürekli yükselten, kepenk kapatan ABD devleti gibi… Müflis/Müfsid/Necis
bir kuyunun suyu ne hadesten temizler, ne de necasetten. Kuyunun tamamıyla tahir/temiz
olması gerek ki tahur/temizleyici olabilsin.
AB, ABD, İsrail gibi
devletlerin ilan edilecek bir şeriat devletine anında ayvayı yedirteceği mevzusuna
gelince; köklü bir değişim yapmadığınız müddetçe elbette dış tehditlere karşı
direnciniz zayıf olacaktır. Bu yapacağınız inkılabî olmayan yamalı reformunuz
dış müdahaleye de kalmaz içerideki ihmal ettiğiniz eski rejim kalıntıları
ümüğünüzü sıkmak için yeterli olacaktır. Rasulullah Salllalahu Aleyhi ve
Sellem’in tavizsiz ve ortaksız/şerksiz bir yönetime ulaşana kadar kendisine
sunulan fırsatları/teklifleri geri çevirmesinin mantığını anlayamayanlara yakın
dönemde esen “Arap Baharı” canlı bir
tecrübe olmuştur. Rasul Salllahu Aleyhi ve Sellem “Reel Politik” ve “Tedrici”
mantığıyla baksaydı Amr bin Sa’sa Oğullarını ve Yemenli Kinde Oğulları
kabilelerinin tekliflerini derhal kabul ederdi. Zira himayesini kaybettiği
amborgo neticesi maddi sıkıntıların zirve yaptığı bir dönemde: “Sana işin için yardım etsek ve Allah da
seni muhaliflerine üstün kılsa, senden sonra yönetim elimize geçer mi?”
şartlı kabulü karşısında “Şimdilik
bununla başlayayım, sonra daha fazlasına ulaşırım” diye bir an olsun düşünmedi
ve şöyle cevap verdi: “Hüküm Allah’ın, onu dilediğine verir”
bunu söyleyerek yarım iktidarın merdud olduğunu bize fiili sünnetiyle
emrediyordu.
Yarım hükümetin aslında
hakim/muktedir olmak anlamına gelmediğini yakın tarihte şahit olmadık mı? Dış
siyasette bağımsız politika belirleyen aktif/ etkin bir devlet olma
iddiasındaki AKP hükümeti 12 yıllık iktidar ve %50 desteğe rağmen sağlık
reformları gibi konularda halen “Bürokratik
engellerden” bahsetmektedir. Henüz iç siyasetinde muktedir olmayan bir
devletin dış siyaset gibi parametreleri daha zorlu olan bir alanda bağımsız
olma iddiası ne kadar inandırıcıdır? Üstelik BOP bakanı “ABD ile uzun süreli yakın müttefikiz ve ileride de ortak kalmaya devam
edeceğiz” gibi sadakat sözleri sarf ederken…
Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem ’in vahye dayalı değişim metoduna uygun bir devrimin ardından
halkı/tebası, fikir, duygu ve nizamıyla bütünleşmiş bir devletin karşısına hangi
dış güç hangi gerekçeyle çıkabilir? Kimseye minnet borcu olmayan gücünü
akidesinden ve ümmetinden alan bir devlet ancak bağımsız olabilir. İdeolojisi
Kapitalizm, nizamı laik, halkının duyguları İslam, fikirleri Batılı/demokratik
olan karışık/ucube bir toplum asla “Tam
Bağımsız” ve “Lider Ülke” olamaz.
İslam Devletinin nükleer
stratejine gelince; Enfal Suresi 60. Ayetinde buyurulduğu gibi askeri güç ve
vurucu güç/silah kapasitesinin tamamı kullanılmak üzere bulundurulmaz. Gerektiğinde
kullanma tehdidi oluştursun diye ve dünyanın sıcak bölgelerinde güç sevkinde
bulunup diplomatik üstünlük sağlansın diye bulundurulur. Nükleer silahlar da
böyledir. Savaşta sivil halkın hedef alınması caiz değildir. Kitle imha silahı
çeşitlerinden olan nükleer başlıklar da yıkımları sivil halka sirayet etmesi
kaçınılmaz olduğu için kullanılmak üzere bulundurulan silahlardan değildir ama
gerektiğinde kullanmaktan çekinilmeyeceğini düşman bilir.
ABD’nin II. Dünya
Savaşında kullanması dışında soğuk savaşın en sıcak döneminde dahi en sadist
dünya liderleri bile nükleer silah kullanmaya cesaret edememiş hatta bu silahlanma
çılgınlığının dünyayı yok edeceği korkusuyla SSCB’nin dünya sahnesinden
çekilmesine bile sebebiyet vermiştir.
Günümüzdeki nükleer güç
sahibi tüm ülkelerde stratejik olsun, taktik olsun ellerindeki nükleer
başlıkları kullanmak için bulundurmazlar. Düşmana karşı caydırıcı tehdit olsun
diye bulundururlar. Mevcut nükleer başlık sayılarına baktığımız zaman, tabloyu
daha net görebiliriz. Resmi kayıtlara göre dünya da mevcut yaklaşık 20.000
nükleer başlıktan 12.000’i Rusya’da, 7.100’ü ABD’de, geri kalan 1000 tanesi ise
Fransa, Çin, İngiltere, Hindistan, Pakistan ve İsrail arasında paylaşılmaktadır.
Domuzlar Körfezi (Füze) krizinden bu yana bunların hiç birinin kullanılma
raddesine geldiği görülmemiştir.
Bu son röportajında
Atatürk’ün gizli vasiyetinin Kuzey Irak, Musul ve Kerkük ile ilişkilendirilmesi
ve “Barzani Açılımı”nın Aytunç
Altındal’ın zehirlendiği iddialarıyla aynı zamana denk gelmesi ise ilginç bir
talihsizlik olmuştur. Aytunç Bey’in eşi Dr. Naciye Altındal da basın
açıklamasında “O’nun verdiği bilgilerden
rahatsız olan çok büyük bir çevre vardı. Özellikle de dış güçler. Susturmak
istediler” demişti.
Aytunç Altındal bu gizli
vasiyete kendisinden başka fazla kimsenin vakıf olmadığını ifade ederken
kendisine şahitler de gösteriyor. 3 Mart 1924’te mecliste yapılan gizli celsede
zabıt katibi olan Vehbi Koç ve Anjelik kod adlı katibe, Halide Edip’in
anılarını yazan Frances Kazan vs…anlaşılan hilafet tartışmalarının Raşidi
olarak gündeme gelmesinden korkan kesimler saptırıcı olsun diye görevlendirilen
Aytunç Altındal’ın bazı bilgilerinin de bu esnada konjonktür gereği su yüzüne
çıkmasını istemediklerinden onu ortadan kaldırmayı daya uygun buldular.
Saptırma mazbatasının
ise, Hilafetin Kur’an ve Sünnette yer almadığını tamamen sonradan siyasi
amaçlarla kurulmuş tarihsel bir kurum olduğunu söyleyen, İslam’ın bir devlet
öngörmediğini Medine vesikasının bir site devleti sözleşmesi olduğunu, ulusal
esaslı/cumhuriyet ve demokratik/laik düzen içinden de İslam’ın sorunsuz
yaşanabileceğini/hakim kılınabileceğini düşünen kişilere teslim edileceğini
söyleyebiliriz.
Atatürk’ün vasiyetinin bizi
hiç ilgilendirmediğini, bizi harekete geçiren güdüleyicinin öncelikle akidemiz
ve onun işaret ettiği şer’i hükümler, sonra da ümmetin içinde bulunduğu mevcut
hazin işgal durumunun olduğunu vurgulamamız gerekir. Bu hassasiyetle
Rüşd/doğruluk özelliğinden uzaklaştırılmış yani şer’i hükümlere dayanmayan her
türlü konjonktür/reel politik Hilafet projelerinin saptırıcı münker olduğunu
haykırmak “Kim bir münker görürse onu
eliyle, diliyle, kalbiyle değiştirsin” fermanı mucibince saptırmalara karşı
gücümüzün, dilimizin, kalemimizin yettiğince mücadele vermek, dönüşü engellenemeyecek
olan Raşidi Hilafet’in gelişinin gecikmesine sebep olmamak, bunların farkında
olan tüm davetçi ve aydınların boynunun borcudur. Bunu yapmazlarsa şiddetli bir
azaba düçar olacaklarını çok iyi bilmeliler.
Tahrik/hareket gücünü
İslam akidesinden aldığını iddia eden tüm Müslümanların olanca gayretlerini
İslam’ın tertemiz nizamlarının hem şeri naslardan çıkartılması gerekliliği hem
de bu nizamların bütüncül bir şekilde uygulanmasının dünyanın içinde bulunduğu
battıkça battığı ekonomik, ahlaki insani ve ruhi çöküntünün yegane çözümü
olduğu; lakin bu çözüme herhangi bir fasit unsur bulaşmamasına aşırı titizlik
gösterilmesi gerektiğini haykırmak birinci vazifemiz olmalıdır. Fasit bir unsurun
bulaştığı temiz amele örnek olarak; boynunda İsalı haç kolyesi ve başında kipa
ile namaz kılmayı örnek verebiliriz. Bunlar namaza değer katmaz. Bilakis onu
batıl yapar/ iptal eder. Raşidi /naslara dayalı kamil olması dışında hiçbir
yamalı reform çözümünün kabul edilmemesi gerektiğini dile getirmeliyiz. Aksi
takdirde İslam ümmeti olarak yaşadığımız tecrübelerden ders çıkarmamış olacak
ve ısırıldığımız Afganistan, Irak, Tunus, Libya ve Mısır deliklerinden tekrar ısırılmış
olacağız.
Anti Hilafet Lobisi boş
durmuyor. Bir yandan Müslümanlardan anti kapitalist adı altında, hergele tipli,
fırıldak lakaplı, açıkça lobiye teşne olmuş karakterler/karaktersizler
üretirken; diğer yandan samimi, bilgili aydınlardan/siyasetçilerden
ikna/devşirme usulüyle de yandaş kazanmaktadır.
Günümüz aydınlarına
siyasi aktörlerine STK larına büyük bir sorumluluk düşmekte olup bu sorumluluk
“Şeriatsız Hilafet”, “Gayri Raşidi Hilafet”, “Ruhu Sökülmüş Zombi/Robot İslam
Devleti”, “Halifesiz Çağdaş/Seküler Hilafet”, Fransız tipi jacoben devlet laisizmi
yerine pek “Civic” (Yurttaş yanlısı) bir Angolo Sakson sekülarizm modeli,
Devletsiz Ruhani/ uçuk bir İslam gibi saptırıcı tüm projelere karşı uyanık
olmak ve bu konularda ümmeti aydınlatıp bilinçlendirmektir. Bu projeler küfür
milletinin/sömürgeci haçlıların hayalini kurdukları; Müslümanların sustukça
sömürüldükleri, sömürüldükçe sindirildikleri, kalplerine saplanan İsrail
hançerini hazmedip “Barış içinde Siyonist
vahşileri ile ortak yaşam” kültürü geliştirdikleri bir hayat tasavvurunun
anahtarlarıdır.
Son olarak geçen ayki
çağrımı tekrarlıyorum:
Ey İslam davetçileri! Ey
aydınlar! Alimler! Siyasi Aktörler! STK Yetkilileri!
Yaklaşmakta olan
saptırma tufanına karşı hazırlık yapın! Fikir ve kaynaklarınızda derinleşin,
Rüşd ve mutakim/ dosdoğru olan dışında hiçbir “Hilafet Projesi”ne prim
vermeyin. İnsanlara Raşidi Hilafeti ve ona olan ihtiyacımızı anlatın. Zira o,
Rasulllah’ın sünneti, müjdesi ve Aşer-i Mübeşşere’den olan seçkin sahabelerinin
“Saadet Asrı”nı oluşturan tatbikatıdır.
Allah’ın olmasını
dilediği kadar aranızda Nübüvvet olacak, sonra onu kaldırmayı dilediğinde onu
kaldıracaktır. Sonra Nübüvvet Minhacı üzere [Raşidi] Hilafet olacaktır. Böylece
Allah’ın olmasını dilediği kadar olacak, sonra Allah onu kaldırmayı dilediğinde
onu da kaldıracaktır. Sonra ısırıcı Hanedanlık olacaktır. Böylece Allah’ın
olmasını dilediği kadar olacak, sonra kaldırmayı dilediğinde Allah onu da
kaldıracaktır. Sonra Zorba Diktatörlük olacaktır. Böylece Allah’ın olmasını dilediği
kadar olacak, sonra onu kaldırmayı dilediğinde onu da kaldıracaktır. Sonra (yeniden)
Nübüvvet Minhacı üzere [Raşidi] Hilafet olacaktır.” Sonra sustu. (Ahmet bin Hanbel)
Allah’ın izniyle artık
hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış