Yedinci yılını dolduracak olan Şam Devrimi sadece Türkiye’de yaşayan Müslümanlar için değil, tüm Müslümanları için, 100 yıllık esaret ve zillet
döneminden sonra bir umut, bir çıkış ve yeniden bir varoluş anlamını taşıyordu. Tüm olumsuzluklara, ihanetlere, hatalara, cürümlere,
fitnelere, basiretsizliklere ve tecrübelerden alınmayan ağır derslere rağmen umutlar elbette tükenmedi. Zira
Müslümanlar Rabbimizin vaadi ve yardımından umut kesmediler, Allah Subhânehu ve Teâlâ’dan umut kesilirse
Müslümanlara başka kim yardım eder?
Türkiye mi, Suudi Arabistan mı, Katar mı yoksa Amerika mı?
Yaklaşık 6 yıl önce
Humus’ta 27 Mart 2012 de Suriyeli Müslümanların gerçekleştirdiği bir gösteride açtıkları pankartın üzerinde aynen şu ifadeler yazıyordu:
Türkiye sessiz
kalmayacak!
Türkiye'nin sabrı
tükendi!
Türkiye'nin ikinci
bir Hama'nın yaşanmasına tahammülü yok!
Türkiye eli kolu bağlı kalmayacak!
“Yardımı
Türkiye’nin inisiyatifine bırakmayan Allah’a Hamdolsun”
Elhamdülillah Şam devriminin ve Müslümanların dostu Allah’tan başka kimse değil? Devrimin tarihe kazınacak sloganı olan “Senden başka kimsemiz yok ey Allah’ım” Müslümanların dilinden hiç düşmedi. Dolayısıyla dostu Allah olanın düşmanı da çok olur. Yani mesele hiç de öyle
herkesin anlayamayacağı karmaşıklıkta değil. Aslında mesele sadece yürüdüğün yolda sana engel olan düşmanını, hedefinden saptıracak ve seni oyalayıp düşmanına zaman kazandıracak düşmanının dostunu tanımak kadardır. Geriye
kalan her şeye Allah Subhânehu
ve Teâlâ kefildir. Tuzakları bozacak olan Allah, takdir ettiğinde yardımı ile seni zafere ulaştırır.
Allah Subhânehu ve Teâlâ
şöyle buyurmaktadır:
وَإِذْ يَمْكُرُ بِكَ الَّذِينَ كَفَرُواْ لِيُثْبِتُوكَ أَوْ
يَقْتُلُوكَ أَوْ يُخْرِجُوكَ وَيَمْكُرُونَ وَيَمْكُرُ اللّهُ وَاللّهُ خَيْرُ
الْمَاكِرِينَ
“Hani kâfirler seni
tutuklamak veya öldürmek ya da (Mekke’den) çıkarmak için tuzak kuruyorlardı.
Onlar tuzak kuruyorlar. Allah da tuzak kuruyordu. Allah, tuzak kuranların en
hayırlısıdır.”[1]
نَصْرٌ
مِنَ اللّٰهِ وَفَتْحٌ قَرٖيبٌ وَبَشِّرِ الْمُؤْمِنٖينَ
“…Allah’tan yardım
ve yakın bir fetih, müminleri (bununla) müjdele.”[2]
Humuslu Müslümanların Türkiyeli yöneticilere hitaben basiret
ile söylemiş oldukları sözler
Türkiye’nin maskesinin düşürüldüğü sözlerdir. Bugün hâlâ Türkiye Devleti
için “Suriye halkının dostu” övgüsünü kullananlara tam 6 yıl önce
yazılan -eğer
anlayabilirlerse- kahredici sözlerdir. Aslında Şam halkı geride kalan 7 yıl sürecinde sadece Türkiye ve Erdoğan’ın değil tüm herkesin maskesini düşürdü. Burhan Galyun’dan Muaz el-Hatib’e, Kofi Annan’dan,
el-Ahdar el-İbrahimi’ye,
Putin’den Obama’ya, Hasan Nasrallah’tan, Ruhani ve Netanyahu’ya kadar herkesin
maskesini düşürdü.
Türkiye daha hâlâ izzeti ve şerefi ABD’nin kucağında arayadursun, Suriye halkına yardım etmeyi Rusya’nın
masasında konuşadursun,
Amerika’nın çıkarları uğruna Suudi
devletinden rol kapmak için uğraşadursun. Hâlâ “Ilımlı
İslam Projesi”nin
öncüsü olamaya çalışadursun. Amerika o
rolü artık Suud’a verdi ve onların çok kullandığı deyim ile “atı alan Üsküdar’ı geçti” ve çok daha önemlisi; varsın devrimci gruplar
Şam devrimini İDLİB’te boğmak için çalışan Türkiye’nin ihanetini ve kirli rolünü
görmeyedursun.
Suriyeli Müslümanlar mazlum ve mustazaf halk olarak yardımın en
güzeline layıktırlar. Allah’ın yardımını kendilerine ulaştıracak güçlü ellerin sıcaklığını hissetmeye ve korunmalarını sağlayacak sağlam kalkanın gölgesine sığınmaya layıktırlar. Çünkü onlar 7 yıl boyunca her şeyi yaşadılar, acıyı, çaresizliği, kimsesizliği, terk edilmişliği ve türlü
ihanetleri… Onur, izzet, şeref ve inancın
zaferini tattılar. Onlar için devrime dair eksik olan tek bir şey vardı, o ise devrimi hedefine ulaştıracak olan siyasi liderlikti. Özelde Şam beldesinin ve genelde tüm ümmetin
muhtaç olduğu işte bu siyasi liderliğin eksikliği ile; fitne, ayrılık, bencillik, kibir ve siyasi cehalet
(basiretsizlik-körlük) devrimin bu noktaya gelmesine sebep oldu.
Başladığı 2011 yılı Mart ayından bugüne devrim
sürecini analiz ettiğimizde Batı ile Doğu’nun yani küfür ile İslâm’ın mücadelesine şahit oluyoruz. Devrimi başlatan Müslümanların rejime meydan
okurcasına kıyama kalkışları 14 asın önce
müşrik otoriteye
meydan okuyan Sahabeleri temsil ediyordu. Müslümanlara olanca gücü ile saldıran
rejimin korkak şebbihaları ise
Kureyşli müşrikleri temsil ediyordu. Devrimin silahlı
direnişe dönüşmesi ile rejime karşı koyan devrim gruplarının şehadetleri ve cesaretleri bize Bedir’in
aslanlarını; ABD ve Batı’nın 100’den fazla ülkeyi içine alan koskoca koalisyon ordusu
ise Kureyş’in hüsrana uğrayan atlı develi mağlup ordusunu hatırlattı. Küresel güçler ve
işbirlikçi ülkeler
tarafından yardımsız bırakılarak, kedi eti yemeye mahkûm edilen Suriyeli
Müslümanların sabrı ve sebatı Ammar b. Yasir, Habbab b. Ered ve Sümeyye’yi;
Müslümanları canlı canlı toprağa gömen rejim askerlerinin çaresizliği ise bize Ebu Cehil ve Ebu Leheb’i
hatırlattı.
Şam devriminde Mekke’ye dair eksik olan şey, müşrik otoritenin ve tüm güçlerin tekliflerine, davetlerine ve
tehditlerine aldırmadan Müslümanları İslâmi siyasi liderlik etrafında toplayan ve gayesini açıkça
ortaya koyan Rasulullah’ın önderliğiydi. İşte tüm
benzerliklerine rağmen devrimin
sünnetullah ile benzeşmeyen yönü bu
siyasi liderlik konusuydu. Şam devrimi sürecinde geçen 7 yıla yakın zamanda Müslümanların
böyle bir siyasi liderlik etrafında birleşememeleri hataydı ve bu hatada hâlâ ısrar ve inat edilmesi
devrimin boğulması ve tamamen
yok olması tehlikesine sebep olabilir.
2011’den bugüne Suriye’de devrim ile ilgili süreci gözden
geçirdiğimizde şunu görüyoruz: İmandan başka gücü olmayan Müslümanların kalkıştığı bu direnişte küçük ve basit silahlar ile ele geçirilen topraklar bugün
ellerinde tank, top ve çok fazla silah olmasına rağmen tek tek Suriye rejiminin eline teslim
edildi. Neden? Tek bir nedeni var; devrimci gruplar açık bir hedef ve siyasi
liderlik belirlemediler. Böylece neredeyse rejime diz çöktürülecek bir noktaya
gelindiğinde direniş durdu, Şam üzerine yürümeleri gereken gruplar silahları birbirine
çevirdi. Böylece gruplar arası çatışmada topraklara hâkim olan “IŞİD” hâkim olduğu bölgelerden tek tek çekilerek buraları önce YPG’ye oradan da
rejime teslim etti. Suriye’nin Türkiye ile sınırı olan kuzey bölgesi neredeyse
rejimin kendisinden emin olduğu Amerikan lejyoneri Kürt grupların eline geçti. Onlar da
zamanı gelince bu toprakları rejime teslim edecekler. Zira onlar vaat edilen “Kürt
Devleti”nin hayal olduğunu çok iyi
biliyorlar. Rusya ve rejimin hava bombardımanı ile gerçekleştirdikleri katliam ve vahşetler devrimci grupları Amerikan mutfağında pişirilen ateşkes kararlarını tanımaya sevk etti. Böylece de ateşkesi tanımayanlar terör grubu olarak ilan
edildi ve gruplar arasında ayrılıklar körüklendi. Zebedani gibi stratejik öneme
sahip bölgeler rejim ile yapılan bazı anlaşmalar ile kaybedildi. Şam devriminin stratejik sembol şehri olan Halep’teki direniş Türkiye’nin Fırat Kalkanı kumpası ile darbe yedi ve askerî
ittifaklar bozuldu. Halep oluşturulan uluslararası insani drama planı ile tahliye edildi ve
rejime teslim edildi. Şimdi elde avuçta
son kale İDLİB kaldı ve o da Türkiye’nin ikiyüzlülüğüne kurban edilmeye çalışılıyor.
Tüm bu yaşananları siyasi
plan ve stratejilerden, siyasi çözüm ve kararlardan bağımsız düşünebilir miyiz? Hayır! Zira bu süreç Amerika’nın Suriye için
siyasi çözüm planı çerçevesinde bölgedeki aktörler üzerinden işletildi. Amerika, Mısır’da Mübarek sonrası
Mursi formülü gibi bir formülü Suriye’de uygulamaya koyamayacağını anladığı andan itibaren Suriye meselesini uzun sürece yayma, rejime
zaman kazandırma, grupları oyalama, Türkiye ve Körfez’in kirli parası ile
grupları satın alma, uluslararası alanda devrimi terörize etme formülünü
devreye koydu ve hâlâ bu formül üzerinde yürümektedir. Bu formülü
uygulayabilmek için önce Cenevre masasını kurdu, sonra Cenevre’de istenilen
netice çıkmayınca o masayı Astana’ya taşıyarak Rusya üzerinden siyasi çözüm planını devam ettirdi.
Dolayısıyla bu durum şunu göstermektedir; Suriye devrimi açısından küfür tarafının
siyasi liderliği oluşturulmuştur ki bu liderliğin başında Amerika
vardır. Bu siyasi liderliğin tek ve nihai
amacı ise Suriye’de laik demokratik Suriye Devleti’nin yeniden kurulması ve
yönetilmesidir. Peki, İslâm tarafının bir
siyasi liderlik etrafında toplandığını, devrimci grupların tek ve nihai bir hedefe
kilitlendiklerini söyleyebilir miyiz? Maalesef hayır. Devrim sürecinde direnişçi grupları temsil etmeye çalışan SUK ve SMDK’nın oluşturmak istediği siyasi liderliğin kime hizmet ettiği apaçık ortada. Defalarca lider değişimine rağmen Suriye
içerisinde halkın ve grupların liderliğini ve desteğini sağlayamayan bu siyasi
oluşumlar hiçbir işe yaramadı. İçlerinde Müslümanlara en yakın ve onları temsil etmesi en çok
beklenen Muaz el Hatib’in Suriye halkına ve direniş cephelerine yönelik yaptığı birleşme çağrısında kullandığı şu ifadeleri, bu oluşumların mahiyetini anlamanız açısından hatırlatmak istiyorum: “Gelecek Cuma sloganı şu olsun: Ey Obama
korkma! Hepimiz bu Koalisyon'un yanındayız.” Muaz
el-Hatip ayrıca halktan şu isteğini de gerçekleştirmelerini rica ediyor: “Fransa Cumhurbaşkanı'na teşekkür mesajları
içeren, Suriye halkının bir olduğunu ifade eden, aşırılığı ve terörü kabul etmediğimizi gösteren dövizler açmanızı da istiyorum…"
Şam halkının sabrı, sebatı, duyarlılığı, basireti, azmi ve inancı karşılığında ona sunulan siyasi liderlik SMDK’nın ahmakça liderliği kadar mı olmalıydı? Şam halkının canına, malına, kanına ve her şeyine mal olan bu büyük kıyama İslâmi bir siyasi liderlik çok görüldü.
Kesinlikle unutulmaması gerekir ki, Şam devriminin bu hâle gelmesinin tek nedeni, düşman entrikaları karşısındaki basiretsizlik ve iç çatışmaya engel olup devrimi haram kandan
koruyacak olan uyanık siyasi liderliğin yoksunluğudur. Bilinmelidir ki bu devrim, büyük İslâm projesinin bayraktarlığını yapan samimi siyasi bir liderlik ile
ıslah olur. Devrim bozguncuların elinde can çekişmeden, işbirlikçi ülkelerin
sinsi rolleri neticeye ulaşmadan bu siyasi liderlik oluşturulmalıdır ve devrime önderlik etmelidir.
Peki, üzerinden 7 yıl geçmiş olmasına, gruplardaki devrim ruhu eskisine göre sönmüş olmasına, Şam topraklarında üstünlük rejim ve İran milislerinin eline geçmiş olmasına, bazı grup liderlerinin körfezin
kirli parasının kölesi hâline gelmiş olmasına ve Halep dahil neredeyse tüm şehirler düşmüş olmasına rağmen İslâmi hedefe yönelik bu siyasi liderlik oluşur mu ve devrim zafere ulaşabilir mi?
Bunun cevabını Eylül 2017’de Hizb-ut Tahrir Suriye Vilayeti
tarafından yayınlanan “DEVRİM GRUBU LİDERLERİNE AÇIK MEKTUP” çağrısında bulabiliyoruz.
“Ey devrim grubu
liderleri! Bizim okuyuş ve görüşümüze göre, acı gerçek ve nedenleri budur. Vakadan
okuduklarımızı size bir emanet olarak sunduk. Nitekim bu acı gerçeği daha önce size
defalarca sunmuştuk. Siz ise sunulan bu gerçeğe sırtınızı döndünüz ve görmezden geldiniz... Bizim devrimin
bütün sorunlarına ilişkin kalıcı çözüm ve dertlere devamız var. Vakit kaybetmeden
hemen bu devayı alın. Almanız yönünde daha önce size defalarca telkinde
bulunduk. Ama ne yazık ki siz hep yüz çevirdiniz ve görmezden geldiniz. Şimdi bu çözümü
tekrar sunuyoruz. O da bu yüce devrimin kaderi hakkında ciddi ve sorumlu düşünüş sergilemektir.
Devrim kurbanları ve düşmanları seviyesine yükselip doğru yolda ilk adımı atmaya başlamaktır. Doğru yönde atılacak ilk adım da devrim sabitelerini kesin ve net
bir şekilde yeniden
tanımlamaktır. Rejimi devirmek, sömürgeci Batı’nın nüfuzundan kurtulmak ve
Nübüvvet metodu üzere Râşidî Hilâfet Devleti’ni kurmak devrim sabitelerinin öncelikleri
olmalıdır... Sonra devrim düşmanlarından gelen siyasi parayı çöpe atarak var olan tüm bağlantıları
ivedilikle kesmek ve taraflar arasındaki ayrılık, anlaşmazlık ve çatışmayı hemen sonlandırmaktır.
Daha sonra da Hizb-ut Tahrir olarak bizim Kitap ve Sünnet’ten türettiğimiz net siyasi
proje temelinde bir araya gelip birlik oluşturmak, Hizbin siyasi liderliğinde Allah’ın rızasına doğru yol almak, devrimin hedeflerini, ümmetin çıkarını ve her iki
yurtta da mutluluğunu gerçekleştirmek, ümmete eski izzet ve şanını yeniden kazandırmaktır.”
Bugün sadece Şam devrimi gruplarının değil İslâm beldelerindeki
tüm İslâmi grup ve
Müslümanların bu siyasi liderliğe ihtiyacı var. Çünkü asıl mesele her toprak parçasında çeşitli devletler kurmak değildir, asıl mesele İslâm âleminin tamamında tek bir devlet
kurmaktır. Asıl mesele Allah’ın indirdikleri ile hükmetmeyen fakat ismi İslâm olan bir devlet kurmak da değildir. Hatta asıl mesele, sadece bazı İslâmi kanunlar ile hükmeden ve ismi “İslâm” olan bir devlet kurmak da değildir. Asıl mesele, İslâmi hayatı yeniden başlatacak, İslâm’ı topluma tamamen tatbik edecek ve İslâm’ın davetini âleme taşıyacak olan bir devlet kurmaktır. İşte bu devlet Râşidî Hilâfet Devleti’dir. Bu devletin
kurulması için siyasi politik bir liderliğe ihtiyaç vardır, işte o liderlikte şu an Hizb-ut Tahrir’den başkası değildir.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış