Geçtiğimiz Haziran ve Temmuz ayı
Türkiye için oldukça hazin bir zaman dilimi oldu. Özellikle ABD Merkez Bankası’nın
parasal genişlemeyi durduracağını açıklamasıyla dolar 1,80'den 1,97'lere
yükseldi. Yine Gezi Parkı olaylarıyla birlikte sosyal ve siyasal
istikrarsızlığın yaşanmasıyla ve de dövizin yükselmesiyle borsa 93 binden 73
bine kadar düştü. Gezi Parkı olaylarıyla birlikte kapitalist sistemin para
politikasının başlıca etmeni olan faiz ise %4,58'den %9,50'lere kadar yükseldi.
Öte yandan küresel piyasalardan kaynaklanan sorunlardan dolayı petrol fiyatının
yükselmesi Türkiye'yi ciddi anlamda etkilemiş oldu. Öyle ki benzine Temmuz ayı
içinde 18 kuruş zam yapıldı. Bunların akabinde Haziran ayı enflasyon oranı %8,30
oldu. Enflasyon beklentisi ise %7 oranındaydı. Aynı şekilde 11.07.2013
tarihinde Merkez Bankası tarafından açıklanan verilere göre Mayıs ayı cari
açığı 7.52 milyar dolar olarak açıklandı. Beklentiler ise 6.66 milyar dolardı.
İşte bu veriler, ekonominin
aslında AKP hükümetinin her defasında açıkladığı gibi güllük gülistanlık
olmadığını bir kez daha gözler önüne serdi. Nitekim yukarıda belirtilen
ekonomik veriler bu şekilde resesyon halinde devam ederse Türkiye ekonomisi
müthiş bir düşüş serüvenine girmiş olur. Zira ekonomilerde psikolojik algı
ciddi bir öneme sahip olmaktadır. Dolayısıyla beklentilerin aksine gelen
rakamlar, iki tür olumsuz algı bırakmış olur.
Bunlar;
1-)
Ekonomik verileri açıklamakla ve ekonomiye dair beklentileri kamuoyuna sunmakla
görevli kurumlara güvensizliği getirir. Zira sermayedarlar, bu beklentileri
takip ederek yatırımlarına yön verirler.
2-)
Dengeli olmayan ve her türlü spekülatife müsait bir ekonomi izlenimi vermiş
olur.
Her iki durumda küresel
sermayedarların yatırımlarına negatif etki etmiş olur. Hatta içerideki
yatırımcıları da dışarıya yatırıma sevk eder. Bu sebeple Türkiye’de veya diğer
kapitalist ülkelerde ekonomiye ilişkin olumsuz haberler olduğunca sansürlenir.
Bu tür haberler fazla gündemden tutulmadan geçiştirilir.
Örneğin, Türkiye'nin IMF'ye olan
borcunun biteceğine dair haberler nerdeyse 1 yıl boyunca gündemde tutuldu.
Nihayetinde 14 Mayıs 2013 tarihinde IMF'ye olan borç ödenmiş oldu. Fakat dikkat
edilmesi gereken devletin özelleştirme sonucu elde edilen gelirle bu borcu
kapattığını, öte yandan özel sektörün yurt dışına dolar cinsinde 150 milyar
dolar borcu olduğunu ve devletin de özel sektörün bu borçlarına kefil olduğunu
hiç bir şekilde görmedik, göremeyiz.
Bu kısa misalden sonra tekrar
Türkiye ekonomise dönelim. Fakat konumuzla bağlantılı olan Türkiye'nin
konseptini de kısaca belirtmek isterim; günümüzde Türkiye gerek jeopolitik,
gerekse jeostratejik açıdan emsali olmayan bir konumdadır. Doğusunda Asya'ya,
güney ve güneydoğusunda Ortadoğu'ya ve Afrika'ya, batısında Avrupa'ya ticaret
kapılarının olduğu bir noktadadır. Aynı zamanda üç tarafı denizlerle kaplı bir
ülkedir. Yine yeraltı zenginlikleri bakımından da oldukça zengindir. Özellikle
demir, bakır, krom, çelik, trona, bor, uranyum ve toryum, doğalgaz ve petrol
gibi birçok kalemde Türkiye dünyanın birçok ülkesinden zengin durumdadır. Dolayısıyla
bu konumda olan bir ülkenin ekonomide ciddi bir ivme kazanması gerekmektedir.
Zira üstünde bulunduğumuz bu topraklar, stratejik açıdan yüzyıllarca olduğu
gibi özellikle son yıllarda dünyanın en büyük ticari faaliyetlerinin geliştiği
bir noktadadır. Sanayi üretiminde devleşmiş kapitalist şirketler, batıda olmayan
enerji kaynakları ve gittikçe daralan pazar ortamlarından dolayı gözlerini Asya,
Ortadoğu ve Afrika'ya çevirmişlerdir. İşte bu üzerinde bulunduğumuz coğrafya,
enerji ve tabi kayanlar potansiyeli yüksek ve ürünlerin pazarlara sunulma
noktasında stratejik bir konuma sahiptir. Ancak ne yazık ki tüm dünyaya namzet
olabilecek bu coğrafya, acınası derece de kapitalist güçlerin oyuncağı haline
gelmiş durumdadır. Öyle ki Türkiye sadece nakliyat görevinde bulunan bir ülke
olmaktan öteye geçmemektedir. Yani kendisi üreten ve satan bir durumda değil,
devleşmiş kapitalist şirketlerin ürünlerini çeşitli pazar alanlarına bu
stratejik konumu itibariyle taşımacılık görevini yerine getiren bir ülkedir.
Bu sebeple yukarıda açıkladığımız
ekonomik veriler, Türkiye'nin olmazsa olmazlarındandır. Çünkü Türkiye bu
stratejik konumuna rağmen dünyanın en büyük talep gören sanayi ürünleri ve
enerjide %60 dışa bağımlı bir durumdadır. Velev ki Türkiye rakamlar üzerinde
ekonomisi iyi olan, borsası 100 binleri geçmiş bir ekonomi olsun, yapısal
reformlar yapmadıkça bu durum asla değişmeyecektir. Zira bugün dünyanın tüm
pazar alanlarında yüksek talep gören sanayi ürünleridir. Ancak Türkiye bu
sanayi ürünlerinde bırakın ihracatı, yüksek oranda dışa bağımlıdır. Ve bu durum
sadece Türkiye'nin içerisinde bulunduğu hal değil, tüm İslam coğrafyasının
halidir.
Peki, Türkiye’nin bu durumda
olmasının sebebi nedir? Birçok ülkeden bulunduğu konum itibariyle yüksek
olmasına rağmen, neden hep cari açık vermektedir? Yeraltı rezervleri birçok
dünya ülkesinden yüksek olmasına rağmen neden hala enerjide dışa bağımlıdır?
Neden hala sanayisini kendisi
üretip ihraç eden konumda değildir? Şüphesiz ki bu soruların cevabı iki temel
sorunda yatmaktadır. Bu sorunlar;
1-Siyasi iktidarların başta ABD olmak üzere sömürgeci
ülkelere Müslümanların yeraltı ve yerüstü zenginliklerini adeta şerefmişçesine
peşkeş çekmeleri.
Şüphesiz ümmetin siyasi liderleri, küresel
güçlerin onları seçip ümmetin başına atamasıyla yönetime gelmektedirler. Bu
kukla yöneticiler, ümmetin maslahatları için bırakın çalışmayı ümmeti daha çok
sömürme ve dinlerinden uzaklaştırma politikasını güderler. Konumuz Türkiye
olduğundan dolayı Türkiye üzerinden bir kaç örnekleme yapılabilir.
Bilindiği üzere Haziran ayında Gezi
Parkı olayları sırasında petrol kanun tasarısı meclisten geçildi. Bu kanun
tasarısıyla Türkiye’de bundan sonra özel sektörler de petrol çıkartıp satabilme
hakkına sahip oldu. Özel sektör devlete arama yapacağı her dönüm başına sadece
50 kuruş kira bedeli ödeyecek, bunun dışında herhangi bir ödeme yapmayacaktır.
Üstelik çıkartıp sattığı petrolün karşılığındaki dövizi ise yurt dışında
tutabilme hakkına da sahip olabilecektir. Burada bir soru sormak gerekir: Madem
Türkiye'nin cari açığı yüksek ve bundan dolayı döviz rezervleri kendisine yetmiyor,
peki neden bu özel şirketlere dövizlerini yurt dışında tutabilme hakkı tanınıyor?
İşte buradan da anlaşılıyor ki
siyasi iktidarın toplumun maslahatlarını asla ve katiyen düşünmeyen aksine
onların servetlerini sömürgecilere peşkeş çeken ve elinden gelindiğince de
sermayedarların lehine çıkarttığı yasalar ile toplumu köleleştirme politikası
güden bir siyaset vardır. Yine AKP sayesinde ümmetin tümünün ortak olduğu
yeraltı zenginlikler bu şekilde sömürgecilere peşkeş çekilmektedir. Aslında bu
kapitalist bir sistem için gerekli olan bir durumdur. Zira Türkiye karma bir
ekonomiye sahip olduğundan AKP ile birlikte iyiden iyiye
kapitalistleştiriliyor.
Yine kapitalist güçlerin AKP ile
Ortadoğu ve Türkiye halkının demokratik bir dönüşümü gerçekleştirebilmeleri
için bu beldelerin iktisadi açıdan da kapitalist sisteme entegre olmasının
yolunu açtılar. Zira Türkiye ekonomisi geçtiğimiz 10 yıl içinde ciddi anlamda
ivme kazanmış oldu. Kredi derecelendirme kuruluşlarının Türkiye’nin notunu
yatırım yapılabilir seviyesine taşıdığı herkesçe malum. Derecelendirme
kuruluşlarının Türkiye'nin notunu artırmasıyla borsa tarihi rekor seviyelere
yani 93 bin seviyelerine kadar yükseldi. Öte yandan ekonominin gelişmesi için
önemli bir etken olan "güvenlik" ortamının sağlanması noktasında
ABD'nin yardımıyla PKK ile yürütülen barış sürecinin de Türkiye ekonomisine
pozitif katkıları oldu.
Nitekim kredi derecelendirme
kuruluşlarının Türkiye için yaptıkları değerlendirmede "Barış
Sürecinin" devam etmesiyle Türkiye'nin notunun daha da yükseltileceği
vurgulanmıştır. Yine AKP'nin yönetime geçmesiyle Türkiye'nin uluslararası
alanda "defansif" yaklaşımlardan sıyrılıp "sıfır sorun"
politikasıyla da Ortadoğu, Orta Asya ve Afrika ülkelerine yönelik ekonomik
faaliyetler yürütmesi de ihracat alanının genişlemesine böylelikle cari açık
farkının azalmasına neden olmuştur. Tabi enflasyon ise AKP döneminde ciddi bir
düşüş sağlayarak %57'lerden %9'lara geldi.
Bu anlattıklarımız AKP hükümetinin
önceki hükümetlere rağmen yapageldikleridir. Fakat burada dikkat edilmesi
gereken şey; Türkiye'nin yapısal reformlar adına zerre kadar bir faaliyette
bulunmayıp ekonomisinin ivme kazanmasına katkısı olan ara malı ve montaj sanayi
üretiminin gelişmesidir. Tabi bu ekonomik gelişmenin temel etkeni ise Türkiye
üzerinden Ortadoğu'nun kapitalist sisteme entegre edilmek istenmesidir. Yoksa
Türkiye başlı başına bu gelişimi sağlamamıştır. Aksine Türkiye'nin tabiri
caizse ipini kuklası olan kapitalist güç kendi çıkarları uğruna gevşettiğinden
dolayı montaj ve ara malı sanayisinde ivme kazanmıştır. Bu nedenle Türkiye
gerek içerde gerek dışarıda olabilecek siyasi veya sosyal krizlerden anında
etkilenmekte olup Haziran ve Temmuz ayında olduğu gibi ekonomisi ciddi zararlar
görebilmektedir.
2-Türkiye'nin içinde bulunduğu fikri düşüklükten
kaynaklanıyor, olması.
Müslümanlar, ne zaman ki onları
izzet ve şereflendiren İslam Hilafeti’ni yitirdiler, işte o gün sefaletin,
köleliğin ve zulmün pençeleri arasına düştüler. Ne zaman ki İslam’ın devletini yitirdiler;
onurlarının, şereflerinin, haysiyetlerinin ayaklar altına alındığı gün oldu. Ne
zaman ki kapitalistler, Müslümanların bu mübarek değerlerini yıktılar;
beldelerinde ki yerüstü, yeraltı tüm zenginliklerinin sömürüp talan ettiler. Ve
o günden bu güne Müslümanlar, hep Batı endeksli fikri, siyasi, iktisadi
politikaların kurbanı olmuş durma geldiler. Öyle ki 1300 yıl boyunca dünyanın
süper gücü olan Müslümanlar, bugün modern köleler haline gelmiş durumdalar.
Kapitalist sermayedarlar, kendi fikri yapılarını ümmetin tüm beldelerine egemen
ettikten sonra, ümmetin başına kendi istedikleri kukla yöneticileri tayin
ettiler. Müslümanlar, tek değerleri olan İslam Hilafeti’ni yitirdikten ve başlarına
Batı destekli kuklalar getirildikten sonra hayata bakış açılarını kaybettiler,
dünya görüşlerini yitirdiler, devlete dair bakışlarını kaybettiler, öyle ki
Müslümanlar arasında "İslam da
devlet diye bir otoriter yapı var mıdır? Yok mudur?" tartışmaları bile
yaptılar. Hatta İslam’da devlet otoritesinin olmadığını ifade edenler İslami
ilimler de profesör olanlardandı.
Dolayısıyla günümüzde Müslümanlar
artık öyle bir haldedirler ki, dahili ve harici siyasetlerinde, öğretim,
ukubat, içtimai, muamelat ve iktisadi siyasetlerinde Batı’nın fikri yapılarına
uyar duruma geldiler. Böyle olduğundan dolayı bugün tüm İslam coğrafyası Batı’nın
sanayisine muhtaç durumdadır. Hadarattan gelmediği müddetçe maddi üretimler,
insanlığın ortak üretimi olmasına rağmen bugün dikkat edin, hiç bir İslam
beldesinde dünya markası haline gelmiş sanayi ürününü göremeyiz. Zira olsa bile
uluslararası hukuk dedikleri ABD'nin ortaya koyduğu hukuk hemen müdahale eder,
veya küresel kapitalist sermayedarlar, İslam coğrafyasında Müslüman kimlikli
bir markaya nefes alacak alan bile bırakmazlar. Çünkü kapitalist güçler, sahip
oldukları fikri tüm İslami beldelere egemen etmekle Müslümanları dumura
uğrattılar. Bu sebeple günümüzde gerek Türkiye, gerekse İslam coğrafyasındaki
siyasi iktidarlar kapitalist güçlerin onlara biçtikleri rolleri oynamaktalar.
Bütün senaryo ise kapitalist güçler tarafından yazılmış senaryolardır. Bundan
dolayıdır ki senaryolarda geçen ne ise Müslümanların başındaki liderler bu
senaryonun dışına asla çıkamadıkları gibi bu senaryolara artık iman etmiş
durumdadırlar.
Böylesi bir durumdan nemalanan
kapitalist güçler ise, neredeyse tüm dünyada gözlerini bürüyen maddi
servetlerin hırsı ile ümit ve korku arasında şiddetle genişlemeye devam
etmektedir. Tarih bu büyük ve oburlaşmış kapitalist güçleri elbette ilk defa
sayfalarına geçmektedir. Tarihte bu denli insan kanı ve onuru üzerinde maddi
servetler uğruna oyun oynanmadı. Yaşadığımız zaman dilimleri özelde Müslümanlar
için, genelde insanlık için müthiş bir dezenformasyon süreci yaşanmaktadır.
Öyle ki insanları demokrasi ütopyası ile uyutup birer modern köleler haline
getirdiklerini, bekalarının tehlikeye girdiği anda insanları vahşice
katlettiklerini bariz bir şekilde görmekteyiz. Nitekim İslam coğrafyasında
yaşanan acı ve dramatik olaylar, kapitalist güçlerin bu vahşi ve oburca
gidişatına dur diyecek İslami Hilafet’in gelmemesi adına yapılmaktadır. Yani
kapitalist güçlerce akıtılan bunca kan, ırzları kirletilen ve beldeleri talan
edilen Müslümanlara yapılan zulmün temel nedeni; iktidarlıklarını yeryüzünden
silecek, insanlığı izzet ve onuru ile izzetlendirecek İslami Hilafet’in
gelmemesi için yapılmaktadır. Ve maalesef Müslümanların başındaki liderler ise
bu kapitalist vahşetin İslam beldelerinde daha da kök salması için can hıraç
çalışmaktalar.
Velhasıl, Türkiye ekonomisi
kapitalist güçlerin ona izin vermesi kadar ivme kazanır. Bu ivme de yine
onların lehine olursa, olur. Dolaysıyla şunu iyi bilmemiz gerekiyor ki ne zaman
ki Hilafet’in kaldırıldığı son belde olan Türkiye, Batı’nın fikrini tümüyle
bırakıp İslam'ın fikri liderliğine sarılırsa işte o zaman gerçek ekonomik
üstünlüğe sahip olmuş olur. Zira o gün ümmetin arasında sömürgeciler tarafından
cetvellerle çizilen bu sınırlar kalkacak ve ümmet, tüm yeryüzü ve yeraltı kaynakları
ile üreten, yaptığı üretim ile genişleyen müthiş bir kalkınmayla tekrar dünya
toplumlarına yön vermeye namzet olacaktır.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış