El-Hamdulillahi
Rabb-il Âlemîn, e's Salatu ve's Selâmu Âlâ Seyyidinâ Muhammed ve Âlâ Âlihi ve
Sahbihi ecmain. Ve ba'd;
İnsan anne rahmine
düştükten sonra altı ile dokuz ay arasında doğar ve dünyaya merhaba der. İlk
beş ayı, ilk bir yaşı derken bebeklik evresinden çocukluk dönemine geçer.
Çocukluk yavaş-yavaş gençliğe, gençlik olgunluk yaşına ve nihayetinde
ihtiyarlığa döner. Kimilerinde hayat ihtiyarlık döneminde son bulurken,
kimileri ihtiyarlık dönemini dahi görmeden bu geçici dünya hayatından ebedi
hayat olan ahiret hayatına intikal eder. Bazen bir kaza, bazen amansız bir
hastalık vesilesiyle canını teslim eder. Bazende oturduğu yerde aniden
ölüverir. İşte bu doğum ve ölüm arasındaki zamani sürece hayat diyoruz!
Nerede, hangi ırk ve renkte ve ne zaman doğacığımızı
bilmediğimiz gibi nerede, ne şekilde ve ne zaman öleceğimizi de bilemeyiz.
Bunların hepsi Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın
takdir ettiği ve üzerimize cebren vukuu bulan hususlardır. Öyleyse -ki öyle-
insanın bu sıfatlarla övünmesi yanlış olduğu gibi gereğinden fazla bu konuları
incelemeside yanlıştır. Zira insan bu hususlarda düşündüğü ve araştırdığı zaman
esas üzerinde düşünmesi ve araştırması gereken şeyleri ister-istemez ihmal
edecektir.
Bu hususların başında şüphesiz hayat ve hayata
intibak eden din ve bazı fikirler gelmektedir. İnsan; “nereden geldim?”
sorusunu selim bir akıl ile cevapladıktan sonra mutlaka ne için yaşadığını
sorgulayacaktır ki bunu anlayabilmesi için öncelikli olarak hayatı anlaması
gerekir. Bu sebeple makaleme hayatı genel manada açıklayan cümlelerle girdim.
Ancak bu cümleler genelde bütün insanların bildiği genel manaları ifade
etmektedir. Hayatı mercek altına almak isteyen kişilerin bu kadarıyla yetinmesi
doğru değildir. Zira hayatın ne olduğunu tam bir şekilde kavramamak insanı hayata
ilişkin din ya da fikirleri anlamamaya ve de en önemlisi (iki kocalı kadın
gibi) hayatla ilgili birden çok din ve fikri benimsemeye itebilir. Onun için
hayatın detaylıca açıklanması gerektiğine inanıyorum.
Yukarıdaki ilk paragrafta hayatı; “doğum ve ölüm
arasındaki zamani süreç” şeklinde tanımlamıştık. Peki, insan bu zamani süreçte
ne yapar, yaşamını nasıl sürdürür? Hayat; bunlarla birlikte yaşamak mıdır yoksa
sırf yaşamasına hayat mı denir? Bu soruların cevaplarının hayatı anlamamıza
yüzde yüz katkı yapacağını biliyorum. Evvela şunu belirtelim ki hayat insanın
sırf yaşaması değildir. Bilakis yaşamakla birlikte yaşamını sürdürebilmesi için
gerçekleştirdiği bütün davranışlarda hayatın bir parçasıdır. Şöyle ki; bir defa
insanın yaşamını devam ettirebilmesi için uzvi ve içgüdüsel ihtiyaçlarını
doyurması gerekir. Aksi halde insan ölür. Dolayısıyla doyuma ulaşması için
insani davranışlarda bulunması gerekir ki böylece davranışlarda hayatın bir
parçası olur.
Davranış (amel) insanın hayatiyet enerjisini karşılamak
için gerçekleştirdiği fiillerdir şeklinde tanımlanır. Hayatiyet enerjisini
karşılamak için olmayan fiillere davranış denmez. Bir başka ifadeyle insanın
başka bir insan ya da varlık ile olmaksızın gerçekleştirdiği fiillere davranış
denmez. Burada şöyle bir şey söylenemez; “ahlakla
ilgili bazı şeyler, örneğin güler yüzlü olmak, hayâ ya da dürüst olmak insanın
başka bir unsura ihtiyaç duymadan gerçekleştirdiği fiillerdir ve bunlara amel
(davranış) olarak itibar edilir.” Hayır, bütün bunlar insanın hiçbirşeyle
alaka kurmaksızın gerçekleştirdiği fiiller değildir. Kime karşı dürüst, hayâlı
ve güler yüzlü oluyorsun, elbette başka varlıklara karşı. Zira insanın kendi
kendine gülmesine delilik emaresi olarak itibar edilir.
Şimdi gelelim davranışta insan unsurundan başka
nelerin olduğuna. Şüphesiz ki eşya ve başka insanlar insanın davranışlarında
ilişki kurduğu diğer varlıklardır. İnsan doğumundan ölümüne kadar eşya ve başka
insanlarla alaka kurarak hayatiyet enerjisini karşılar. Yeme içmeden tutunda
öğrenme, çalışma, evlenme ve boşanmaya, alışverişten tutunda icare, şahitlik ve
cezaya kadar insan hep başka varlıklarla alaka kurar. Bir bütün olmakla
birlikte karşı tarafa anlatabilmek için bazen “okul hayatım, iş hayatım, aile hayatım ve özel hayatım” şeklinde
sınırlandırırız. Bu kavramlar bile hayatın sırf yaşamaktan ibaret olmadığını
ispatlar niteliktedir.
Hayatı kısaca tanımladıktan sonra şunu ifade
etmeliyim ki insan bu alakaları ve alakalardan doğan davranışları neye göre
gerçekleştireceği hususunda bir fikre ihtiyaç duyar. İster kendisi üretsin,
ister başka bir kaynaktan alsın fikir olmadıkça amel gerçekleşmez. Şu dört
husus; ihtiyaç, fikir, fiil ve gaye her amelde mutlaka bulunur. Fakat konuyu
sınırlandırmak adına buralara girmeyeceğim. İnsan bu fikri nereden alacak, akıl
buna elverişli midir gibi kısımları da çok önemli olmakla birlikte bu makalede
bir amelde aynı anda birden çok fikre göre hareket edilemeyeceğini göstermeye
çalışacağız.
Evet, mademki her amel bir fikre binaen gerçekleşiyor,
mademki insan hayatının tamamını da bu ameller oluşturuyor, o zaman insanın
sürekli üretken bir ana fikre (kaynak) ihtiyacı vardır ki fikirler ve ameller
arasında bir tutarlılık bulunsun. Bunun manası şu ki; insan hayatını
düzenleyeceği bir nizama muhtaçtır. Aksi takdirde karışıklığa ve ameller
arasında bir tutarsızlığa muhatap olur. Ayrıca bilinmesi gereken başka bir şey
daha var ki amellerinizi kendisi ile seyrettirdiğiniz nizamı içerisinde
yaşadığınız toplumda benimsemeli ki ameller gerçekleşebilsin, düzene uymayanlar
muhakeme edilebilsin ve hayat ve toplum mündemiç seyretsin.
Toplumda var olan her bir ferdin aynı fikirleri
benimsemesi muhakkak ki düşünülemez. Ancak birlikte yaşayabilmek ve alakaları
devam ettirebilmek için her bir ferdin toplumun egemen çoğunluğunun fikirlerine
uyması gerekir. Zira her toplumda egemen çoğunluk devleti elinde bulundurur ve
benimsenen fikirleri ideolojik bir kalıpla bir nizam halinde toplum üzerine
uygular. Uygulanan nizamı benimsemeyen fertlerde ya o toplumda yaşamaz ya da
kendi fikirlerinden feragat edip uygulanan nizama boyun büker. Ya da kendi
fikirlerinin egemen olması için toplumu değiştirmeye çalışır…
Konunun iyi anlaşılması için bu kadar açıklama ve
mukaddimeden sonra şimdi esas konumuz olan din ve laiklik hususuna geçebiliriz.
Öncelikle bilinmesi gerekir ki din genel bir tanım olup bütün dinleri içine
aldığı ve bu dinlerinde birbirinden felsefe olarak çok farklı olduğu için
burada dinden kastettiğimizin İslam olduğunu başlıkta da parantez içerisinde
ifade ettim. Zira içerisinde yaşadığımız nüfusun %97’si Müslüman, üzerinde
yaşadığımız topraklarda İslamî topraklardır. Fakat ne hikmetse egemen
çoğunluğun benimsediği din İslam hayatta egemen ve uygulanır değil. Bunun
sebebi İslam’ın hayatın tamamına intibak ettiğini Müslümanların bilmeyişi belki
de bildiği halde bilmezlikten gelmesidir diye düşünüyorum. İslam’ın yerine devlet
eliyle ideolojik bir kalıpla hayatta alakaları düzenleyen laikliğin
uygulandığını görüyoruz. Hâlbuki İslam’ın da, laikliğinde intibak ettiği ve
düzenlediği şey bu hayatın tâ kendisidir. Fakat birileri İslam’ın ahiret
işlerini düzenlediği hayat işlerinin insanın tercihine bırakılmış olduğu
yalanını uydurarak hayat işlerinde laikliği referans alan bir devlet icat edip
din ile hayatı birbirinden ayırmıştır.
Bunun için insanın eğer isterse özel hayatında ve
ahiretle alakalı konularda İslam’ı referans alabileceği, fakat hayat işlerinde
laiklik esasına göre hareket eden devlete inancını karıştırmayacağı zehrini biz
Müslümanlara zerk ettiler. Müslümanların uyanmaması içinde bu sözlerini laiklik
tanımını yumuşatarak, siyasetin kötü bir şey olduğunu söyleyerek süslediler.
Mesela laiklik esasta “din ve hayat işlerinin birbirinden ayrılması” anlamına
geldiği halde onlar; “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” olarak
yumuşattılar. Hâlbuki iki tanım arasında hiçbir fark yoktur, lakin ikincisi
kulağa hoş gelmektedir.
Bundan dört yıl evvel okuduğum din ve laiklik adlı
bir kitapta laiklik ile İslam’ın çelişmediğini yazar ısrarla örnekler vererek
anlatmaya çalışıyordu. Mesela medeni nikâhla evlenen çiftlerin şer-i nikâhta
kıydırabileceğini, mirası devletin yasalarına göre resmi olarak taksim ettikten
sonra kendi aralarında şer-i olarak taksim edebileceklerini, içki, kumar ve
zina gibi İslam’ın haram kıldığı şeylerin yasal olarak serbest olsa da
insanların bunları yapmak zorunda olmadıklarını, dolayısıyla laiklik ve İslam
arasında bir çelişki olmadığını anlatıyordu.
Şimdi bu yazara sormak lazım; devlet hırsıza
gerekli hapis cezasını verdikten sonra bir de onun elini kesebilir miyiz? Ya da
içki içeni, zina edeni vb had cezalarıyla cezalandırabilir miyiz? Ya da devletin
bastığı paranın yanında birde şer-i para basıp tedavüle sokabilir miyiz,
devletin yaptığı anlaşmaları İslam’a uymadığı için iptal edebilir miyiz, ‘İsrail’
ve ABD gibi fiili harbi olan devletlerin elçilerini İslam haram kıldığı için
kovabilirmiyiz? Soruları daha çoğaltmak mümkün ancak aklı olup düşünen, kulak
verip dinleyen için yeterlidir.
Daha net bir dille laiklik ve İslam’ı anlamak
için laiklik çerçevesinden mi İslam’a bakacağız yoksa İslam akidesinden mi
laikliğe bakacağız? Şunu belirteyim ki hem İslam hem de laiklik hayata bakış
açısıdır ve siz hangisinden bakarsanız o şeyin müntesibi olmuş olursunuz. Biz
İslam akidesinden bakarak laikliği anlamaya ve anlatmaya devam edeceğiz
inşaAllah.
Yukarıda söylediğim yumuşak tanımdan hareket
etsek bile laikliğin İslam ile çeliştiğini hemen anlayabiliriz. Düşünelim,
mademki laiklik din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır, o halde
devlet işleri nelerdir? TBMM’nde kabul edilip devletin benimsediği yasalar
nelerle alakalıdır? Ya da yargının karara bağladığı davalar nelerle ilgilidir?
Devlet işi denilen şeyler yukarıda açıklamaya
çalıştığım alakaları, bu alakalardan doğan davranışları ve dolayısıyla hayatı
düzenleyen işlerdir. Devlet sosyal hayat denilen davranışların esas cereyan
ettiği insanlar arasındaki alakaları düzenlemektedir. Bu yüzden devlet işi
evlenme ve boşanma işidir, alışveriş, kiralama ve şirketleşme işidir. Devlet
işi; eğitim-öğretim, çalışma düzeni, davalara bakma ve suçluları nasıl
cezalandıralım işidir. Devlet işi; mirası dağıtma, para basma ve velayet gibi
iç işleri olduğu gibi, başka devletlerle anlaşma yapma, elçiler kabul edip
diğer ülkelerde elçilikler açmak ve savunma gibi dış işleridir. Kısa ve özlü
bir şekilde devlet işi hayat işidir, yani kısaca devlet hayatı düzenlemektedir.
Camilerin açık olması, ahlak ve bazı başka
konularda İslam’a uygun hareket edebilmemiz ise genelde ferdi ve soyut
neticeleri olan davranışlarla ilgilidir ve devlet bu alanı da Diyanet İşleri
üzerinden kontrol altında tutmaktadır.
Göklerin ilahlığı Allah’a, yerin ilahlığı insana,
ibadetin mabutu Allah, ekonominin Şari-i devlet, yağmurlar yağdıran, yaratan
Allah, kanun koyan, düzenleyen insan! Ahlak işlerini Allah, kıyafet işlerini
insan, İslam medeniyeti eksik, muasır Batı medeniyeti kâmil öyle mi? Devleti
kandırmayın, vergide hile yapmayın “bizi
aldatan bizden değildir” hadisini hutbelerde okutup, faiz almaya-vermeye
gelince “devletin dini olmaz” diyeceksiniz öyle mi?
“Öyleyse bu insafsız bir taksimdir.” (Necm 22)
Son sözüm dostlarım; yerde de ilah, gökte de ilah
Allah Subhanehu ve Teâlâ’dır. İbadeti
olduğu gibi ekonomiyi, kadın-erkek ilişkilerini, ukubatı ve devletlerarası
ilişkileri de düzenleyen Allah Subhanehu
ve Teâlâ’dır.
“Hem o odur ki gökte de ilâh yerde de ilâhdır ve O Hakîm ve
Alîmdir.” (Zuhruf
84)
Bazı işlerle ilgili
fikirleri laiklik esasına göre, diğer bazı işlerle ilgili hükmü İslam dinine
göre düzenlemek günümüzde olduğu gibi davranışlar arasında tutarsızlığa sebep
olmaktadır. Bu nedenle kredi kartıyla kurban kesene, hac ve umre yapana
rastlanılmaktadır. Bu nedenle beş vakit namazını kaçırmayan bir Müslümanın
İslam’ın haram kıldığı bir ticaretinin olduğuna rastlıyoruz ve hakeza…
İslam ve laikliğin intibak ettiği şey hayattan
başka bir şey değildir ve biri diğerini asla kabul etmez. Ayrıca İslam
akidesinden bakınca laikliğin bir küfür nizamı olduğu, Müslümanın onu
benimsemesinin, ona davet etmesinin haram olduğu anlaşılmaktadır. Tabi bundan
laikliğe inananlar müstesnadır. Zira laikliğe iman eden onun müntesibi olur.
Böyle biri İslam’ın bazı taleplerini yerine getirse de Allah ile bağı
kalmamıştır.
“İki ilâh edinmeyin. O, ancak tek bir İlâh’dır; onun için
yalnız benden korkun.” (Nahl 51)
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış