İnsanlar bir nizam
içerisinde hayatlarını devam ettirdiklerinde toplumsal iş paylaşımı doğal bir
seyirde ortaya çıkacaktır. Bu iş paylaşımı insanların sahip olduğu ve birçoğu
yaratılıştan kendisine verilen özellikleri doğrultusunda farklılıklar arz
edecektir. Toplumun ihtiyacı olan her alan işin cinsine uygun, karakteri ve
tecrübesi ile ön plana çıkan kişiler tarafından doldurulur. Topluma hâkim olan
esas fikirden ortaya çıkan cüzi fikirler toplumsal rolleri belirler. Fert
kendisine biçilen bu toplumsal role uygun hareket eder ya da etmek zorunda
kalır. Misal olarak “anne” toplumsal bir rolü ifade etmektedir. Her
toplum için geçerli olan bu rol toplumun sahip olduğu fikirler doğrultusunda
içeriği farklılaşır. Batı ülkelerindeki “anne” rolü ile İslâmi toplumdaki “anne”
rolü birbirinden oldukça uzaktır. Belki başka bir makalede “kadın ve anne”
konusunu ele alabiliriz ancak bu makalemizde âlim ve âlimlerin toplumsal
değişim üzerindeki kilit rolünü ele alacağız.
Tarihe dikkatli
gözlerle bakan sahih akıl sahibi görür ki; her devrimin, her toplumsal
değişimin arkasında bir fikir vardır. Bu fikir ya dahi bir aklın ürünüdür yahut
Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın seçip peygamberlere vahiy yoluyla
ulaştırmış olduğu bir fikirdir. Nitekim Fransız İhtilali Voltaire, Montesquieu
ve Rousseau’nun fikirleri üzerine inşa edilmiştir. İhtilali organize eden her
ne kadar Burjuva olmuş olsa da bu düşünürlerin fikirleri olmamış olsaydı ellerinde
halkı bir araya getirecek hiçbir şey olmayacaktı. Bu üç düşünür rejimin
adaletsizliğini ve kokuşmuşluğunu deşifre edip yeni bir yaşam tarzının, yeni
bir rejimin mümkün olduğunu, bu köhnemiş rejime muhtaç olmadıklarını dile
getirmişler ve alternatif rejimin nasıl bir temel üzerine bina edilmesi gerektğini
ortaya koymuşlardır. Voltaire’nin sosyal ve iktisadi görüşleri, Montesquieu’nün
kuvvetler ayrımı ilkesi, Rousseau’nun toplumsal sözleşme anlayışı Fransız
İhtilalini mümkün kılmıştır. Aynı şekilde Rusya’daki sosyalist devrimi Lenin
liderliğindeki Bolşevikler yapmış olsa da sosyalist ideolojinin mimarı Karl
Marx olmamış olsaydı belki de Ekim Devrimi diye bir şey olmayacaktı. İşte böyle
her devrimin ardında bir fikir ve fikir adamı yatmaktadır.
Fikir adamları
elbette sadece devrimlerin alt yapısını oluşturmaz aynı zamanda rejimlerin de
en etkili savunucularıdır. Zira onlar sıradan insanlar değildir. Bilakis halkın
sözüne itibar ettiği kişilerdir. Bilindiği gibi halk düşünce açısından en zayıf
konumdadır. Halkın çok büyük bir kısmı düşünceyi bir lüks olarak görür. Bunun
yerine kendisine sunulan fikirlerden birini tercih etmeyi yeğlerler. Bu fikir
de genelde statükonun üretmiş olduğu fikirdir. Statüko mevcut durumun
muhafazası ve de mevcut durumu perçinlemek için elindeki tüm imkânları
kullanarak halkı ikna etme yoluna gider. Fikir adamları yani âlimler statükonun
elindeki en büyük kozdur. Bir şeyin doğruluğunu yahut yanlışlığını âlimlerin
omuzlarına yükler ve adres olarak onu gösterir. İşte böylece statüko varlığını âlimlere
havale ettiği fikir sayesinde devam ettirir.
Gelelim İslâm’da âlimlerin
rolüne. “Âlimler peygamberlerin varisleridir.” hadisini sanırım
bilmeyen yoktur. Elbette âlimler peygamberler ile aynı seviyede değildir,
olamaz da. Zira onlar ne Allah’tan vahiy alır ne de ismet sıfatına sahiplerdir.
Onların varis olması peygamberin getirdiği dini korumakla mükellef olmalarından
ibarettir. Bu hadisi de ancak bu şekilde algılamalı ve kabul etmeliyiz. Yoksa âlimleri
peygamberler gibi hata yapmayan, günah işlemeyen biri konumuna getirirsek ilk
başta o insanlara zulmetmiş oluruz, sonra da kendimize ve aklımıza. Dolayısıyla
İslâm’da âlimin konumu dini korumak ve yeni gelişmelere dini esaslara uygun
içtihatlar/çözümler üretmekten ibarettir.
Âlim filozof
değildir. Bilakis düşünmek için düşünmez, ilim öğrenmek için okumaz. O amel
etmek ve insanların amellerini düzeltmek için ilim öğrenir. İnsanlar ona
hayatlarına yön vermesi için müracaat eder. O da sahip olduğu ilim ile onları
hakka yöneltir. Yöneticiler devlet işlerine yoğunlaşıp aldığı kararlarda
doğruluktan uzaklaşınca devreye âlimler girer ve onu canı pahasına yaptığı
yanlıştan döndürmek için mücadele eder. Tarih, âlimler ve yöneticiler
arasındaki bu mücadeleye nice dipnotlar düşmüş nice tarihi sözlere şahitlik
etmiştir.
Âlimler âlim gibi
davrandıklarında halkı arkasına alır ve halk tarafından sonsuz bir sevgi ve
saygıya muhatap olur.
Bir gün, Harun er
Reşid eşiyle birlikte gezintiye çıkmışlardı. Bir kalabalığa rast geldiler.
Baktılar ki kalabalık dönemin en önemli âlimlerinden Abdullah Bin Mübarek’in
etrafında toplanmış ve onu büyük bir sevinçle karşılamakta. Bunu gören Harun er
Reşid’in eşi şöyle der:
“Allah’a yemin
ederim ki müminlerin emiri Harun er Reşid değil Abdullah Bin Mübarek’tir. Zira
halk Harun’u zoraki karşılarken Abdullah bin Mübarek’i kendi istekleriyle
karşılamaktadır.”
Üzülerek de olsa
kabul etmeliyiz ki İslâm dünyasında fikrî gerileme âlimlerin âlim olduğunu
unutup saraylarda vakit geçirmeye başlamasından sonra başlamıştır. Âlim, halkın
içinde yaşayıp halkın yediğinden yiyip, giydiğinden giydiğinde onların yolunu
aydınlatan bir ışık mesabesindedir. Ne zamanki âlimler halktan kopup
yöneticilere yaklaşırlarsa işte o zaman âlim vasfını kaybedip sadece muallim
olurlar. Muallim sadece ilim öğretir ama öğrettiği ilim ile amel etme
noktasında zaafiyetler yaşar. Bazen korku, bazen dünya sevgisi bazen de
rahatlık âlimi yolundan saptırır. Âlimin ölümü nefes alıp vermesinin bitmesi
demek değildir. Bilakis âlimlik vasfının yok olması âlimin ölümüdür. Âlim ölür
ise dünya ölür!
Evet, risaletin
yaşı ilerledikçe âlimlerin sayısı azaldı. Âlimlerin sayısı azaldıkça fikrî
buhran baş gösterdi ve nihayetinde İslâm ümmeti darmadağın olup devletini
kaybetti. Bugün ümmetimizin yaşadığı şiddetli musibetlerin temel kaynağı âlim
kıtlığıdır. Cumhuriyet tarihine bir bakın! Hilâfet’in kaldırılmasına Şeyh Said
gibi istisna âlimler hariç sessiz kalan ulema sayesinde cumhuriyet bu
topraklara habis bir ur gibi yerleşmiştir. Sosyal medyanın olmadığı, bilgiye
ulaşmanın çok meşakkatli olduğu bir zaman diliminde cumhuriyetin ilan
edilmesine seyirci kalan halka söyleyecek hiçbir sözümüz yoktur. Zira onlara
nasıl bir tehlike ile karşı karşıya kaldıklarını gösterecek, onlara mum yakacak
âlimlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azdı. Âlimlerin
suskunluğu Hilâfet’i kaldırmış ve yerine cumhuriyet nizamını getirmiştir.
Sonrası da bundan pey farklı değildir. Cumhuriyetin kurucusu ve koruyucusu olan
güruh, demir yumruk gibi halkın üzerine çullanıp küfür hükümlerini Müslüman
halkın üzerine tatbik ettiğinde halk yine yalnız kalmıştır. Kendisine yol
gösterecek bir âlim bulamamıştır. Netice itibariyle Cumhuriyet Dönemi’nde âlimler,
muallimden öğretmenliğe devşirilmiş ve bu devşirme öğretmenler İslâm’dan
alabildiğine uzak bir nesil yetiştirmek için iş başı yapmıştır.
Cumhuriyet Dönemi
Türkiye’deki ilim ehli için hakikatten ibretliktir. Tüm şiddet ve baskılara
rağmen dinini öğrenen ve öğretmek isteyen bir grup her daim varlığını sürdüre gelmiştir.
Müslümanların itibar edip sarıldığı bu grup cumhuriyet rejiminin baskıları
karşısında ya direnip zulme karşı duracaklardı ya da rejimle bir şekilde
uzlaşacaktı. Onlar uzlaşmayı seçti! Dikkat edin! İslâm’a alenen savaş açmış ve
sırf şapka giymediği için binlerce Müslümanı darağaçlarında sallandırmış olan
bu rejim tekke ve zaviyelerin kapatılmasına dair “devrim kanunu” olmasına
rağmen bazı kesimleri bu kanundan istisna etmiş ve onlara dokunmamıştır. Bunun
adı uzlaşı değil de nedir?!
Bu uzlaşının Müslümanlar
nazarında kabul görmesi için yapılması gereken basitti: İhanetin üzerini şer’î
hükümler ile örtmek. Defterler karıştırıldı, eski metinler gözden geçirildi ve
nihayetinde mesaleh-i mürsele, istihsan, ehven-i şer gibi kaideler bu iş için
uygun görüldü. Öyle ki bu kaidelerin kabul edilmiş şartları dahi göz ardı
edilip her şey menfaat ve maslahat esasına göre bina edilmeye başlandı. Böylece
ilim ehli kişilerce rejim kendisini temize çıkartıp ihanetlerin gizlenmesi
başarılmıştır.
Demokrasinin yani Batı
menşeili küfür nizamının Müslümanlar tarafından kabul görmesinin başlıca
sorumlusu da elbette kendisine âlim dedirten zevattır. Karşı bir fikir
üretmekten aciz bu kesim, demokrasinin küfür rejimi olduğunu ve İslâm’a taban
tabana zıt olduğunu açık ve kesin bir dille haykırmaktan ziyade demokrasinin İslâm
ile çelişmediğini İslâm ile çelişmiyorsa alınmasında da bir beis olmadığını
dile getirmiştir. Hatta ve hatta düşmanın silahıyla silahlanıyoruz diyerek
demokrasiyi benimsemeksizin onu kullanmayı, onun vasıtasıyla İslâm’ı geri
getirmeyi teklif etmişlerdir. İşte böylece demokrasi Müslüman halk nazarında
yavaş yavaş doğallaşmıştır. Demokrasinin doğal bir hâle gelmesi nesillerin
bozulmasını ve her geçen gün İslâm’dan uzaklaşılmasını da beraberinde
getirmiştir. Ahlaksızlık yaygınlaşmış ve kanıksanmıştır. Ahlaksızlığın
sokaklara taşmasıyla birlikte ehli ilim sanki bu resimde hiçbir dahili yokmuş
gibi, sanki işlerin bu hâle gelmemesi için büyük bir mücadele vermiş gibi halkı
eleştirmeye başlamış ve halkı işe yaramaz ve iflah olmaz bir varlık olarak
yaftalamıştır. Hiç aynaya bakmadan suçlu aramıştır! Oysa insanları bu hâle
getiren, kendilerinden başkası değildir. İktidara ve topluma kendini kabul
ettirmek için onların isteklerine uygun hükümler icat eden, insanları dinin
hükümlerine göre yaşamaları için onlara yol göstermesi gerekirken yaşadıkları
hayatı İslâm’a uydurmakla meşgul olan ilim ehli insanlardır. Misal olarak
demokratik seçimlerde oy kullanma meselesini ele alalım. Demokratik seçimlerde
oy kullanma yönetime iştirak için birilerini kendi adına vekil tayin etmek
demektir. Vekil tayin edilen kişinin işlediği haramlar onu vekil tayin eden
kişiyi de direkt olarak ilgilendirmektedir. Zira haram üzerine yardımlaşılmaz
ve haram işleyeceği açık olan birine vekâlet verilmez. Demokratik seçimlerde oy
kullanmak haramdır ve bu hakikate ulaşmak için ciltler dolusu kitap okumanıza,
Kur’an-ı Kerim’i ezbere bilmenize gerek yoktur. İslâm hakkında genel bir bilgi
ve demokrasi hakkında genel bir bilgi kâfidir. Hakikat böyle olmasına rağmen
her seçim döneminde adeta çözülemeyen bir matematik problemi üzerinde yapılan
tartışma gibi tartışmalar yaşanır. Ehven-i şer yani kötünün iyisi imdada
yetişir ve neticede ne halk küstürülür ne rejim ne de Allah Subhanehu ve Teâlâ!
Ehven-i şer kaidesi
Mecelle’den beri fıkıh hayatına girmiş olsa da son yıllarda ona da ihtiyaç
kalmamıştır. Artık demokratik seçimler hak, batıl mücadelesi olarak gösterilip
malum partiye oy verenlerin hak taraftarı olduğu dile getirilmektedir.
Peki bu vahim durum
kimin eseri? Elbette ciltler dolusu kitapların önünde fotojenik pozlar veren,
büyük adam gibi oturup küçük laflar eden ve kendisine âlim, hoca denilen
şahsiyetlerin eseri!
Zaman değişti,
şartlar değişti ve güçleştikçe güçleşti. Hilâfet’in kaldırılıp halkın
demokratik sisteme entegre edilmiş olması işleri zorlaştırdı. Bilgiye ulaşmanın
zor olduğu dönemlerde bilgili insanlara ihtiyaç vardı. Zira insanlar ihtiyaç
duyduğu bilgiyi o kişilerden alır, onların sözlerine itibar eder, yap dediğini
yapar, yapma dediğini yapmazdı. Lakin zaman değişti. Bilgiye ulaşmak
kolaylaştı. Sadece bilgi pazarlayan hocaların devri kapandı. Google arama
motoru onları değersizleştirdi ve onların yerini aldı. Artık öğretmenlere
ihtiyacımız yok! Muallimlere de ihtiyacımız yok! Bizim ihtiyacımız İslâm’ın rol
model olarak çizdiği âlimlerdir.
Bugün âlimler ne
yapmalı? Artık namazı, abdesti, orucu bozan şeylerin neler olduğunu anlatmakla
kifayet etmeyen; Müslümanların çağın sorunları karşısında takınması gereken
tavırların neler olduğunu ortaya koyan, Müslümanlara öncülük eden, zalimler
karşısında gösterdiği tavırla örnek olan gerçek âlimlere ihtiyacımız vardır.
Âlimler bu anlamda halka örnek olmalıdır.
İşte bu gerçek âlimler
kendini gösterdiğinde; halkın güncel problemlerini sahih bir bakış açısı ve
sağlam bir irade ile çözdüğünde, onlara gerçek ihtiyaçlarının ne olduğunu
gösterdiğinde insanlar yeniden âlimlerine sarılacak ve onların yolunu takip
edeceklerdir. Bunda zerre kadar şüphe yoktur.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış