Geçmiş, tarih olmuş olsa bile orada geleceğe ilham kaynağı olacak birçok şey vardır. Hele ki bu geçmiş İslâm ümmetinin geçmişi ise...
Tek bir ümmet iken tek bir devletimiz var iken İslâm hayata hâkim iken Allah Subhanehû ve Teâlâ’nın şeriatı saf dışı edilmemişken onurlu ve kendimize has bir hayatımız vardı. Biz “biz”
idik. Kimliğimiz belli rengimiz
belli idi. Batı gayri insani bir yaşam sürerken İslâm ümmeti çağının çok ilerisinde, tüm dünyanın gıpta ile baktığı bir hadarat ve medeniyet inşa etmişti. Sonra olanlar oldu. Sahip olduğumuz muhteşem gücün kaynağını doğru tespit etmede
zafiyete düştük. Asıl güç İslâm iken asker sayımıza, iktisadi
durumumuza bakar olduk; İslâm gölgede kaldı.
Nihayetinde Batı yeni bir fikir ile kalkınırken biz yerimizde saydık. Öyle bir
zaman geldi ki askerî gücümüzü de kaybettik ve beldelerimiz teker teker işgal edilmeye başladı.
Batı askerî zaferlerinin ardından öldürücü darbeyi
zihinlerimizi işgal ederek vurdu.
Batılıların nasıl düşündüğünü öğrenirken bizim nasıl düşünmemiz gerektiğini unuttuk. Hayallerimiz bile Batılıların çizdiği sınırlarda kaldı. Hedeflerimiz küçüldü,
ufuklarımız daraldı. Allah’ın Rasulu SallAllahu
Aleyhi ve Sellem dünyayı, mü’minin zindanı kâfirin cenneti olarak tarif
ettiği hâlde kâfirlerin
cennetinden bir kaç kırıntı kapmak için amansız bir yarışa girdik. Kimliğimiz kayboldu, rengimiz silikleşti. Düşmanlarımız gibi düşünmeye ve yaşamaya başladık. Onlardan
farkımız kalmadığı an... Onları dost
kabul ettiğimiz an... Onları
taklit etmeye başladığımız an... Yenildik! Mağlup olduk! Hezimete uğradık!
Çok şeyi kaybettik ve
çok şeyi kazandık. Kendi
kültürümüzü kaybettik Batı kültürünü kazandık. Kendi tarihimizi kaybettik Batı
tarihini kazandık. Kendi düşünce metodumuzu kaybettik Batı düşünce metodunu kazandık. Ama kaybettiğimiz bir şey var ki onun yerini hiçbir şey dolduramadı ve dolduramaz; kendimize, ümmetimize,
fikirlerimize olan güveni kaybettik.
Güven kaybı çok büyük felaketlerle neticelenen tahmin edemeyeceğiniz kadar büyük bir kayıptır. Zira
kendine güvenini kaybeden bir kişi asla kalkınma yolunda seyredemez. Ümmeti kalkındırmak için
harekete geçmez. Davete kulak tıkar ve o küçük dünyasında ezik bir şekilde yaşamaya devam eder. Karnının doyması, evinde çocuklarına karşı oynadığı baba rolü, kurgulanmış dizilerdeki sahte kahramanlar ve onların hissî söylemleri onun
için yeterlidir. Küçük şeylerle yetinmeyi öğrenmiş, seçimlerde oy kullanarak vatandaşlık görevini yapmış olmanın huzuru ile yaşamını devam ettirir. Elbette buna yaşam denirse...
Toplumun içindeki bir ferdin durumu bu şekilde olduğu gibi toplumu yöneten yöneticilerin de durumu bundan farklı değildir. Onlar da kendilerine ve topluma karşı güvenlerini yitirmiş vaziyettedir.
Hepimiz iktidara gelenlerin söylemlerinde ve davranışlarında bariz farklılaşmaların olduğunu görmüşüzdür. Muhalefette
iken mangalda kül bırakmayanlar iktidara geldiklerinde süt dökmüş kedi gibi olur. Bunun sebebi iktidar
gerçeği ile karşı karşıya kalmalarıdır. İktidara gelenler doğal olarak kendisini hem topluma karşı hem de kendisini iktidara taşıyan güce karşı sorumlu hisseder. Zira seçim dediğimiz şey göz boyama ve teferruattan ibarettir. Topluma liderlik
edecek kişi malum güçler
tarafından çok önceden seçilir ve yetiştirilir. Toplumun nabzını tutan tüm oyuncular seçilmiş kişiye bir şekilde destek
verir. Seçilmiş kişi topluma arz edilir, yıldızı parlatılır,
topluma sevdirilir, kurtarıcı olarak gösterilir. Böylece halk kendisine sunulan
bu seçilmişe seçimlerde oy
verir ve kurgu tamamlanmış olur. Kimse
seçilmiş kişiden şüphe etmez. Alışılmışın dışında cereyan eden olaylar tesadüf, tevafuk
yahut Allah’ın yardımı olarak kabul edilir. Oysa hakikat bambaşkadır. Sömürgeciler her merdiven basamağının başına kendi adamlarını yerleştirmişken; ne kadar üstün
yetenekleri olursa olsun halktan sıradan bir kişinin iktidar merdivenlerini tökezlemeden adım adım çıkması olanaksızdır.
Malum gücün onayı ve isteği olmadan o
merdiven basamaklarını hiç kimse çıkamaz. Sömürgecilerden icazet almaksızın
merdivenleri çıkmaya çalışanlar, medya,
emniyet, yargı gibi bekçiler tarafından alaşağı edilir. Hâl böyle
iken kimse bize bağımsız bir lider, bağımsız bir ülke hikâyesini anlatmasın!
Yukarıda kısaca anlattığımız iktidar serüveninin ardından “seçilmiş kişi” iki his arasında gidip gelmeye başlar. Kendisine iktidar yolunu açan güce
karşı minnet hissi
duyarken topluma karşı da sorumluluk
hissi duyar. Bu iki his iktidarda kaldığı sürece birbiriyle mücadele edecek ama kazanan hep minnet
hissi olacaktır. Sömürgeci ABD’ye karşı duyulan minnet hissi...
İktidardaki “seçilmiş kişi” yaptığı ihaneti meşru kılmak için ilk önce sömürgeci kâfirlerin
menfaatleri ile sorumluluk hissi duyduğu toplumun menfaatlerini birleştirme çabasına girer. Bu ikisi birbirinden doğu ile batı kadar uzak olsa da... Misalen
Türkiye ordusunun Cerablus Operasyonu. Türkiye Suriye’ye girerken bu harekâtın
ülke menfaatleri için yapıldığını bağıra bağıra altını çize çize toplumun zihinlerine
işledi. Peki, gerçek
böyle midir? Türkiye Cerablusa girerek ne elde etmiştir? Bunun müspet bir cevabı var mıdır?
Oysa Türkiye’nin Cerablusa girmesi Halep’in rejimin eline geçmesinde kilit bir
rol oynamıştır. İşte bunun gibi nice örnekler vardır.
Elbette “seçilmiş kişi” bu sahtekârlığın farkındadır ve iç dünyasındaki meşrulaşma çabası sonuçlanmamıştır. Geceleri kafasını yastığa koyduğunda ihanetlerini unutup rahat uyuyabilmesi için ikinci safhada
kendisini vicdanına karşı haklı çıkartacak
savunma mekanizmaları oluşturur. Kurulan bu
savunma mekanizmalarından ilki halka karşı güvensizliktir.
Halk, “seçilmiş kişi” nazarında kimsesiz
bir çocuk gibidir. Güçsüz, zayıf ve çaresiz. Halkın ordusu ele geçirilmiş ve halk düşmanı yapılmış. Halkın ordusu sanki İngiliz ordusu... Yargı keza aynı. Elinde keskin bir kılıç
sömürgecilerin hizmetinde. Emniyet teşkilatı ele geçirilmiş... halk korkak, sindirilmiş, bastırılmış ve eli kolu bağlanmış. Bu halkla değil sömürgecilerle mücadele etmek sokağa bile çıkılmaz diyerek topluma karşı derin bir güvensizlik oluşturur.
İkinci avuntu ise dünya düzeni üzerinden
kurgulanır. “Seçilmiş kişi” iktidara geldiğinde sömürgecilerin dünyayı parsellediğini görür. Sadece kendi ülkesi değil halkı Müslüman olan ülkelerin tamamının
yöneticileri tıpkı kendisi gibidir. Onlarla birlikte bu parsellenmiş dünya düzenine karşı gelmesi imkânsızdır. Bilir ki onlar da
kendisi gibi “Efendi”den habersiz kılını dahi kıpırdatamaz, şehadet parmağını oynatamaz. Müslüman ülkeler borsa, hisse senedi, petrol vb.
ürünler ile kuşatma altına alınmış sermaye tamamen sömürgeci efendinin eline
geçmiştir. “Efendi”ye
itaat edilmez ise borsadaki yabancı yatırımcı kaçacak, Körfez sermayesi
gelmeyecek, iktisadi krizler baş gösterecek ve nihayetinde tüm bunların yükü halkın sırtına
binecek. Zaten ciddi manada zorluklar yaşayan halk bu yükü asla taşıyamaz. Öyleyse yapılması gereken çarpık da olsa bu dünya
düzenine adapte olmak ve “Efendi”nin sözünden çıkmamaktır.
İşte Müslümanların başındaki yönetimlerin durumu bundan
ibarettir. Birinin hikâyesi diğerinden farklı olsa da durumları aynıdır. Sömürgeci ABD/İngiltere dizginleri eline alarak dilediğini dilediğine yaptırmakta ve kendi çıkarlarını bu dünya düzeninde
korumaya devam etmektedir.
Peki, ne zamana kadar? Ne zamana kadar bu böyle devam edecek?
Sömürgeci kâfir ABD’yi Efendi kılan dünya düzeni nasıl değişecek? Kim değiştirecek?
Mukaddime’nin yazarı İbni Haldun’un dediği gibi devletler insan gibidir. Doğar, büyür, zayıflar ve ölür. ABD beşerî ideoloji ile yönetilen bir devlettir.
Onu üstün kılan tatbik ettiği nizam değildir. Onu üstün kılan sahip olduğu iktisadi güç değildir. Onu üstün kılan sadece korkakları korkutan devasa askeri
gücü hiç değildir. Onu üstün
kılan karşısında kendisine
boyun eğmeyecek,
tehditlerine kulak asmayacak, ümmeti tek bir çatı altında toplayarak İslâm ideolojisini tatbik edecek Râşidî Hilâfet Devleti’nin henüz hayat sahnesindeki
yerini almamasıdır. Evet, onu üstün kılan ümmetine sahip çıkan, ümmetine
güvenen râşid bir halifenin
olmamasıdır.
ABD, Müslümanların parçalanmış olmasından, başındaki yöneticilerin sömürgeciler tarafından bahşedilen koltukları her şeyden çok sevmesinden faydalanarak İslâm ümmeti üzerinde istediği planları yapmakta ve yürürlüğe koymaktadır. Dilediği beldeyi gerekçe göstermeksizin işgal etmekte, kimseye hesap sormaksızın
ümmetin evlatlarını katletmekte, yer altı ve yer üstü zenginliklerini ülkesine taşımaktadır.
Kuşkusuz ABD’nin yaptığı zulümler saymakla bitmez ve herkesçe
malumdur. Bu zulümleri unutmak görmezden gelmek, ABD’yi dost kabul etmek ümmete
ihanettir. Lakin bu yazıda ABD’nin zulüm tarihini buraya aktarmayacağız. Bunun yerine ABD’nin nasıl yok olacağını, Beyaz Saray’a üzerinde La ilahe
illallah Muhammedun Rasulullah yazılı Hilâfet sancağının nasıl dikileceğini sizlerle paylaşacağız. Belki söylediklerimize hayal diyerek burun kıvıranlar
olacaktır ama unutmayın ki “Kisra’nın Beyaz Sarayları” da hayaldi...
Tarihimiz bize gösterdi
ki bizi güçlü kılan tek unsur İslâm’dır. Bu, klişeleşmiş bir cümleden ziyade hakikatin ta
kendisidir. Bu hakikat İslâm’ın zuhur ettiği tarih, mekân ve dünya düzenine dikkatli
gözlerle baktığımızda net bir şekilde karşımıza çıkacaktır.
Mekke, her ne kadar İbrahim Aleyhi’s Selam’ın
inşa ettiği Kâbe’yi bünyesinde barındırsa da siyasi
açıdan dünya siyasetinde tek kelimelik söz hakkına sahip değildir. Kayalıklar arasında sıkışmış, verimli toprakları olmayan, ilkel inançlara sahip, insani ve
ahlaki yönden çöküntüye uğramış, kabile bağları adaletin önüne geçmiş, adalet yok olmuş her açıdan gayri insani bir hayat Mekke ve civarını kuşatma altına almış vaziyette idi. Bu hâliyle Mekke, Araplar
nazarında ruhani açıdan kıymet arz etse de dönemin bölgeye hâkim iki devleti
Bizans İmparatorluğu ve Sasani Krallığı açısından hiçbir anlam ifade
etmemekteydi. Nitekim dünya siyaseti bu iki süper güç tarafından
yönlendirilmekteydi.
Hiç düşündünüz mü? Her şeye gücü yeten, bir şeyin olmasını dilediği zaman sadece “ol” diyen ve hemen
oluveren Allah Subhanehû ve Teâlâ,
Bizans ve Sasani’den ya da başka bir güçlü devletten değil de neden en zayıf ve en güçsüz beldeden, Mekke’den birini
kendisine Rasul olarak seçmiştir? Elbette Allah Subhanehû
ve Teâlâ dilemiş olsaydı Sasani’den
yahut Bizans’tan güçlü bir şahsı Rasul seçebilir, böylece risalet daha kolay bir şekilde dünyaya taşınabilirdi. Ama Allah Subhanehû ve Teâlâ bunu dilemedi. En zayıf, en güçsüz bir yere risaletini
gönderdi. Zira Allah, bir şahsın yahut bir halkın gücüyle değil de İslâm’ın gücüyle tüm
dünyaya nasıl hükmedilebileceğini göstermek istedi.
İslâm, elinde tutan ve ona sarılan için
büyük bir güçtür ama hangi İslâm sorusunun doğru cevaplanması gerekmektedir. Elbette ki steril edilmiş, ibadetlere hapsedilmiş bir İslâm ümmetini kalkındırmaya ve onu diğer ümmetlerin üzerine çıkarmaya ehil değildir. İslâm ümmetini kalkındıracak ve tekrar eski ihtişamlı günlerine yeniden kavuşturacak olan İslâm el değmemiş, hayatın her
alanına dair hükümleri olan ideolojik İslâm’dır. Bu ideolojik İslâm’ın hayata hâkim olma seyri şu şekilde gelişecektir:
Toplumsal sarsıntıların yaşandığı bir dönemde
toplumun düşünürleri bu
sarsıntıdan kurtulmanın yollarını arar. Nihayetinde içlerinden biri bu fikir
fırtınasında köklü çözüme ulaşır. İslâm ideolojisi bu şahsın zihninde tüm berraklığı ile canlanır ve ihsas sahibi kişilere bu köklü çözümü taşır. Böylece ilk kitleleşme meydana gelmiş ve ilk halaka oluşmuş olur. Bu ilk halaka hızlı ve etkili bir şekilde daveti taşımaya başlar. Bu davet neticesinde sarsıntıdan kurtulmak ve ümmeti
kalkındırmak isteyenler İslâm ideolojisi
etrafında kitleleşir. Kitleleşme seyri hızla ilerler, toplumla kaynaşma merhalesine geçilir. Toplumla kaynaşma merhalesinde topluma hitap edilir. Böylece
toplum, kitleden ve köklü bir çözümden haberdar olur. Rejim ortaya çıkan bu
kitleye karşı sert bir tutum
izler. Değişime kapalı ve değişimden korkan toplum da aynı şekilde kitleye karşı negatif bir tutum sergiler. Kitle bu dirençlere karşı ayakta kalıp fikrinden ve metodundan
sapmaz yoluna devam ederse mütekâmil bir parti hâlini alır.
İşte bu mütekâmil parti fikrini tüm dünya Müslümanlarına
ulaştırır ve onları İslâmi hayatı başlatmaya davet eder. Yaşanan sorunların gerçek kaynağının İslâm’dan uzaklaşmak olduğunu ve gerçek
çözümün İslâm ideolojisine
göre bir hayat sürmekten geçtiğini gösterir. Sömürgeci kâfirlerin İslâm ümmeti üzerindeki planlarını deşifre eder. Yaşanan krizlere İslâmi çözümler üretir. İslâm ümmetini tek bir çatı altında
toplamak için gecesini gündüzüne katar.
Toplum bu davet karşısında şaşkına döner. Zira geleneksellik toplumun
temel prensibidir. Yeniliklere kapalıdır. Değişim onu korkutur.
Bir yandan fikrin gücünü hisseder diğer yandan sorunların çözümü için başka yollar arar.
İktidarlar parti ile toplum arasına duvar
örmeye çalışır. Bilir ki parti
toplumun liderliğini ele geçirir ise
iktidarları yerle bir olacaktır. Bu münasebetle partiye karşı her tür gayri ahlaki yolu dener. Hapse
atar, iftiralar sıralar, kontrollü kitleleri destekleyerek parti ile benzer şeyler söylemesini sağlar ama davetin gelişmesine, topluma nüfuz etmesine engel
olamaz.
Toplumdaki hoşnutsuzluk her geçen gün artarak devam eder. Alternatif olarak
kendisine sunulanlar tükendiğinde sıra partiye gelecektir. Parti topluma hitap etmeye devam
eder. Sorunların çözümünün kendisinde olduğunu gösterir. Toplum yine bir şiddetli sarsıntı ile karşılaştığında bu kez sahte çözümleri reddederek
partiye kollarını açar. Parti ile toplum buluştuğunda devlet
mekanizmalarında çözülmeler yaşanmaya başlar. İktidar sertliğine sertlik katarak hayatta kalmaya,
ömrünü uzatmaya çalışır. Bu süreç kritik
bir süreçtir. Toplum iktidarın tehdit ve şiddetine boyun eğmeyerek parti ile birlikte olmaya devam ederse devlet
mekanizmasındaki çözülmeler kopuşlara dönüşür. Bu süreçte en
kritik rol yine partinindir. Nusret talebi çalışmaları işte bu zamanda
meyvesini verecek ve yaşanan kopuşları partiye yönlendirerek iktidarın,
partinin eline geçmesini sağlayacaktır.
İktidara gelen parti o güne kadar yetiştirdiği devlet adamlarıyla işe koyulur. İslâm ideolojisi tatbik edilmeye başlar ve tüm dünya Müslümanlarına açık bir
davet yapılır. Râşidî Hilâfet Devleti’nin
kurulduğu ilan edilerek
dünya Müslümanlarından halifeye biat etmesi istenir. Elbette bu davet karşısında Müslümanlar ne yapacağını bilemez. Kimileri davete anında icabet
ederken kimileri bekleyip görmek ister.
Kurulan Hilâfet Devleti ilk iş olarak ülkedeki ABD ve İngiltere elçiliklerini kapatarak elçileri ülkesine gönderir.
Daha sonra “İsrail” denen Yahudi
varlığına savaş ilan eder. Jetler “İsrail”deki yangını söndürmek için değil işgal edilmiş mukaddes beldeyi kurtarmak için kalkar. Hilâfet ordusu “İsrail”in üzerine yürür ve 9 yiğit insanın şehit edildiği Mavi Marmara’nın takip ettiği yolu takip ederek “İsrail” limanlarına çıkartma yapar. Korkak Yahudiler kaçacak yer
ararken ABD, İngiltere vb.
devletler Hilâfet Devleti’ni kınayarak geri çekilmesini ister; aksi hâlde savaş açacaklarını bildirir. Hilâfet Devleti bu
notaya nota ile karşılık verir: “Kudüs
ve tüm Filistin toprakları Müslümanlarındır. Asla geri adım atmayacağız. “İsrail” denilen Yahudi varlığı bu topraklardan kovulup haritadan silinene kadar savaş devam edecektir.”
ABD ve İngiltere ilk etapta
her zaman yaptığı gibi kendisi savaş meydanlarında olmaktan ziyade uşağı olan hain yöneticileri devreye sokarak Müslümanlar arasında
fitne tohumları ekip onları birbirine kırdırmaya çalışacaktır. Ancak ilk hamle Hilâfet Devleti’nden
gelmiş ve “İsrail”e karşı ilan ettiği cihat tüm dünya Müslümanları arasında yankı bulmuştur. Diğer İslâmi beldelerdeki
parti çalışmaları neticesinde
halk Hilâfet Devleti’ni desteklemek için sokaklara çıkmış, iktidar sahiplerine Hilâfet Devleti’ne
ilhak için çağrıda bulunmaya başlamıştır. Artık bu saatten sonra Hilâfet Devleti ile ümmet arasına
girmeye çalışan tüm iktidarlar
teker teker devrilecektir.
Yeni ilhaklar ile Raşidî Hilâfet Devleti gücüne güç katmış ve dünya Müslümanlarının gözbebeği konumuna yükselmiştir. ABD, İngiltere, Rusya vb. devletler her ne kadar Hilâfet Devleti’ni
yok etmek için askerî güç kullanmak isteseler de iç dengeler buna müsaade
etmeyecektir. Bünyesinde milyonlarca Müslümanı barındıran Avrupa ve Rusya,
istikrarı korumak adına bu savaşta tarafsız kalmayı tercih edecek, İngiltere sinsi siyaseti ile ABD’yi kışkırtacak nihayetinde kendisi perde
gerisinde kalmaya özen gösterecektir. Geriye kendisini dünyanın sahibi sanan
küstah ABD kalacaktır.
Şimdi, müstakbel Raşidî Hilâfet Devleti’nin (RHD) birinci
etapta ulaşabileceği güç ile ABD’nin mevcut gücünü kıyas edelim
ve nasıl bir tablo ile karşı karşıya kalacağımızı görelim.
Bu kıyaslamadan da görüleceği üzere teknolojik üsünlüğü bir kenara bırakacak olursak denk iki kuvvet karşı karşıyaya gelecektir.
Ancak ABD ordusunun dünyanın dört bir tarafında dağınık bulunmasını dikkate almak gerekmektedir. Râşidî Hilâfet Devleti’nin ordusu ise Ortadoğu coğrafyasında bütün hâldedir.
ABD, topraklarından binlerce kilometre uzakta gerçekleşecek bu savaşta uzun süre asla
direnemeyecektir. Olası bir savaşta geçen her gün ABD
ekonomisini yıpratacak ve zayıflatacaktır.
Ayrıca ABD ordusu ölüm korkusu ile yaşayan, hayatta kalabilmek için askerlikten başka elinden hiç bir şey gelmeyen, hayata dair bir fikri, bir hedefi olmayan, psikolojik tedavi
görenlerle dolu korkaklar ordusudur. RHD ordusu ise yaşamak için değil ölmek için savaşan yiğitlerle dolu
olacaktır.
Hakeza şu bir hakikattir ki ABD bugüne kadar Müslümanlar ile
gerçek bir savaşa girmemiştir. Irak’ta Felluce direnişi hafızalara kazınmıştır. Tüm imkânsızlıklara rağmen Felluceli Müslümanlar ABD ordusunu bozguna uğratmıştır. Hâl böyle iken
Hilâfet ordusunun karşısında hezimete uğramaları hiç de şaşılacak bir şey değildir.
Hemen burada ABD’nin proje kapsamında
yaydığı yenilmezlik masalına bir nokta koyalım;
ABD yenilmez değildir! Yenilmezlik Allah’a mahsustur. Her
ülke gibi ABD de yenilecek ve yok olacaktır. ABD ile gireceğimiz savaşta zafer Müslümanların
olacaktır. Zira ABD’nin zulümleri dünyanın dört bir yanını sarmıştır. Onun dostu kalmamıştır. Râşidî Hilâfet
Devleti’ne bu savaşta sadece Müslümanlar değil farklı dinlere sahip ABD mağduru milyonlar da yardım edecektir.
Asıl yardım ise kuşkusuz Allah Subhanehû ve Teâlâ tarafından gelecektir.
إِن يَنصُرْكُمُ اللّهُ فَلاَ غَالِبَ لَكُمْ
وَإِن يَخْذُلْكُمْ فَمَن ذَا الَّذِي يَنصُرُكُم مِّن بَعْدِهِ وَعَلَى اللّهِ
فَلْيَتَوَكِّلِ الْمُؤْمِنُونَ
"Allah size yardım ederse, size galip
gelecek yoktur; eğer sizi yardımsız
bırakıverirse, O'ndan başka size yardım edecek
kimdir? Mü’minler yalnız Allah'a güvensinler.”[1]
Evet Allah’ın yardımı ile ABD Müslümanların beldelerinden
kovulacaktır. Onun dünya üzerindeki zulmü son bulacak ve Râşidî Hilâfet Devleti tüm dünyaya yeni bir ışık yakacaktır. Karanlıkları aydınlatan bir
ışık… İslâm’ın parlayan ışığı…
Pek yakında…
أَمْ حَسِبْتُمْ أَن تَدْخُلُواْ الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُم
مَّثَلُ الَّذِينَ خَلَوْاْ مِن قَبْلِكُم مَّسَّتْهُمُ الْبَأْسَاء وَالضَّرَّاء
وَزُلْزِلُواْ حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُواْ مَعَهُ مَتَى
نَصْرُ اللّهِ أَلا إِنَّ نَصْرَ اللّهِ قَرِيبٌ
“Yoksa siz, sizden
önce geçenlerin başlarına gelenin benzeri sizin de başınıza gelmeden
cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlar öylesine darlık ve sıkıntı içerisine
düştüler ki, peygamber
ile yanındakiler 'Allah'ın yardımı acaba ne zaman?' diyecek kadar sarsıldılar.
Bilin ki, Allah'ın yardımı yakındır.”[2]
Yorumlar