İSLAMİ TOPLUMUN YENİDEN İNŞASI MÜMKÜN MÜ?

Emrah Akay

Geçen ay İslami toplumun nasıl ifsat edildiğinden, fikirlerin ve duyguların nasıl değiştiğinden hareketle bir iç muhasebe yapmıştık. Yaptığımız bu muhasebenin ardından Müslümanlara asla yakışmayan yeis ve yılgınlık gibi duygulara kapılmaması gerektiğini söylemiştik, yine söylüyoruz. Zira biliyoruz ki Müslümanlar 13 asır boyunca dünyanın zirvesinde ve dünyaya örnek bir hayat yaşadılar. Onları böylesi bir hayata ulaştıran temel dinamiklerin de neler olduğunu biliyoruz. Bize lazım olan tek şey cesaretimizi toplayarak bildiklerimizi hayata indirmektir. Neticede “13 asırlık koskoca bir çınarın yıkılması mümkün müdür?” sorusuna zor da olsa “evet” yanıtı vermek ne kadar doğalsa, “Bu çınarın yeniden kökleri sağlam, gövdesi heybetli bir şekilde dikilerek yükselmesi mümkün müdür?” sorusuna da “Tabii ki mümkündür.” demek o kadar doğaldır. İşte Müslümanlar bütün amellerini bu ihtimali gerçekleştirecek fiiller ile süslemeli ve hedefe kilitlenmelidir. Aksi takdirde çöküş daha derinleşerek artacak ve sonunda yeniden yükselişe olan umutlar da sönüp gidecektir.

19. yüzyılın başından beridir çöküşte olan Müslümanları yeniden hayat sahasına itmek üzere birçok hareket baş gösterdi. Bu hareketlerin ekseriyeti ümmetin evlatlarına karamsarlık aşılamaktan başka bir işe yaramadı. Doğru metotları uygulamadıkları gibi yanlış metotları da tek çözüm olarak gösterdi. Sonuçta ümmetin kalkınma hamleleri boşa çıktı ya da çıkartıldı. Hâlbuki doğru çalışmalar gösterilmiş olsaydı, ümmetin evlatları o yolda var güçleriyle çalışacaklardı.

Peki, şimdi ne yapmalıyız diyeceksiniz…

İlk olarak bu iddiaya delilleri ile birlikte inanmak zorundayız. Çünkü buna inanmadan kılınızı dahi kıpırdatamazsınız. Bu tez ayakları yere sağlam basan, içi dolu, ihmale gelmeyen, ciddi tefekkür sonucu ortaya çıkan ve basiret üzere yürüyen insanların tezi olmalıdır. Bu yönüyle Komünal toplumların yeniden yükselişinin neden mümkün olmadığı araştırılmalıdır.

Sosyalizmin ilk kuruluşu da, ilk yükselişi de insanların emekleri sonucunda gerçekleşti. Fakat o da tıpkı İslam’ın dünya sahnesinden uzaklaştığı gibi sahneleri terk etti ve siyasal bir figür olarak kaldı. Toplumları da kapitalistleşerek ifsat oldu. Şimdi ise yeniden yükselişine iman eden insanların bu tezi güçlendirecek, ciddi bir tefekküre dayanan, basiret üzere hareket eden bir durumu olmadığından dolayı ona duyulan özlem, kuru bir iç geçirmeden öteye geçmeyecektir. Fakat İslam akidesi asla böyle değildir. Zira onun ilk kurucusu ve ilk yükselişinin mimarı Allah Subhanehû ve Teâlâ’dır. Her şeyden önce bu akidenin yeniden yükselişini en güçlü şekilde vadeden de O’dur. O’na iman edenler, İslam’ı kuru bir iç geçirme olarak görmemekte, yaşadıkları kâbusun son bulması için hedeflerinin en başına koymaktadırlar. Onun eksikliğinin hayatlarındaki en önemli eksiklik olduğunun farkındalar. Onun olmayışının ölüm olduğunun, yeniden yükselişi için geç kalınan her günün kendilerini nasıl tükettiğinin bilincindeler. Zira servetlerin üzerinde yaşamalarına rağmen açlığa ve yoksulluğa terk edilmiş olmaları, savaşacak milyonlarca asker gücüne rağmen ellerinin ve gözlerinin bağlanarak yaşananlara tepkisiz bırakılmaları hep İslam akidesinin üzerinde bulundukları topraklardan sökülüp atılmasından dolayıdır. 

Şimdi bu topraklardan koskoca İslam çınarının yeniden filizlenmesi için bir ab-ı hayat gerekmektedir. Zira bunun tek yolu Müslümanların akıllarını ve duygularını resetleyerek gerçek bir İslam tasavvurunu yüklenmeleridir. Sömürge artığı fikirlerin İslam beldelerinden arındırılması ne kadar önemliyse onu taşıyan, pazarlayan ve tatbik ettiren lider ve kanaat önderlerinin de bu topraklardan atılması o kadar önemlidir. Bunun yolu ise eskilerinin yerine feraset ve ihlâs sahibi yenilerinin çıkarak bu sorumluluğu taşımasıdır.

Hiç şüphesiz ki, İslamî Hilafet’in ilgasından hemen sonra İslam toplumuna enjekte edilen “Modernite”, toplumu oluşturan unsurları bir bütün olarak değiştirmiş, batıl(ı)laştırmıştır. Bu yönüyle Batılı sömürgeciler sadece toprakları sömürmekle kalmamış, zihin dünyalarını da sömürmüşlerdir. Hatta duyguları bile sömürerek istedikleri duyguları kazımışlardır. Demokrasi ve özgürlüğü zihniyetin temel öğesi haline getirmekle kalmamış, ahlaksızlık ve haddi aşmayı nefsiyetin olmazsa olmazı kılmıştır. Bu bozulma içtimai hayattan iktisadi yaşantıya, kültürel birikimden devlet yönetimine kadar birçok alanda bozulmayı tetiklemiştir. İslam’ın izzeti ve şerefini koruyacak her ne varsa tersyüz etmişler, kum saatinin son kum tanesi de delikten düşene kadar ters vaziyette nöbet beklemişlerdir.

İşte İslami toplumun yeniden inşası için izlenecek yol da böyle olacaktır. Zira Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

إِنَّ اللّهَ لاَ يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتَّى يُغَيِّرُواْ مَا بِأَنْفُسِهِمْ

“Bir kavim nefislerinde olanı değiştirmedikçe Allah o kavmin halini değiştirmez.” (Rad 11) Toplumun yeniden inşası onu oluşturan unsurlardan birinin ya da bir kaçının değil tamamının değişmesi ile mümkündür. Bu ise modernitenin hâkim kılınmasındaki en önemli faktör olan otorite gücüne dayanmaktadır. Toplumu kontrol eden otoritenin yeniden inşası, toplumun yeniden inşası için öncelikli şarttır. Zira ancak bir devlet, tebaası olan halkın zihinsel süreçlerini düzenler, somut yaşantılar oluşturur ve bu sosyal yapıyı koruyabilir. Peki, otorite gücü olmaksızın İslami toplumun yeniden inşası mümkün değilse bunu gerçekleştirecek otorite nasıl inşa edilecektir? Bu iki konu birbirinden farklı süreçlere muhtaçtır. Zira otoritenin inşası halkların taleplerine ve bu taleplere ulaşma kararlılığına bağlıdır. Örneğin kalkınmak isteyen bir toplum, bu isteğine engel teşkil eden otoriteyi değiştirmeden kalkınamaz. Tersine düşünüldüğünde de bir devlet otoritesi ne kadar güçlü olursa olsun toplumun desteğine muhtaçtır, toplumun tasvip etmediği bir şekilde ömrünü uzun uzadıya sürdüremez. Kısacası devletin bekası onu anlamlı kılacak bir toplumun istek ve taleplerine cevap vermesi, onun itminanını sağlamasıyla doğru orantılıdır.

Batı kendi tebaası için seçtiği özgürlük fikrinin altında ezildi. Batı toplumları bu fikir ile maddi refahı, hayat standartlarındaki iyileşmeyi ve maddeden lezzet alma anlayışını benimsedi. Dolayısıyla özgürlük fikirlerini hayatının ölçüsü haline getirdi. Ama bu fikirler neticede ahlaksızlığı, fuhşiyatı, aile mefhumunun ortadan kaldırılması, haddi aşmayı, intiharları, cinayetleri vb… tetikledi. Artık fikren çökmüş fakat madden hayatta tutunmaya çalışan toplumlar oluştu. İşte bu şekilde modern devlet anlayışı ürettiği özgürlükler fikrinin altında ezildikçe ezildi. Buna rağmen karşılarında kalkınmış bir toplum görememiş olmaları, alternatif bir devlet yapısının bulunmaması tüm bu ezilmişliğe rağmen modernitenin ayakta durmasını sağlamaktadır. Hatta öyle ki Müslümanlardan bazıları tüm bu çürümüş ve kokuşmuş fikirlerin farkında olmasına rağmen Batılı hadarata ayak uydurmakta, onlara özenmekte ve onları taklit etmektedir. Çünkü başka bir toplumsal yapıyı tahayyül edememektedirler. Buradan hareketle böylesi bir toplumu yeniden inşa etmeye çalışmak oldukça zor olmasına rağmen birkaç konuya dikkat edildiğinde bu zorluğun üstesinden gelmek de bir o kadar kolay olacaktır. Peki, bu inşayı gerçekleştirebilmek için dikkat edilecek önemli hususlar nelerdir?

Birinci ve en önemlisi içlerinde bulunduğu hayatın aslında düşündükleri gibi bir hayat olmadığı bilincini kazandırmaktır. Günümüzde İslami beldelerde yapılan çalışmaların başında şüphe yok ki Batı kültürünün iyi, güzel ve doğru olduğu, ona ulaşmanın zirve olduğu algısını hâkim kılmaktır. Öncelikle beyinlerdeki bu önyargıyı kırmak gerekir. Bu ise kapitalizmin tehlikeli mefhumlarını, sinsi planlarını, kirli çamaşırlarını ve haince emellerini gün yüzüne çıkarmadan mümkün olmaz. Bunu gerçekleştirecek bireylerin içlerinde bulundukları vakıayı iyi etüt eden, kuvvetli çıkarımlar yapan, güçlü birer tahlilci olmalarının yanında ikna edebilen, sosyal ve sabırlı bireyler olması gerekmektedir. Bu toplumla ilişki kuracak kişinin aynı zamanda o toplumun da bir parçası olduğunu bilmesi yönündendir. Zira elitist, tepeden bakmacı bir zihniyet ile toplumsal ilişkiler kurması oldukça zordur. Bu kişilerin toplumları inandırabilecek hiçbir yönü yoktur. Toplumun yeniden inşası için çalışacak bireylerin yöneticilere ve kanaat önderlerine bakışı, toplumun kalkınmasına katkıda bulunup bulunmadığını, toplumun taleplerini gözetip gözetmediğini kavrayacak bir bakış olmalıdır. Bu kişiler toplumun göremediklerini gören, hissedemediklerini hisseden ve tasavvur edemediklerini tasavvur eden kişiler olmalı, topluma bütüncül bir şekilde bunu anlatmalı, hissettirmelidir.

Örneğin içinde yaşadıkları toplumun memnuniyetlerinin bir sonunun olduğu düşüncesi bile toplulukları harekete geçirmeye yeterlidir. Statükocu, istikrarcı zihniyetler bu durumdan rahatsız edilene kadar çalışılmalıdır. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyenlere korktukları yılan yavaşça yaklaştırılmalıdır. Toplumun refahının fertlerin ya da zümrelerin refahından çok daha önemli olduğu düşüncesi asla unutulmamalıdır. O halde toplumun kalkınması için gerekirse fertlerin menfaatlerinden taviz verilmeli, verdirilmelidir. Yine bu konu ile ilgili kafa yormayan, düşünmeyen, tefekkürden üşenen bireylerin kafaları karıştırılmalı, tabiri caizse akıllarına çomak sokulmalıdır. Böylece tefekkür etsinler ve aldanmasınlar.

İkinci önemli husus içinde bulunduğu halden razı olmayan topluma razı olacağı alternatifleri sunmaktır. Fakat bu sunma biçimi eskisi ile yenisi arasında kıyas yaptırtacak, analize tabi tutturacak şekilde olmalıdır. Asla dayatma, benimsetme ve zorlama şeklinde olmamalı bilakis ikna ettirmeli, sorgulatmalı ve araştırmaya teşvik ettirmelidir. Bu şekilde fertler alternatif üzerinde yoğunlaşacak, doğal bir benimseme vuku bulacaktır. Sonra alternatif fikirler toplumu kaynayan kazan haline getirecek, fikirlerde derinleşme arttıkça kaynama oranı artacak ve değişim sesleri yükselecektir. Fakat bunun yanında değişimi istemeyen bir takım karanlıkçılar ya da yöneticiler bu sesi kısmak için var güçleriyle çalışacaklardır. Bu noktada değişimin öncüleri devreye girerek toplumu böylesi bir karşı koymaya dirençli hale getirmelidir. Bunun için halkçı örgütlenme de dâhil olmak üzere fikrî ve siyasi bir kitlenin de güçlenerek toplum için kaynaşmayı oluşturması zaruridir. Bu kitle hem adımlarını daha hızlı atarak ilerleme, hem de ilerleme karşısında yapılacak savunma için mekanizma oluşturacaktır. Daha sonra kitleye dâhil etmek üzere basiret ve feraset sahibi kimselerin davet edilmesi gerekecektir. Uyanık zümrelerden müteşekkil olmak zorunda olan bu kitle, yeniden inşa faaliyetlerini disiplini elden bırakmadan, planlı-programlı ve dikkatli bir şekilde yürütmelidir. Kendisine atılması muhtemel iftiralara, uzatılan hain ellere ve tavizlere rağmen her olumsuz durumdan lehine sonuçlar çıkartacak bir kitle olmalıdır.

Üçüncü ve nihai husus toplumun yeniden inşası için gerekli zamanı ve zemini takip ederek sonuca ulaşmaktır. Buradaki en önemli mesele toplumu yeise, ümitsizliğe sürükleyecek hamlelerden kaçınmaktır. Zira yeniden inşa işi oldukça hassas bir iştir. Bir kez hata ile sonuçlandığında toplumu buna yeniden hazırlamak çok zordur. Tıpkı Türkiye toplumunda olduğu gibi bir takım partiler tarafından hedefleri boşa çıkarmak, enerjileri sonuçsuz bir şekilde deşarj etmek ve “Artık olmaz.” dedirtene kadar yıldırmak, bıktırmak… Bu süreçten sonra artık değişim öncüleri de, toplumun parçaları olan fertler de hiçbir şey olmamış gibi davranamazlar. Siyasi manevraları gözetmek, politik kurgulara alet olmamak, stratejik düşmanlıklar arasında sıkışmamak için en uygun süreç yönetimini hayata indirmek gerekmektedir.

Tüm bunların ışığında tekrar söyleyebiliriz ki; İslami toplumun yeniden inşası tıpkı onun ifsat edilmesi gibi mümkündür. Yeter ki ona iman eden öncüler o toplumun içinde filizlensin, serpilsin, büyüsün ve vücut bulsun. Sonra öncülük yarışında yarışarak birbirlerine ivme kazandırsın ve hayır yolunda yürüsünler. Artık bu öncülerin en kritik vazifesi ümmet içerisinde kopmaz bir güven bağı oluşturmaktır. Ümmetin karşısına doğru sözlü, adaletli, cesur ve tebaasına hoşgörü besleyen liderleri çıkarmaktır.

اعْتَصِمُواْ بِحَبْلِ اللّهِ جَمِيعًا وَلاَ تَفَرَّقُواْ وَاذْكُرُواْ نِعْمَةَ اللّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ كُنتُمْ أَعْدَاء فَأَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَأَصْبَحْتُم بِنِعْمَتِهِ إِخْوَانًا وَكُنتُمْ عَلَىَ شَفَا حُفْرَةٍ مِّنَ النَّارِ فَأَنقَذَكُم مِّنْهَا كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمْ آيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ

"Hep birlikte Allah'ın ipine (kitabına, dinine) sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın. Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de, O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O'nun (bu) nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle apaçık bildiriyor ki, doğru yola eresiniz." (Al-i İmran 103)


Yorumlar

Yorum Yaz