Geçen ay İslami toplumun nasıl ifsat
edildiğinden, fikirlerin ve duyguların nasıl değiştiğinden hareketle bir iç
muhasebe yapmıştık. Yaptığımız bu muhasebenin ardından Müslümanlara asla
yakışmayan yeis ve yılgınlık gibi duygulara kapılmaması gerektiğini söylemiştik,
yine söylüyoruz. Zira biliyoruz ki Müslümanlar 13 asır boyunca dünyanın
zirvesinde ve dünyaya örnek bir hayat yaşadılar. Onları böylesi bir hayata
ulaştıran temel dinamiklerin de neler olduğunu biliyoruz. Bize lazım olan tek
şey cesaretimizi toplayarak bildiklerimizi hayata indirmektir. Neticede “13
asırlık koskoca bir çınarın yıkılması mümkün müdür?” sorusuna zor da olsa “evet”
yanıtı vermek ne kadar doğalsa, “Bu çınarın yeniden kökleri sağlam, gövdesi
heybetli bir şekilde dikilerek yükselmesi mümkün müdür?” sorusuna da “Tabii ki
mümkündür.” demek o kadar doğaldır. İşte Müslümanlar bütün amellerini bu
ihtimali gerçekleştirecek fiiller ile süslemeli ve hedefe kilitlenmelidir. Aksi
takdirde çöküş daha derinleşerek artacak ve sonunda yeniden yükselişe olan
umutlar da sönüp gidecektir.
19. yüzyılın başından beridir
çöküşte olan Müslümanları yeniden hayat sahasına itmek üzere birçok hareket baş
gösterdi. Bu hareketlerin ekseriyeti ümmetin evlatlarına karamsarlık
aşılamaktan başka bir işe yaramadı. Doğru metotları uygulamadıkları gibi yanlış
metotları da tek çözüm olarak gösterdi. Sonuçta ümmetin kalkınma hamleleri boşa
çıktı ya da çıkartıldı. Hâlbuki doğru çalışmalar gösterilmiş olsaydı, ümmetin
evlatları o yolda var güçleriyle çalışacaklardı.
Peki, şimdi ne yapmalıyız
diyeceksiniz…
İlk olarak bu iddiaya delilleri ile
birlikte inanmak zorundayız. Çünkü buna inanmadan kılınızı dahi
kıpırdatamazsınız. Bu tez ayakları yere sağlam basan, içi dolu, ihmale
gelmeyen, ciddi tefekkür sonucu ortaya çıkan ve basiret üzere yürüyen
insanların tezi olmalıdır. Bu yönüyle Komünal toplumların yeniden yükselişinin
neden mümkün olmadığı araştırılmalıdır.
Sosyalizmin ilk kuruluşu da, ilk
yükselişi de insanların emekleri sonucunda gerçekleşti. Fakat o da tıpkı
İslam’ın dünya sahnesinden uzaklaştığı gibi sahneleri terk etti ve siyasal bir
figür olarak kaldı. Toplumları da kapitalistleşerek ifsat oldu. Şimdi ise
yeniden yükselişine iman eden insanların bu tezi güçlendirecek, ciddi bir
tefekküre dayanan, basiret üzere hareket eden bir durumu olmadığından dolayı
ona duyulan özlem, kuru bir iç geçirmeden öteye geçmeyecektir. Fakat İslam
akidesi asla böyle değildir. Zira onun ilk kurucusu ve ilk yükselişinin mimarı
Allah Subhanehû ve Teâlâ’dır. Her
şeyden önce bu akidenin yeniden yükselişini en güçlü şekilde vadeden de O’dur.
O’na iman edenler, İslam’ı kuru bir iç geçirme olarak görmemekte, yaşadıkları
kâbusun son bulması için hedeflerinin en başına koymaktadırlar. Onun
eksikliğinin hayatlarındaki en önemli eksiklik olduğunun farkındalar. Onun
olmayışının ölüm olduğunun, yeniden yükselişi için geç kalınan her günün
kendilerini nasıl tükettiğinin bilincindeler. Zira servetlerin üzerinde
yaşamalarına rağmen açlığa ve yoksulluğa terk edilmiş olmaları, savaşacak
milyonlarca asker gücüne rağmen ellerinin ve gözlerinin bağlanarak yaşananlara
tepkisiz bırakılmaları hep İslam akidesinin üzerinde bulundukları topraklardan
sökülüp atılmasından dolayıdır.
Şimdi bu topraklardan koskoca İslam
çınarının yeniden filizlenmesi için bir ab-ı hayat gerekmektedir. Zira bunun
tek yolu Müslümanların akıllarını ve duygularını resetleyerek gerçek bir İslam
tasavvurunu yüklenmeleridir. Sömürge artığı fikirlerin İslam beldelerinden
arındırılması ne kadar önemliyse onu taşıyan, pazarlayan ve tatbik ettiren lider
ve kanaat önderlerinin de bu topraklardan atılması o kadar önemlidir. Bunun
yolu ise eskilerinin yerine feraset ve ihlâs sahibi yenilerinin çıkarak bu
sorumluluğu taşımasıdır.
Hiç şüphesiz ki, İslamî Hilafet’in
ilgasından hemen sonra İslam toplumuna enjekte edilen “Modernite”, toplumu
oluşturan unsurları bir bütün olarak değiştirmiş, batıl(ı)laştırmıştır. Bu
yönüyle Batılı sömürgeciler sadece toprakları sömürmekle kalmamış, zihin
dünyalarını da sömürmüşlerdir. Hatta duyguları bile sömürerek istedikleri duyguları
kazımışlardır. Demokrasi ve özgürlüğü zihniyetin temel öğesi haline getirmekle
kalmamış, ahlaksızlık ve haddi aşmayı nefsiyetin olmazsa olmazı kılmıştır. Bu
bozulma içtimai hayattan iktisadi yaşantıya, kültürel birikimden devlet
yönetimine kadar birçok alanda bozulmayı tetiklemiştir. İslam’ın izzeti ve
şerefini koruyacak her ne varsa tersyüz etmişler, kum saatinin son kum tanesi
de delikten düşene kadar ters vaziyette nöbet beklemişlerdir.
İşte İslami toplumun yeniden inşası
için izlenecek yol da böyle olacaktır. Zira Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
إِنَّ اللّهَ لاَ يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتَّى يُغَيِّرُواْ مَا بِأَنْفُسِهِمْ
“Bir kavim nefislerinde olanı
değiştirmedikçe Allah o kavmin halini değiştirmez.” (Rad 11) Toplumun yeniden inşası
onu oluşturan unsurlardan birinin ya da bir kaçının değil tamamının değişmesi
ile mümkündür. Bu ise modernitenin hâkim kılınmasındaki en önemli faktör olan
otorite gücüne dayanmaktadır. Toplumu kontrol eden otoritenin yeniden inşası,
toplumun yeniden inşası için öncelikli şarttır. Zira ancak bir devlet, tebaası
olan halkın zihinsel süreçlerini düzenler, somut yaşantılar oluşturur ve bu
sosyal yapıyı koruyabilir. Peki, otorite gücü olmaksızın İslami toplumun
yeniden inşası mümkün değilse bunu gerçekleştirecek otorite nasıl inşa
edilecektir? Bu iki konu birbirinden farklı süreçlere muhtaçtır. Zira
otoritenin inşası halkların taleplerine ve bu taleplere ulaşma kararlılığına
bağlıdır. Örneğin kalkınmak isteyen bir toplum, bu isteğine engel teşkil eden
otoriteyi değiştirmeden kalkınamaz. Tersine düşünüldüğünde de bir devlet
otoritesi ne kadar güçlü olursa olsun toplumun desteğine muhtaçtır, toplumun
tasvip etmediği bir şekilde ömrünü uzun uzadıya sürdüremez. Kısacası devletin
bekası onu anlamlı kılacak bir toplumun istek ve taleplerine cevap vermesi,
onun itminanını sağlamasıyla doğru orantılıdır.
Batı kendi tebaası için seçtiği
özgürlük fikrinin altında ezildi. Batı toplumları bu fikir ile maddi refahı,
hayat standartlarındaki iyileşmeyi ve maddeden lezzet alma anlayışını benimsedi.
Dolayısıyla özgürlük fikirlerini hayatının ölçüsü haline getirdi. Ama bu
fikirler neticede ahlaksızlığı, fuhşiyatı, aile mefhumunun ortadan
kaldırılması, haddi aşmayı, intiharları, cinayetleri vb… tetikledi. Artık
fikren çökmüş fakat madden hayatta tutunmaya çalışan toplumlar oluştu. İşte bu
şekilde modern devlet anlayışı ürettiği özgürlükler fikrinin altında ezildikçe
ezildi. Buna rağmen karşılarında kalkınmış bir toplum görememiş olmaları,
alternatif bir devlet yapısının bulunmaması tüm bu ezilmişliğe rağmen
modernitenin ayakta durmasını sağlamaktadır. Hatta öyle ki Müslümanlardan
bazıları tüm bu çürümüş ve kokuşmuş fikirlerin farkında olmasına rağmen Batılı
hadarata ayak uydurmakta, onlara özenmekte ve onları taklit etmektedir. Çünkü
başka bir toplumsal yapıyı tahayyül edememektedirler. Buradan hareketle böylesi
bir toplumu yeniden inşa etmeye çalışmak oldukça zor olmasına rağmen birkaç
konuya dikkat edildiğinde bu zorluğun üstesinden gelmek de bir o kadar kolay
olacaktır. Peki, bu inşayı gerçekleştirebilmek için dikkat edilecek önemli
hususlar nelerdir?
Birinci ve en önemlisi içlerinde
bulunduğu hayatın aslında düşündükleri gibi bir hayat olmadığı bilincini
kazandırmaktır. Günümüzde İslami beldelerde yapılan çalışmaların başında şüphe
yok ki Batı kültürünün iyi, güzel ve doğru olduğu, ona ulaşmanın zirve olduğu
algısını hâkim kılmaktır. Öncelikle beyinlerdeki bu önyargıyı kırmak gerekir.
Bu ise kapitalizmin tehlikeli mefhumlarını, sinsi planlarını, kirli
çamaşırlarını ve haince emellerini gün yüzüne çıkarmadan mümkün olmaz. Bunu
gerçekleştirecek bireylerin içlerinde bulundukları vakıayı iyi etüt eden,
kuvvetli çıkarımlar yapan, güçlü birer tahlilci olmalarının yanında ikna
edebilen, sosyal ve sabırlı bireyler olması gerekmektedir. Bu toplumla ilişki
kuracak kişinin aynı zamanda o toplumun da bir parçası olduğunu bilmesi
yönündendir. Zira elitist, tepeden bakmacı bir zihniyet ile toplumsal ilişkiler
kurması oldukça zordur. Bu kişilerin toplumları inandırabilecek hiçbir yönü
yoktur. Toplumun yeniden inşası için çalışacak bireylerin yöneticilere ve
kanaat önderlerine bakışı, toplumun kalkınmasına katkıda bulunup bulunmadığını,
toplumun taleplerini gözetip gözetmediğini kavrayacak bir bakış olmalıdır. Bu
kişiler toplumun göremediklerini gören, hissedemediklerini hisseden ve tasavvur
edemediklerini tasavvur eden kişiler olmalı, topluma bütüncül bir şekilde bunu
anlatmalı, hissettirmelidir.
Örneğin içinde yaşadıkları toplumun
memnuniyetlerinin bir sonunun olduğu düşüncesi bile toplulukları harekete
geçirmeye yeterlidir. Statükocu, istikrarcı zihniyetler bu durumdan rahatsız
edilene kadar çalışılmalıdır. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyenlere
korktukları yılan yavaşça yaklaştırılmalıdır. Toplumun refahının fertlerin ya
da zümrelerin refahından çok daha önemli olduğu düşüncesi asla unutulmamalıdır.
O halde toplumun kalkınması için gerekirse fertlerin menfaatlerinden taviz
verilmeli, verdirilmelidir. Yine bu konu ile ilgili kafa yormayan, düşünmeyen,
tefekkürden üşenen bireylerin kafaları karıştırılmalı, tabiri caizse akıllarına
çomak sokulmalıdır. Böylece tefekkür etsinler ve aldanmasınlar.
İkinci önemli husus içinde
bulunduğu halden razı olmayan topluma razı olacağı alternatifleri sunmaktır.
Fakat bu sunma biçimi eskisi ile yenisi arasında kıyas yaptırtacak, analize
tabi tutturacak şekilde olmalıdır. Asla dayatma, benimsetme ve zorlama şeklinde
olmamalı bilakis ikna ettirmeli, sorgulatmalı ve araştırmaya teşvik
ettirmelidir. Bu şekilde fertler alternatif üzerinde yoğunlaşacak, doğal bir
benimseme vuku bulacaktır. Sonra alternatif fikirler toplumu kaynayan kazan
haline getirecek, fikirlerde derinleşme arttıkça kaynama oranı artacak ve
değişim sesleri yükselecektir. Fakat bunun yanında değişimi istemeyen bir takım
karanlıkçılar ya da yöneticiler bu sesi kısmak için var güçleriyle
çalışacaklardır. Bu noktada değişimin öncüleri devreye girerek toplumu böylesi
bir karşı koymaya dirençli hale getirmelidir. Bunun için halkçı örgütlenme de
dâhil olmak üzere fikrî ve siyasi bir kitlenin de güçlenerek toplum için
kaynaşmayı oluşturması zaruridir. Bu kitle hem adımlarını daha hızlı atarak
ilerleme, hem de ilerleme karşısında yapılacak savunma için mekanizma
oluşturacaktır. Daha sonra kitleye dâhil etmek üzere basiret ve feraset sahibi
kimselerin davet edilmesi gerekecektir. Uyanık zümrelerden müteşekkil olmak
zorunda olan bu kitle, yeniden inşa faaliyetlerini disiplini elden bırakmadan,
planlı-programlı ve dikkatli bir şekilde yürütmelidir. Kendisine atılması
muhtemel iftiralara, uzatılan hain ellere ve tavizlere rağmen her olumsuz
durumdan lehine sonuçlar çıkartacak bir kitle olmalıdır.
Üçüncü ve nihai husus toplumun
yeniden inşası için gerekli zamanı ve zemini takip ederek sonuca ulaşmaktır.
Buradaki en önemli mesele toplumu yeise, ümitsizliğe sürükleyecek hamlelerden
kaçınmaktır. Zira yeniden inşa işi oldukça hassas bir iştir. Bir kez hata ile
sonuçlandığında toplumu buna yeniden hazırlamak çok zordur. Tıpkı Türkiye
toplumunda olduğu gibi bir takım partiler tarafından hedefleri boşa çıkarmak,
enerjileri sonuçsuz bir şekilde deşarj etmek ve “Artık olmaz.” dedirtene kadar
yıldırmak, bıktırmak… Bu süreçten sonra artık değişim öncüleri de, toplumun
parçaları olan fertler de hiçbir şey olmamış gibi davranamazlar. Siyasi
manevraları gözetmek, politik kurgulara alet olmamak, stratejik düşmanlıklar
arasında sıkışmamak için en uygun süreç yönetimini hayata indirmek
gerekmektedir.
Tüm bunların ışığında tekrar
söyleyebiliriz ki; İslami toplumun yeniden inşası tıpkı onun ifsat edilmesi
gibi mümkündür. Yeter ki ona iman eden öncüler o toplumun içinde filizlensin,
serpilsin, büyüsün ve vücut bulsun. Sonra öncülük yarışında yarışarak
birbirlerine ivme kazandırsın ve hayır yolunda yürüsünler. Artık bu öncülerin
en kritik vazifesi ümmet içerisinde kopmaz bir güven bağı oluşturmaktır.
Ümmetin karşısına doğru sözlü, adaletli, cesur ve tebaasına hoşgörü besleyen
liderleri çıkarmaktır.
اعْتَصِمُواْ بِحَبْلِ اللّهِ جَمِيعًا وَلاَ تَفَرَّقُواْ وَاذْكُرُواْ نِعْمَةَ
اللّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ كُنتُمْ أَعْدَاء فَأَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَأَصْبَحْتُم
بِنِعْمَتِهِ إِخْوَانًا وَكُنتُمْ عَلَىَ شَفَا حُفْرَةٍ مِّنَ النَّارِ فَأَنقَذَكُم
مِّنْهَا كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمْ آيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ
"Hep birlikte Allah'ın ipine
(kitabına, dinine) sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın. Allah'ın
üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de, O,
kalplerinizi birleştirmişti. İşte O'nun (bu) nimeti sayesinde kardeşler
olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O
kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle apaçık bildiriyor ki, doğru yola
eresiniz."
(Al-i İmran 103)
Yorumlar