Dehşet veren insanın
kanını donduran o manzara, bombardıman sonrası viraneye dönen Şam, Halep veya Dera’yı
andırıyordu. Kan gölüne dönmüş sokaklar, kopan uzuvlar, sağa sola savrulmuş
cesetler... Harabeye dönmüş, yanmış, yıkılmış, simsiyah binalar, acı ve ızdırabın
zavallılığın resmiydi adeta.
Yetmiş yaşındaki Döne
ninem henüz bir yaşındaki hiç bir şeyden habersiz torunu ile kızının kucak kucağa
yanmış cansız bedenleri önünde ellerini semaya açarak hesap soruyordu; “Bir yaşındaki sabiden ne istediniz?”
Cevapsız bu sualin ardından, sitem yüklü bir serzenişle, yürekleri dağlıyordu; “ Torunumun bedeninden kopan kolunu tuttum
yumuşacıktı.”
Hatay’ın Suriye
sınırındaki Reyhanlı ilçesinde patlayıcı yüklü iki aracın on dakika ara ile
infilak ettirilmesi sonucu ellinin üzerinde Müslüman’ın can verdiği, bir çoğu
ağır olmak üzere yüzlercesinin yaralandığı ve geride gözü yaşlı ailelerin arşı
alaya yükselen feryadının kaldığı bir trajediydi tüm anlatılanlar…
Reyhanlı’daki
patlamaların ardından yaşanan başka bir büyük acı tabloyuda; evlerinden
binlerce kilometre uzakta, Baas zulmünden kaçıp akrabaları, komşularının
kapılarını çalarak yanlarına sığınan mülteci durumuna düşen gariban binlerce
Suriyeli’nin içler acısı durumunu gösteren ekranlardan kaygıyla izledik. Patlamaların
hemen ardından Suriyeli mülteci avına çıkan bir gurubun, demir çubuk ve
satırlarla açtıkları yaralar en az üçüncü bomba şiddetinde hasara sebep olmalı.
Çünkü bu yüzden birçok zavallı Suriyeli mülteci ilçeyi terk etmek zorunda kaldı.
Gidemeyenler bulundukları evlerden çıkamaz hale geldi. Suriyeli sığınmacı Agavani
ailesinin yaşadıkları bölgedeki durumun vahametini gözler önüne seriyor. Patlamada
sırtına şarapnel parçası isabet etmesi sonucu yaralanan kırk yaşındaki Emel
Neccar linç edilme korkusuyla hastaneye bile gidemiyor. Üç gün önce doğum yapan
kızı bombalı saldırının şoku ve yaralı annesinin ızdırabından dolayı isim dahi
koyamadıkları kızını emziremiyor. Agavani ailesinin büyüğü Adnan şeyh Ali ise
patlamalarda hayatını kaybeden Türk halkı için gözyaşı dökerek; “Allah (cc) bu saldırıların sorumlularını
kahretsin. Biz sığındığımız Türk halkından çok yardım gördük böyle olmasını biz
hiç istemeyiz. İki gündür ne bir lokma yemek yedik, ne de dışarı çıkabildik”
diyor.
Suriye’de üçüncü yılına
giren devrim-kıyam hareketi Baas rejiminin kanlı müdahalesiyle karşılık bulmuş,
başladığı o günden bugüne kadar da on binlerce Müslüman zalim Baas rejimi
tarafından hunharca katledilmiş, en az bir o kadarı yaralanmış, milyonlarca
Müslüman halk binlerce yıldır yaşadıkları topraklarından sürülmüş, komşu
ülkelere göç ederek mülteci konumuna düşüp çaresiz bırakılmıştır.
Savaş mağduru zavallı,
sahipsiz, kimsesiz ve masum Suriyeliler işkence, tecavüz ve ölüm korkusu ile
artık istenmedikleri topraklarından, evlerinden barklarından zulümden kaçarak, kundaktaki
bebek yaşlı, hasta demeden mecburen yanlarına alabildikleri birkaç parça eşya, birkaç
kuruşla bir şekilde komşuları Türkiye’ye iltica ederek sığınmışlardır. Herkesten
çok merhamete, ilgiye, yardıma muhtaç Suriye halkına ne yazık ki iltica
ettikleri bu topraklarda mülteci damgası vurularak itilip kakılan istenmeyen yük
gibi algılanır olmuştur.
Oysa, Türkiyelisinden
Suriyelisine kadar Müslüman olduğunu iddia herkes için bağlayıcı olan İslam kardeşliği nedir, nasıl
olmalıdır? Hemen hepimiz bu soruya hiç düşünmeden Muhacir ve Ensar’ın kardeşlik
örneğini veririz. Mekkeli Müslümanlar inançları, değerleri uğrunda yurtlarını terk
ederek Mekke’den Medine’ye hicret edip Müslüman Medine’li kardeşlerine
sığınmışlardı. Ev sahibi olan Ensar, Muhacir’i gerçek manada bağrına basarak
elinde neyi varsa; ekmeği, evi, elbisesini gönül hoşluğuyla paylaşarak, karşılığını
sırf Allah (cc)’tan bekleyerek misafirperverliğini göstermişti. Ensar’ın
Muhacir kardeşine göstermiş olduğu bu yardımın ve yapmış olduğu büyük
fedakarlıkların altında yatan tek neden Muhacir olan Mekkeli Müslümanları
kardeş olarak görmesiydi.
Maalesef Reyhanlı’daki
patlamanın ardından provakatif küçük bir gurubun Suriyeli Müslümanlara
saldırmaları Muhacir, Ensar İslam kardeşliğine halel getirsede patlamada bir
oğlunu yitirmiş, bir diğeri de ağır yaralı olan İbrahim Karakuş Suriyeli
kardeşlerimize yönelik provakatif eylemlerde bulunanları uyarıyordu: “Müslüman’ı Müslüman’a kırdırmak istiyorlar
fırsat vermeyeceğiz. Dinimiz İslam zorda kalan Hırıstiyan’a bile kucak açmanın
sevabının büyüklüğünden bahsediyor...” Habeş kıralı Necaşi’nin kendisine
sığınan Müslümanlara nasıl kalkan olduğunu anlatan , altmış yaşındaki İbrahim
dedenin bu hali on beş asır önce İslam kardeşliğini tesis eden Ensar’ın ete, kemiğe
bürünmüş halini andırıyor ve hâlâ bu topraklarda İslam akidesinden kaynaklı
kardeşlik bağının sınır tanımaksızın bütün saldırılara rağmen devam ettiğini
gösteriyor.
Bir zamanlar
Müslümanları koruyup kollayan Osmanlı Devleti ise bırakın sadece tebasından
olan Müslümanlara, Avrupa’da yakılarak yok edilmek istenen Yahudi soykırımına
dahi izin vermiyor, zulmün ortasında kalan çaresiz Yahudileri çekip alıyor. Bugün
ise kendi sınırlarımız içinde, Reyhanlı’dan gelen haberlerde maalesef elem
verici, korkunç iddialar yer alıyor.
Bunca sıcak gelişmenin
yaşandığı mevcut siyasi sınırların yeniden şekillendiği bir coğrafyada haksız
yere oluk oluk Müslüman kanını akıtan bir rejimin sınır komşusu olmak elbette
belirli risk ve sorumlulukları beraberinde getirmektedir. Bu sorumluluk benim
Türkiyeli anam ağlayacağına onların Suriyeli anaları ağlasın yerine ne
Türkiyeli ne de Suriyeli analar ağlamasın şeklinde düşünmeyi ve hareket etmeyi
gerektirir. Çünkü Suriye halkına olan sevgimizi İslam belirler, ne cetvelle çizilip,
parsellenmiş suni sınırlar ne tel örgüler ne ırklar ne kültürler ne de başka
herhangi bir şey... Bu sevginin bir yansıması olarak hiç gitmediğiniz Mekke
şehrine veya Medine, Kudüs, Bağdat, Şam beldelerine işte bu yüzden muhabbet duyar,
karşılıksız severiz. Karşılıksız bu sevginin en güzel örneğini ecdadımızın 1915
Çanakkale Savaşın’da görürüz. Suriyeli Müslümanlarla dedelerimizin aynı
siperlerde, aynı amaç uğrunda omuz omuza şehit edilmeleri bunun en güzel
örneğidir. Çünkü ortak bir inancı ve kardeşlik kaynaklı bakış açısını paylaşan
bu insanların hepsi öz be öz İslam kardeşidir.
Bugün ise özellikle
yöneticilerin ağızlarından düşürmedikleri ‘İslam kardeşliği’nin içini sloganik,
boş, kuru sözlerle doldurmak sorunları çözmeyeceği gibi günümüzün mevcut kötü, olumsuz
koşullarını daha da derinleştirip, fitne ortamları oluşmasına mahal verecek ve
bu sebeple Müslümanların maddi ve manevi olarak telafisi mümkün olmayan çok
büyük zarar görmelerine sebep olacaktır.
Bu nedenle Batı’nın
yönetim nizamının dayandığı vatancı, milliyetçi anlayış terk edilip, İslam
kardeşliğinin temeli olan İslam akidesi yönetimin esası kılınarak, tek ve büyük
ümmet bilinci Müslümanların kalplerine yeniden yerleştirilmedikçe yüz yıllık bu
sorunlar asla çözülemez.
Bu da yönetimde Müslüman
kanına, ırzına, malına değer veren Ümmetin yükünü sırtına alan, Fırat’a düşecek
keçinin hesabını yapıp buna mahal vermemek için çırpınan Hz Ömer gibi halifelerle,
Anadolu’da namusuna dil uzatılan, alay edilen kadının feryadını duyup, bir ucu
Şam’da bulunan devletin merkezinden diğer bir ucu Ankara’ya uzanan orduyu bizzat
komuta ederek gelip, o Müslüman kadından helallik isteyip, af dileyerek kadının
feryadını dindiren Ümmetin izzet ve şerefini çiğnetmeyen halife Mutasım gibi
yöneticilerle olur.
Aslen aralarında
herhangi bir sorun bulunmayan Arap, Türk ve diğer Müslüman halklar üzerine
oynanan bu habis oyunların bozulabilmesi, kalıcı ve gerçek bir barışın sağlanabilmesi,
akan kanın durdurulabilmesi ve gerçekten anaların ağlamaması için yeniden
yükseltilecek kardeşlik binasının çimentosu İslam olmalıdır.
Aksi halde uygulanacak
politika veya siyasetler belki kısa vadede sorunu uzaklaştırıp erteleyebilir ancak
sorunu çözemez. Eğer çözülebilecek olsa idi ümmet üzerinde yüz yıla yakın bir
zaman uygulanan siyasetin olumlu sonuçları olması gerekmez miydi? Bu soruyu bugün
dünya kamuoyunda Müslüman’ın itibarına, yerine, değerine doğru bakan herkes doğru
cevaplayabilecektir.
Bu nedenle bu coğrafyada
köklü bir çözüm, tekrar kardeşçe yaşamak isteniyorsa Müslümanların kalbinde
taşıdığı ve diliyle ikrar ettiği İslam kardeşliğinin temeli olan İslam akidesi
bir hayat nizamı olarak bir devlet eliyle yeniden hayata geçirilmelidir. Bunu
ise ancak İslami bir devlet gerçekleştirebilir.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış