BİR EFSANEDİR, “MİLLİ EGEMENLİK”

Dr. Abdurrahim Şen

Belli bir harf dizgesinden ibaret, işittiğimizde kulağa hoş gelen bir fonetiğe sahip her sözcük hakiki anlam taşımaz. Bazen bu tür sözcüklerin üçü beşi bir araya getirilerek büyük anlamlar yüklenen cümleler kurulur, önermeler de bulunulur. Lakin derin ve etraflı düşündüğümüzde bu sözcük dizinlerinin ve onlarla oluşturulan cümlelerin kendi kalıplarının dışında gerçekliklerinin olmadığı, algılanabilir bir gerçekliğe tekabül etmediği hemen anlaşılıverir. Mitolojilerde kendisine binbir mana yüklenen efsanevi “Zümrüdü Anka” gibi. Dünyanın üç kez yıkılışına tanık olmuş olan bu kuş tüm zamanların bilgisine sahiptir, bir uçuşa kalktığında bilgi ağacının yaprakları titrer…[1] Bu efsane böyle devam eder gider.

İnsan zihni, önermenin bina edildiği ilk sözcüğün dış dünyasında bir gerçekliğe tekabül edip etmediğini ıskalamaya dursun hemen hikâyenin cazibesine kapılır, bir varsayıma gerçeklik payesi yükler ve hatta kendisini bu vehimden (rüyadan) kurtarmak isteyenlere düşman bile kesilir. Gerçeklikle ilgisi olmamasına rağmen mitolojilerin insan hayatında yadsınamayacak ölçüde yer tutması en azından bu gerçeği doğruluyor.

İşte bu efsaneden birisi de “millet/ulus egemenliği” efsanesidir. Modern devlet öncesi dönemde yüzyıllar boyunca, iktidarlar, imparatorlar ve krallar teokratik düşünceyle konumlarını meşrulaştırıyorlardı. Modern dönemle birlikte adına “ulusal egemenlik” denen yeni bir mit ve efsane üretildi. Duguit’in varsayım olarak nitelendirdiği her iki meşrulaştırıcı argüman da bilimin kanıtlayamayacağı mistik bir özlemi ifade etmektedir. Fakat bir şekilde 19. yüzyıl insanları tıpkı orta çağda yaşayan atalarının, kralın tanrı ya da tanrının doğrudan yetkilendirdiği kişi olduğu inancına gösterdiği ateşlilikle buna inandılar.[2] Aslında bu, bir süredir palazlanmakta olan burjuvanın, gelişmesinin önündeki en büyük engel olarak gördüğü kilise otoritesini ve krallıkları devirerek egemenlik tahtına kurulmak için uydurulmuş bir efsaneydi. Kendi kendisinin egemeni olduğuna inandırılan halklar ayaklandırıldılar ve semirip sömürmesi için burjuva önündeki engeli, en büyük feodal yapı Kilise ve kilisenin desteklediği Krallıkları devirdiler.

 Avrupa’da siyasal iktidara meşruiyet kazandıran dinin hayattan ayrılması sonucunda bir meşruiyet krizi belirdi. Bu krizin aşılabilmesi iktidarın kendisini dayandıracağı yeni ve halk kitlelerince kabul edilebilir bir gerekçeyle mümkündü. İşte tam bu nokta tıpkı skolastik çağda üretilen tanrı-kral efsanesine benzer halk-kral ya da halkın tanrılaştırıldığı bir efsane doğdu. Bu, “ulusal egemenlik” efsanesiydi. Hobbes, Locke ve Rouasseue gibi teorisyenlerin geliştirdiği “toplum sözleşmesi” teorileri hep bu efsanenin inandırıcılığını kanıtlamak için üretilmiş teorilerdir.

Efsane diyoruz, çünkü milli egemenlik düşüncesinin dayandırıldığı “genel irade” ya da “millet iradesi” terkibinin dış dünyada tekabül ettiği bir gerçekliği yoktur. Hatta Fransız teorisyen Duguit’e göre “genel irade”nin gerçekliğine ilişkin yapılan izahatların teokratik düşünceyi kanıtlamak için yapılan metafizik açıklamalardan daha fazla değeri yoktur. Bu açıklamalar saf sofizmdir ve hiçbir şey kanıtlamaz. Ona göre modern sosyoloji ulusun kişisel gerçekliğini kanıtlamayı hiç denemedi. Bu durum modern düşüncenin de, skolastik çağdan kendisini kopyalayarak dogmaya saplandığı anlamına gelmektedir. Duguit, “milli irade”, namı diğer “ulusun egemenliği” kavramının pozitif bilim açısından kesinlikle kanıtlanamaz olduğunu iddia ediyor. Milyonlarca kişinin aynı anda aynı şeyi düşünüp istemesinden milyonlarca, fakat bireysel istemenin dışında, onlardan ayrı ve onlara üstün tek ve toplu bir iradenin bulunduğu sonucu çıkarılamaz.[3] İrade ferdîdir. Zira insan eylemleri belirli bir sinir sistemi sayesinde duyuların algıladığı şeyler üzerinde karar verme sürecini ifade eder. Toplum ya da millet iradesi dendiğinde iradenin nispet edildiği toplumun fertleri, bir ve tek sinir sistemi ile birbirine bağlı organik bir bütün değildir. Bundan dolayı “millet iradesi” dolayısıyla “ulusun egemenliği” diye bir şeyin vakıası yoktur. İrade ferdîdir.

Ayrıca millet kavramının, geçmiş ve gelecekteki kuşakları da içine alan soyut bir varlığı anlattığı söylenmektedir. Bu durumda iki esaslı soruya cevap verilmesi gerekir: 1. Fizik varlığı olmayan soyut bir varlıkta irade nasıl ortaya çıkacak. 2. Fizik varlığı olmadığı halde ve sadece hali hazırda yaşamakta olanları değil, geçmişte ölmüş kişileri ve hatta ileride doğacak olanları da kapsayan soyut bir bütünün iradesinden söz etmek mümkün müdür?

Bunun koskoca bir ütopya olduğunu fark eden batılı teorisyenler soyut “millet iradesi” yerine “somut” olduğunu düşündükleri “halk iradesi” kavramını geliştirdiler. Lakin bu da açığı kapatmaya elverişli değildi. Zira bu durumda da şu sorular gündeme gelmektedir: 1. Halk dediğimiz toplumsal formasyon, bebeği, çocuğu, genci, yetişkini ve yaşlısı ile yaşayan somut bir toplamı ifade etmektedir. Batılı teorisyenlerin öne sürdüğü kolektif irade genç, yaşlı, özürlü, seçmen yaşına gelmemiş topyekûn bir kategoriyi anlatır. Oysa bunların hepsi seçimlere katılmaz. Seçimlere ancak seçmen niteliğine sahip olan vatandaşlar katılabilir.

Ayrıca halkın egemenliğini yansıttığı ve temsilcilerine teslim ettiği düşünülen “seçim” meselesi de spekülatif bir olgudur. Şöyle ki, milletvekillerini, seçmek için sandığa giden halk gerçekten vekillerini kendisi mi seçmektedir? Yoksa parti başkanları tarafından daha önceden seçilmiş vekilleri onaylamakta mıdır? Sonra tâbi oldukları parti programı ve lider sultası gerçeği göz önünde bulundurulduğunda seçilen bu vekillerin kaçı bütün bunları aşarak vekili olduğu halkın çıkarlarını temsil görevini yerine getirmektedir? Bir bölgeden ya da bir partiden seçilen bir vekilin tüm milletin vekili olduğu söylenmektedir. Söylem düzeyinde de olsa ideolojik ve parti programları açısından uç kutuplarda yer alan partilerin vekillerinin diğer partiye oy vermiş seçmen kitlesini temsili nasıl gerçekleşecektir? Bir de kimi zaman bir partinin tek başına iktidar olması için %30 küsur bir oy oranı yeterli olabilmektedir. Bu durumda geri kalan (özellikle düşünce ve beklentiler açısından farklı bir uçta duran) %70’lik “milli irade”nin temsili nasıl sağlanmaktadır? Bazen de partilerin aldığı oy oranları tek başına iktidar olma imkânı vermemektedir. Birbirlerine zıt dünya görüşlerine sahip partilerin koalisyon kurması durumunda, sandığa giderken her birinin gönlünde bir aslanın yattığı milletin iradesine ne olmaktadır?

Diğer bir soru şudur: Mevcut seçenekler içinde iradesine uygun parti bulamadığı için seçime hiç katılmayanların -onlar da millet/toplumdan bir parça olduklarına göre- temsili nasıl gerçekleşecektir? Özellikle topluma sunulan seçenekler içinde yer alan partilerin tüzüklerini, politikalarını, iktidara geldiklerinde icraatlarını, muhalefetteyken muhalefetlerini kısmen dahi dine dayandırmalarını imkânsız hale getiren bir konjonktürde, siyaseti kısmen dahi dinden ayrı düşünemeyen Müslümanların iradesinin temsili nasıl gerçekleşecektir?

Bütün bunlar bir tek gerçeği açığa çıkarmaktadır ki o da şudur: seçimler sonucunda beliren ne millî iradedir, ne de halk iradesidir fakat sadece seçimde oy kullanmış olan seçmen çoğunluğunun “fiziki”, “gerçekliği olan”, “bir”, “tek” şahsın liderliğini/egemenliğini onaylamasıdır.

Daha ötesi küreselleşen dünyada milli devletlerin angaje oldukları uluslararası hukuk ve sistemler göz önünde bulundurulduğunda millet egemenliğine ne olmaktadır? Ekonomik, siyasi, sanayi ve teknolojik açılardan birbirine görece üstün olan milletlerin hangisinin egemenliği diğerine göre geçerli, baskındır? Diğerine göre kimi niteliklerinden dolayı gelişmiş sayılan milletler karşısında görece daha zayıf durumda olan milletlerin egemenliği söz konusu mudur? Örneğin siyasi alanda BM, askeri sahada NATO, ekonomik anlamda IMF ve Dünya Bankası gibi küresel kurumlar yer kürede yaşayan her bir “millet”in kaderini belirleyecek çok hayati kararlar almaktadırlar. Bu kurumların karar mekanizmalarında etkin milletlerin üçü beşi geçmediği düşünüldüğünde geri kalan yüzlerce devletin/milletin egemenliğinden söz edilebilir mi? Kaldı ki bu devletlerin, bırakın dış politikayı ulusal politikalarında da sözü edilen küresel kurumların egemenliği/baskısı altında olduğu herkesin kabul ettiği bir gerçek iken, gerçekten millet/ulus egemenliğinden söz edilebilir mi?

Aslında yaşanan tam bir illüzyondur. Gerçek ise şudur: Bir takım “gerçek/somut” kişilikler kullanmak istedikleri iktidara meşruiyet katmak için bunu “soyut/hayali” bir varlıkla “millî egemenlik” kavramıyla perdelemişlerdir. Diğer bir ifade ile “somut kişiler” egemen pozisyonlarını gerekçelendirmek için “soyut bir egemen” icat etmişlerdir. Bu soyut/gölge kavram sayesinde iktidarda olanlar hep kendi egemenliklerini giz(em)li hale getirebilmişlerdir. Esasında “gerçek” egemenlerin, milletin “temsilcileri” olduklarına sürekli gönderme yapmaları da “millet iradesi” terkibinin gerçekleşmesinin imkânsız olduğunun kanıtıdır. Zira “milli irade” o kadar hayalidir ki, hayalet gibi bir türlü ortaya çıkamaz, bundan dolayı temsilcilere “gerçek şahsiyetlere” ihtiyaç duyar. İster temsilci ister başka bir sıfatla olsun “egemenlik” bir kez gerçek kişiliklere kalınca artık “milli egemenlik”ten söz etmek mümkün değildir. Bundan sonra anlatı tamamen bir efsaneye dönüşecektir. İşte “milli egemenlik” terkibinin “Kafdağı” ya da “Zümrüdü Anka” gibi ulaşılamayan ve kimsenin görmediği gerçek bir efsane/yalan olması buradan kaynaklanmaktadır.

Bundan dolayı Bertrand de Jouvenel (1903-1987), İlahi egemenlik teorisine karşı halk egemenliği teorisinin mimarı sayılan Marsilius’un[4] (1275-1343) bu teorisini tamamen bir ütopya ve aldatmacalık olarak nitelemektedir. Halka, bu haşmetli otorite, onu adım adım, safha safha, bir despota terk etmesi için bahşedilmiştir. Örneğin “milli egemenlik” kuramına kaynak teşkil eden toplum sözleşmesi kuramcılarından biri olan Hobbes (1588-1679), ilahi hükümranlık kavramının en etkin olduğu on yedinci yüzyıl ortalarında, mutlak monarşizmin ateşli bir savunucusuydu.[5] Saint Simon (1760-1825) millet egemenliği deyiminin, yalnızca teokratik egemenlik anlayışına karşı bir anlam ifade ettiğini; ikisinin de yalnızca birbirlerine karşı kıymetlerinin olduğunu ifade etmektedir. Yani Simon'a göre "millet egemenliği" dine dayanan ve bu yönüyle "dogma" olarak nitelenen din devletini hükümsüz kılmak için üretilen modern bir dogma, ilkinden daha büyük bir yalandı. Auguste Comte’a (1789-1857) göre ise “halk egemenliği” denen şeyin baskıcı bir mistifikasyon yani halkları manipüle etmek amaçlı gerçeğin çarpıtılmasıydı; eşitlik ise iğrenç bir yalan.[6]

Bir tür giz-gizem katıştırılarak kullanılan ve mutlaklaştırılarak kutsallaştırılan “milli egemenlik” çoğu durumda belli sınıfların, çıkar çevrelerinin, lobilerin hoyratça kullandıkları bir retorik olmuştur. Bu bağlamda aslında ortada olan bir demokrasi kandırmacasıdır. Dünyanın sözde en demokrat ülkesi ABD’de (2008) mali kriz patlak verdiğinde kimi banka ve şirketlerin zararlarının karşılanması için Amerikan senatosunda 800 milyar dolarlık destek paketi görüşülürken Amerikan halkı, doyumsuz birkaç şirketin zararının faturasını neden biz ödüyoruz diye isyan ettiğinde ABD Başkanı, kapitalist ideolojiyi dünyanın gözünün önünde tartışmaya açamayacaklarını ifade edebilmişti. Bu açıklama iktidarda bulunan ve fakat belli sınıf (kapitale sahip) ya da tabakaların (lobilerin) hizmetine yönelik faaliyet yürüten siyasal iktidarların, “demokrasi” ya da diğer namı ile “milli irade” gizi ile hep yönetilenlerden bir şeyi gizlediklerini teşhir etmektedir.

Daha somutlaştıracak olursak, örneğin kendisine “Asgari ücret 1000 TL olursa ne olur, devlet mi batar?” sorusu yöneltildiğinde “devlet değil ama şirketler batar”[7] cevabını veren bakanın milletin vekili olmasına rağmen sermayenin temsilcisi gibi davrandığı görülmektedir. Şayet egemenlik milletin ise milyonlarla millet asgari ücret sefaletini kendisi mi istemiştir? Bunu iddia edebilecek bir vekil varsa asgari ücreti referanduma sunacak cürete de sahip midir? Piyasanın serbest bırakıldığı yerde ücretler neden serbest bırakılmaz? Sermaye ve emrindeki devlet piyasanın serbest olmasını savunurken neden asgari ücrete sınır tayin etmeye kalkışır.

BDDK verilerine göre, 2015 Temmuz itibarıyla Türkiye'de hesabında 1 milyon lira ve üzeri bakiye olan 88 bin 641 kişi bulunuyor. Buna göre milyonerlerin hesabında yaklaşık 1,5 milyar liralık altın, 280 milyar liralık döviz, 304 milyar liralık da TL cinsinden para bulunuyor.[8] Gelir dağılımı dengesizliğinde kendisine ancak uçurumun dibinde yer bulabilmiş millet kendi iradesinin kurbanı mıdır? Bir siyasinin “Ülkede petrol vardı da biz mi içtik” dediği gibi “millet kendi kendini yönetiyordu da kendi sefaletine mi hükmetti”. Bu insanların bu servetleri ticaret yaparak kazandığı söylenebilir. Lakin bunların büyük bir kısmı enerji alanında yatırım yapan kişi ve kuruluşlardır. Bing Bang’ten beri Rabbimizin, yerin katmanları içinde insanlığın ortak malı olarak sakladığı paha biçilmez madenlerin, özelleştirme politikaları ile -var edilmesinde hiçbir emek vermemiş- kişilerin tekeline verilmesi ve böylece servet dağılımı makasının açılmasını millet mi istemiştir? Yani millet açlığı ve sefaleti kendisi mi istemiştir? Yoksa bundan birkaç yüzyıl önce Comte ve Locke vb.lerin mucidi olduğu liberal iktisat teorilerini mutlak hakikat olarak bu millete dayatan egemen/jakobenler midir?[9] Bir başka ifadeyle, ilkel tarıma dayalı ekonomik koşullarda bile zekât verilecek fakirin bulunamadığı ekonomik kalkınmışlık seviyesini İslam’la yakaladıktan sonra bu ümmet petrol, doğalgaz, uranyum, bor vb. binlerce madenlerin keşfedildiği bu çağda, paha biçilmez bu servetlerini gözlerinin önünde küresel kapitalist şirketlerin kıtalarına taşımasına ve bir milyara yakının da açlıktan ölümün eşiğinde bir hayatı kendi iradesiyle seçtiği efsanesine inanmamız isteniyor! “Efsane” kavramı sözlüklerden ve insanlığın hafızasından silinirse biz de tarihin en büyük efsanesi “millet egemenliği”nin gerçek olduğuna inanırız!?

Mümin zamanının varsayımlarına, vehimlerine karşı zihnini ancak sağlıklı bir filtre sistemi veya düşünce işletim sistemi ile koruyabilir. Böylece gerçekle hayalin, olgu ile kurgunun, mahsus olanla efsane olanın arasını ayırt edebilir. İnsanı, hayatı ve evreni aklı ikna edici ve fıtrata uygun biçimde yorumlayan İslami perspektifle bakabildiğimizde kavramların giz(em)i/buğusu çözülecek, bu gizin çözülmesi ile Amerikalı siyaset bilimci (1922-2006) Martin Lipset’in meşruiyet buhranı dediği şey gerçekleşecektir.[10] Yani milli egemenlik efsanesi çözüldüğünde onun üzerine kurulmuş ve meşruiyet kazanmış “modern devletler” de çözülecek ve böylece hiçbir lobinin, sermaye sınıfı ve baskı grubunun çıkarlarını gözetmeksizin, insanları renk, ırk ve sınıf farklılıklarına göre ayırt etmeksizin âlemlerin tümüne rahmet olarak gönderen Allah’ın/gerçek egemenin hilafet misyonunun üstlenilmesine kapı aralanmış olacaktır. İşte o gün (sözde egemenlik payesi verilen) kullar, kulları (sahte egemenleri) kulluktan kurtulup kulların Rabbi (Yaratıcısı ve Egemeni) olan Allah’a kul olacaklar. Böylece insanlık dinlerin ya da “efsane” ideolojilerin zulmünden İslam’ın adalet iklimine taşınmış olacaktır.

 بِأَمْرِهِ أَلاَ لَهُ الْخَلْقُ وَالأَمْرُ تَبَارَكَ اللّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ

“Yaratma ve buyurma (egemenlik) da O'na aittir. Âlemlerin Rabbi olan Allah yüceler yücesidir.” (Araf, 54.)

 

 



[1] www.wikipedia.org

[2] Duguit, Léon. Egemenlik ve Özgürlük, çev. Didem Köse, Sedef Koç, Devlet Kuramı, 3. Baskı, 2011, (derleyen) Cemal Bali Akal, Dost Kitabevi,  Ankara, s. 395.

[3] Genel irade teorisinin eleştirisi için bkz. Duguit, Devlet Kuramı, s. 392, 393.

[4] Marsilius “Beşer ırkının yüce kanun yapıcısı, topyekûn insanlıktan başkası olamaz” diyordu. (Jouvene, Bertrand de. İktidarın Temelleri -İktidarın Mahiyeti ve Tarihi Gelişimi, çev. Nejat Muallimoğlu, İstanbul, Birleşik Yayıncılık, 1997, s. 56.)

[5] Jouvenel, İktidarın Temelleri, s. 58.

[6] Duguit, Devlet Kuramı, s. 388-391.

[7] http://www.radikal.com.tr/ekonomi/asgari_ucret_1000_lira_olursa_firmalar_batar-1073048

[8] http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/30165941.asp

[9] Krallık ve monarşilere karşı ilk defa “millet egemenliği” retoriğini bayraklaştıranların, ulusun egemenliğinden temsilcilerin egemenliğine jakobenizmin serencamı hakkında ayrıntılı bilgi için bkz.: Ağaoğulları, M. Ali. Sokrates’ten Jakobenlere Batıda Siyasal Düşünceler  5. Baskı, İstanbul, İletişim Yay., 2014, s. 608-632.

[10] Beer, Max. Sosyalizmin ve Sosyal Mücadelelerin Tarihi, (Çev. Üstün, Galip) May Yayınları, İstanbul, s. 427.


Yorumlar

  1. Serkan KIZIL

    Allah sizden razı olsun hocam bugune kadar en etkilendiğim makalelerden birini kaleme almişsınız.

  2. Hasan Saykili

    Bu güzel ve öğretici yaziyi kaleme aldiginiz icin Rabbi sizden razi ve memnun olsun. Selametle kalin

  3. Atik Barak

    Değerli meslektaşım eline ağzına sağlık

  4. YAKUP ÖZDEMİR

    Degerli kardeşim çok güzel bir yazı çok güzel ifade etmişşiniz söyledikleriniz hepsi gerçek rabbim ümmetimize bu gerçekleri anlamayı nasip etsin rabbim sizin gibi degerli insanların sayısını artırsın

Yorum Yaz