Belli bir
harf dizgesinden ibaret, işittiğimizde kulağa hoş gelen bir fonetiğe sahip her
sözcük hakiki anlam taşımaz. Bazen bu tür sözcüklerin üçü beşi bir araya
getirilerek büyük anlamlar yüklenen cümleler kurulur, önermeler de bulunulur.
Lakin derin ve etraflı düşündüğümüzde bu sözcük dizinlerinin ve onlarla
oluşturulan cümlelerin kendi kalıplarının dışında gerçekliklerinin olmadığı,
algılanabilir bir gerçekliğe tekabül etmediği hemen anlaşılıverir.
Mitolojilerde kendisine binbir mana yüklenen efsanevi “Zümrüdü Anka” gibi.
Dünyanın üç kez yıkılışına tanık olmuş olan bu kuş tüm zamanların bilgisine
sahiptir, bir uçuşa kalktığında bilgi ağacının yaprakları titrer…[1]
Bu efsane böyle devam eder gider.
İnsan
zihni, önermenin bina edildiği ilk sözcüğün dış dünyasında bir gerçekliğe
tekabül edip etmediğini ıskalamaya dursun hemen hikâyenin cazibesine kapılır,
bir varsayıma gerçeklik payesi yükler ve hatta kendisini bu vehimden (rüyadan)
kurtarmak isteyenlere düşman bile kesilir. Gerçeklikle ilgisi olmamasına rağmen
mitolojilerin insan hayatında yadsınamayacak ölçüde yer tutması en azından bu
gerçeği doğruluyor.
İşte bu
efsaneden birisi de “millet/ulus egemenliği” efsanesidir. Modern devlet öncesi
dönemde yüzyıllar boyunca, iktidarlar, imparatorlar ve krallar teokratik
düşünceyle konumlarını meşrulaştırıyorlardı. Modern dönemle birlikte adına
“ulusal egemenlik” denen yeni bir mit ve efsane üretildi. Duguit’in varsayım
olarak nitelendirdiği her iki meşrulaştırıcı argüman da bilimin
kanıtlayamayacağı mistik bir özlemi ifade etmektedir. Fakat bir şekilde 19.
yüzyıl insanları tıpkı orta çağda yaşayan atalarının, kralın tanrı ya da
tanrının doğrudan yetkilendirdiği kişi olduğu inancına gösterdiği ateşlilikle
buna inandılar.[2]
Aslında bu, bir süredir palazlanmakta olan burjuvanın, gelişmesinin önündeki en
büyük engel olarak gördüğü kilise otoritesini ve krallıkları devirerek
egemenlik tahtına kurulmak için uydurulmuş bir efsaneydi. Kendi kendisinin
egemeni olduğuna inandırılan halklar ayaklandırıldılar ve semirip sömürmesi için
burjuva önündeki engeli, en büyük feodal yapı Kilise ve kilisenin desteklediği
Krallıkları devirdiler.
Avrupa’da siyasal iktidara meşruiyet
kazandıran dinin hayattan ayrılması sonucunda bir meşruiyet krizi belirdi. Bu
krizin aşılabilmesi iktidarın kendisini dayandıracağı yeni ve halk kitlelerince
kabul edilebilir bir gerekçeyle mümkündü. İşte tam bu nokta tıpkı skolastik
çağda üretilen tanrı-kral efsanesine benzer halk-kral ya da halkın
tanrılaştırıldığı bir efsane doğdu. Bu, “ulusal egemenlik” efsanesiydi. Hobbes,
Locke ve Rouasseue gibi teorisyenlerin geliştirdiği “toplum sözleşmesi”
teorileri hep bu efsanenin inandırıcılığını kanıtlamak için üretilmiş
teorilerdir.
Efsane
diyoruz, çünkü milli egemenlik düşüncesinin dayandırıldığı “genel irade” ya da “millet
iradesi” terkibinin dış dünyada tekabül ettiği bir gerçekliği yoktur. Hatta
Fransız teorisyen Duguit’e göre “genel irade”nin gerçekliğine ilişkin yapılan
izahatların teokratik düşünceyi kanıtlamak için yapılan metafizik
açıklamalardan daha fazla değeri yoktur. Bu açıklamalar saf sofizmdir ve hiçbir
şey kanıtlamaz. Ona göre modern sosyoloji ulusun kişisel gerçekliğini
kanıtlamayı hiç denemedi. Bu durum modern düşüncenin de, skolastik çağdan
kendisini kopyalayarak dogmaya saplandığı anlamına gelmektedir. Duguit, “milli
irade”, namı diğer “ulusun egemenliği” kavramının pozitif bilim açısından
kesinlikle kanıtlanamaz olduğunu iddia ediyor. Milyonlarca kişinin aynı anda
aynı şeyi düşünüp istemesinden milyonlarca, fakat bireysel istemenin dışında,
onlardan ayrı ve onlara üstün tek ve toplu bir iradenin bulunduğu sonucu
çıkarılamaz.[3]
İrade ferdîdir. Zira insan eylemleri belirli bir sinir sistemi sayesinde
duyuların algıladığı şeyler üzerinde karar verme sürecini ifade eder. Toplum ya
da millet iradesi dendiğinde iradenin nispet edildiği toplumun fertleri, bir ve
tek sinir sistemi ile birbirine bağlı organik bir bütün değildir. Bundan dolayı
“millet iradesi” dolayısıyla “ulusun egemenliği” diye bir şeyin vakıası yoktur.
İrade ferdîdir.
Ayrıca
millet kavramının, geçmiş ve gelecekteki kuşakları da içine alan soyut bir
varlığı anlattığı söylenmektedir. Bu durumda iki esaslı soruya cevap verilmesi
gerekir: 1. Fizik varlığı olmayan soyut bir varlıkta irade nasıl ortaya
çıkacak. 2. Fizik varlığı olmadığı halde ve sadece hali hazırda yaşamakta
olanları değil, geçmişte ölmüş kişileri ve hatta ileride doğacak olanları da
kapsayan soyut bir bütünün iradesinden söz etmek mümkün müdür?
Bunun
koskoca bir ütopya olduğunu fark eden batılı teorisyenler soyut “millet iradesi”
yerine “somut” olduğunu düşündükleri “halk iradesi” kavramını geliştirdiler.
Lakin bu da açığı kapatmaya elverişli değildi. Zira bu durumda da şu sorular
gündeme gelmektedir: 1. Halk dediğimiz toplumsal formasyon, bebeği, çocuğu,
genci, yetişkini ve yaşlısı ile yaşayan somut bir toplamı ifade etmektedir.
Batılı teorisyenlerin öne sürdüğü kolektif irade genç, yaşlı, özürlü, seçmen
yaşına gelmemiş topyekûn bir kategoriyi anlatır. Oysa bunların hepsi seçimlere
katılmaz. Seçimlere ancak seçmen niteliğine sahip olan vatandaşlar katılabilir.
Ayrıca
halkın egemenliğini yansıttığı ve temsilcilerine teslim ettiği düşünülen
“seçim” meselesi de spekülatif bir olgudur. Şöyle ki, milletvekillerini, seçmek
için sandığa giden halk gerçekten vekillerini kendisi mi seçmektedir? Yoksa
parti başkanları tarafından daha önceden seçilmiş vekilleri onaylamakta mıdır?
Sonra tâbi oldukları parti programı ve lider sultası gerçeği göz önünde
bulundurulduğunda seçilen bu vekillerin kaçı bütün bunları aşarak vekili olduğu
halkın çıkarlarını temsil görevini yerine getirmektedir? Bir bölgeden ya da bir
partiden seçilen bir vekilin tüm milletin vekili olduğu söylenmektedir. Söylem
düzeyinde de olsa ideolojik ve parti programları açısından uç kutuplarda yer
alan partilerin vekillerinin diğer partiye oy vermiş seçmen kitlesini temsili
nasıl gerçekleşecektir? Bir de kimi zaman bir partinin tek başına iktidar
olması için %30 küsur bir oy oranı yeterli olabilmektedir. Bu durumda geri
kalan (özellikle düşünce ve beklentiler açısından farklı bir uçta duran)
%70’lik “milli irade”nin temsili nasıl sağlanmaktadır? Bazen de partilerin
aldığı oy oranları tek başına iktidar olma imkânı vermemektedir. Birbirlerine
zıt dünya görüşlerine sahip partilerin koalisyon kurması durumunda, sandığa
giderken her birinin gönlünde bir aslanın yattığı milletin iradesine ne
olmaktadır?
Diğer bir
soru şudur: Mevcut seçenekler içinde iradesine uygun parti bulamadığı için
seçime hiç katılmayanların -onlar da millet/toplumdan bir parça olduklarına
göre- temsili nasıl gerçekleşecektir? Özellikle topluma sunulan seçenekler
içinde yer alan partilerin tüzüklerini, politikalarını, iktidara geldiklerinde
icraatlarını, muhalefetteyken muhalefetlerini kısmen dahi dine dayandırmalarını
imkânsız hale getiren bir konjonktürde, siyaseti kısmen dahi dinden ayrı
düşünemeyen Müslümanların iradesinin temsili nasıl gerçekleşecektir?
Bütün
bunlar bir tek gerçeği açığa çıkarmaktadır ki o da şudur: seçimler sonucunda
beliren ne millî iradedir, ne de halk iradesidir fakat sadece seçimde oy
kullanmış olan seçmen çoğunluğunun “fiziki”, “gerçekliği olan”, “bir”, “tek”
şahsın liderliğini/egemenliğini onaylamasıdır.
Daha
ötesi küreselleşen dünyada milli devletlerin angaje oldukları uluslararası
hukuk ve sistemler göz önünde bulundurulduğunda millet egemenliğine ne
olmaktadır? Ekonomik, siyasi, sanayi ve teknolojik açılardan birbirine görece
üstün olan milletlerin hangisinin egemenliği diğerine göre geçerli, baskındır?
Diğerine göre kimi niteliklerinden dolayı gelişmiş sayılan milletler karşısında
görece daha zayıf durumda olan milletlerin egemenliği söz konusu mudur? Örneğin
siyasi alanda BM, askeri sahada NATO, ekonomik anlamda IMF ve Dünya Bankası
gibi küresel kurumlar yer kürede yaşayan her bir “millet”in kaderini
belirleyecek çok hayati kararlar almaktadırlar. Bu kurumların karar
mekanizmalarında etkin milletlerin üçü beşi geçmediği düşünüldüğünde geri kalan
yüzlerce devletin/milletin egemenliğinden söz edilebilir mi? Kaldı ki bu
devletlerin, bırakın dış politikayı ulusal politikalarında da sözü edilen küresel
kurumların egemenliği/baskısı altında olduğu herkesin kabul ettiği bir gerçek
iken, gerçekten millet/ulus egemenliğinden söz edilebilir mi?
Aslında
yaşanan tam bir illüzyondur. Gerçek ise şudur: Bir takım “gerçek/somut”
kişilikler kullanmak istedikleri iktidara meşruiyet katmak için bunu
“soyut/hayali” bir varlıkla “millî egemenlik” kavramıyla perdelemişlerdir.
Diğer bir ifade ile “somut kişiler” egemen pozisyonlarını gerekçelendirmek için
“soyut bir egemen” icat etmişlerdir. Bu soyut/gölge kavram sayesinde iktidarda
olanlar hep kendi egemenliklerini giz(em)li hale getirebilmişlerdir. Esasında
“gerçek” egemenlerin, milletin “temsilcileri” olduklarına sürekli gönderme
yapmaları da “millet iradesi” terkibinin gerçekleşmesinin imkânsız olduğunun
kanıtıdır. Zira “milli irade” o kadar hayalidir ki, hayalet gibi bir türlü
ortaya çıkamaz, bundan dolayı temsilcilere “gerçek şahsiyetlere” ihtiyaç duyar.
İster temsilci ister başka bir sıfatla olsun “egemenlik” bir kez gerçek kişiliklere
kalınca artık “milli egemenlik”ten söz etmek mümkün değildir. Bundan sonra
anlatı tamamen bir efsaneye dönüşecektir. İşte “milli egemenlik” terkibinin
“Kafdağı” ya da “Zümrüdü Anka” gibi ulaşılamayan ve kimsenin görmediği gerçek
bir efsane/yalan olması buradan kaynaklanmaktadır.
Bundan
dolayı Bertrand de Jouvenel (1903-1987), İlahi egemenlik teorisine karşı halk
egemenliği teorisinin mimarı sayılan Marsilius’un[4]
(1275-1343) bu teorisini tamamen bir ütopya ve aldatmacalık olarak
nitelemektedir. Halka, bu haşmetli otorite, onu adım adım, safha safha, bir
despota terk etmesi için bahşedilmiştir. Örneğin “milli egemenlik” kuramına
kaynak teşkil eden toplum sözleşmesi kuramcılarından biri olan Hobbes
(1588-1679), ilahi hükümranlık kavramının en etkin olduğu on yedinci yüzyıl
ortalarında, mutlak monarşizmin ateşli bir savunucusuydu.[5] Saint
Simon (1760-1825) millet egemenliği deyiminin, yalnızca teokratik egemenlik
anlayışına karşı bir anlam ifade ettiğini; ikisinin de yalnızca birbirlerine
karşı kıymetlerinin olduğunu ifade etmektedir. Yani Simon'a göre "millet
egemenliği" dine dayanan ve bu yönüyle "dogma" olarak nitelenen
din devletini hükümsüz kılmak için üretilen modern bir dogma, ilkinden daha
büyük bir yalandı. Auguste Comte’a (1789-1857) göre ise “halk egemenliği” denen
şeyin baskıcı bir mistifikasyon yani halkları manipüle etmek amaçlı gerçeğin
çarpıtılmasıydı; eşitlik ise iğrenç bir yalan.[6]
Bir tür
giz-gizem katıştırılarak kullanılan ve mutlaklaştırılarak kutsallaştırılan
“milli egemenlik” çoğu durumda belli sınıfların, çıkar çevrelerinin, lobilerin
hoyratça kullandıkları bir retorik olmuştur. Bu bağlamda aslında ortada olan
bir demokrasi kandırmacasıdır. Dünyanın sözde en demokrat ülkesi ABD’de (2008)
mali kriz patlak verdiğinde kimi banka ve şirketlerin zararlarının karşılanması
için Amerikan senatosunda 800 milyar dolarlık destek paketi görüşülürken Amerikan
halkı, doyumsuz birkaç şirketin zararının faturasını neden biz ödüyoruz diye
isyan ettiğinde ABD Başkanı, kapitalist ideolojiyi dünyanın gözünün önünde
tartışmaya açamayacaklarını ifade edebilmişti. Bu açıklama iktidarda bulunan ve
fakat belli sınıf (kapitale sahip) ya da tabakaların (lobilerin) hizmetine
yönelik faaliyet yürüten siyasal iktidarların, “demokrasi” ya da diğer namı ile
“milli irade” gizi ile hep yönetilenlerden bir şeyi gizlediklerini teşhir
etmektedir.
Daha
somutlaştıracak olursak, örneğin kendisine “Asgari ücret 1000 TL olursa ne
olur, devlet mi batar?” sorusu yöneltildiğinde “devlet değil ama şirketler
batar”[7]
cevabını veren bakanın milletin vekili olmasına rağmen sermayenin temsilcisi
gibi davrandığı görülmektedir. Şayet egemenlik milletin ise milyonlarla millet
asgari ücret sefaletini kendisi mi istemiştir? Bunu iddia edebilecek bir vekil
varsa asgari ücreti referanduma sunacak cürete de sahip midir? Piyasanın
serbest bırakıldığı yerde ücretler neden serbest bırakılmaz? Sermaye ve
emrindeki devlet piyasanın serbest olmasını savunurken neden asgari ücrete
sınır tayin etmeye kalkışır.
BDDK
verilerine göre, 2015 Temmuz itibarıyla Türkiye'de hesabında 1 milyon lira ve
üzeri bakiye olan 88 bin 641 kişi bulunuyor. Buna göre milyonerlerin hesabında
yaklaşık 1,5 milyar liralık altın, 280 milyar liralık döviz, 304 milyar liralık
da TL cinsinden para bulunuyor.[8]
Gelir dağılımı dengesizliğinde kendisine ancak uçurumun dibinde yer bulabilmiş
millet kendi iradesinin kurbanı mıdır? Bir siyasinin “Ülkede petrol vardı da
biz mi içtik” dediği gibi “millet kendi kendini yönetiyordu da kendi sefaletine
mi hükmetti”. Bu insanların bu servetleri ticaret yaparak kazandığı söylenebilir.
Lakin bunların büyük bir kısmı enerji alanında yatırım yapan kişi ve
kuruluşlardır. Bing Bang’ten beri Rabbimizin, yerin katmanları içinde
insanlığın ortak malı olarak sakladığı paha biçilmez madenlerin, özelleştirme
politikaları ile -var edilmesinde hiçbir emek vermemiş- kişilerin tekeline
verilmesi ve böylece servet dağılımı makasının açılmasını millet mi istemiştir?
Yani millet açlığı ve sefaleti kendisi mi istemiştir? Yoksa bundan birkaç
yüzyıl önce Comte ve Locke vb.lerin mucidi olduğu liberal iktisat teorilerini
mutlak hakikat olarak bu millete dayatan egemen/jakobenler midir?[9]
Bir başka ifadeyle, ilkel tarıma dayalı ekonomik koşullarda bile zekât
verilecek fakirin bulunamadığı ekonomik kalkınmışlık seviyesini İslam’la
yakaladıktan sonra bu ümmet petrol, doğalgaz, uranyum, bor vb. binlerce
madenlerin keşfedildiği bu çağda, paha biçilmez bu servetlerini gözlerinin
önünde küresel kapitalist şirketlerin kıtalarına taşımasına ve bir milyara
yakının da açlıktan ölümün eşiğinde bir hayatı kendi iradesiyle seçtiği
efsanesine inanmamız isteniyor! “Efsane” kavramı sözlüklerden ve insanlığın
hafızasından silinirse biz de tarihin en büyük efsanesi “millet egemenliği”nin
gerçek olduğuna inanırız!?
Mümin
zamanının varsayımlarına, vehimlerine karşı zihnini ancak sağlıklı bir filtre
sistemi veya düşünce işletim sistemi ile koruyabilir. Böylece gerçekle hayalin,
olgu ile kurgunun, mahsus olanla efsane olanın arasını ayırt edebilir. İnsanı,
hayatı ve evreni aklı ikna edici ve fıtrata uygun biçimde yorumlayan İslami
perspektifle bakabildiğimizde kavramların giz(em)i/buğusu çözülecek, bu gizin
çözülmesi ile Amerikalı siyaset bilimci (1922-2006) Martin Lipset’in meşruiyet
buhranı dediği şey gerçekleşecektir.[10] Yani
milli egemenlik efsanesi çözüldüğünde onun üzerine kurulmuş ve meşruiyet
kazanmış “modern devletler” de çözülecek ve böylece hiçbir lobinin, sermaye
sınıfı ve baskı grubunun çıkarlarını gözetmeksizin, insanları renk, ırk ve
sınıf farklılıklarına göre ayırt etmeksizin âlemlerin tümüne rahmet olarak
gönderen Allah’ın/gerçek egemenin hilafet misyonunun üstlenilmesine kapı
aralanmış olacaktır. İşte o gün (sözde egemenlik payesi verilen) kullar, kulları
(sahte egemenleri) kulluktan kurtulup kulların Rabbi (Yaratıcısı ve Egemeni)
olan Allah’a kul olacaklar. Böylece insanlık dinlerin ya da “efsane”
ideolojilerin zulmünden İslam’ın adalet iklimine taşınmış olacaktır.
بِأَمْرِهِ أَلاَ لَهُ الْخَلْقُ وَالأَمْرُ تَبَارَكَ اللّهُ رَبُّ
الْعَالَمِينَ
“Yaratma ve buyurma (egemenlik) da O'na aittir. Âlemlerin Rabbi olan
Allah yüceler yücesidir.” (Araf, 54.)
[1]
www.wikipedia.org
[2]
Duguit, Léon. Egemenlik ve Özgürlük, çev. Didem Köse, Sedef Koç, Devlet
Kuramı, 3. Baskı, 2011, (derleyen) Cemal Bali Akal, Dost Kitabevi, Ankara, s. 395.
[3]
Genel irade teorisinin eleştirisi için bkz. Duguit, Devlet Kuramı, s.
392, 393.
[4]
Marsilius
“Beşer ırkının yüce kanun yapıcısı, topyekûn insanlıktan başkası olamaz”
diyordu. (Jouvene, Bertrand de. İktidarın Temelleri -İktidarın
Mahiyeti ve Tarihi Gelişimi, çev. Nejat Muallimoğlu, İstanbul, Birleşik
Yayıncılık, 1997, s. 56.)
[5]
Jouvenel, İktidarın Temelleri, s. 58.
[6]
Duguit, Devlet Kuramı, s. 388-391.
[7]
http://www.radikal.com.tr/ekonomi/asgari_ucret_1000_lira_olursa_firmalar_batar-1073048
[8]
http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/30165941.asp
[9]
Krallık ve monarşilere karşı ilk defa “millet egemenliği” retoriğini
bayraklaştıranların, ulusun egemenliğinden temsilcilerin egemenliğine
jakobenizmin serencamı hakkında ayrıntılı bilgi için bkz.: Ağaoğulları, M. Ali.
Sokrates’ten Jakobenlere Batıda Siyasal Düşünceler 5. Baskı, İstanbul, İletişim Yay., 2014, s.
608-632.
[10]
Beer, Max. Sosyalizmin ve Sosyal Mücadelelerin Tarihi, (Çev. Üstün,
Galip) May Yayınları, İstanbul, s. 427.
Yorumlar