TOPLUMSAL DEĞİŞİMDE ÂLİMİN MİSYONU

Süleyman Uğurlu

İnsanlar bir nizam içerisinde hayatlarını devam ettirdiklerinde toplumsal iş paylaşımı doğal bir seyirde ortaya çıkacaktır. Bu iş paylaşımı insanların sahip olduğu ve birçoğu yaratılıştan kendisine verilen özellikleri doğrultusunda farklılıklar arz edecektir. Toplumun ihtiyacı olan her alan işin cinsine uygun, karakteri ve tecrübesi ile ön plana çıkan kişiler tarafından doldurulur. Topluma hâkim olan esas fikirden ortaya çıkan cüzi fikirler toplumsal rolleri belirler. Fert kendisine biçilen bu toplumsal role uygun hareket eder ya da etmek zorunda kalır. Misal olarak “anne” toplumsal bir rolü ifade etmektedir. Her toplum için geçerli olan bu rol toplumun sahip olduğu fikirler doğrultusunda içeriği farklılaşır. Batı ülkelerindeki “anne” rolü ile İslâmi toplumdaki “anne” rolü birbirinden oldukça uzaktır. Belki başka bir makalede “kadın ve anne” konusunu ele alabiliriz ancak bu makalemizde âlim ve âlimlerin toplumsal değişim üzerindeki kilit rolünü ele alacağız.

Tarihe dikkatli gözlerle bakan sahih akıl sahibi görür ki; her devrimin, her toplumsal değişimin arkasında bir fikir vardır. Bu fikir ya dahi bir aklın ürünüdür yahut Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın seçip peygamberlere vahiy yoluyla ulaştırmış olduğu bir fikirdir. Nitekim Fransız İhtilali Voltaire, Montesquieu ve Rousseau’nun fikirleri üzerine inşa edilmiştir. İhtilali organize eden her ne kadar Burjuva olmuş olsa da bu düşünürlerin fikirleri olmamış olsaydı ellerinde halkı bir araya getirecek hiçbir şey olmayacaktı. Bu üç düşünür rejimin adaletsizliğini ve kokuşmuşluğunu deşifre edip yeni bir yaşam tarzının, yeni bir rejimin mümkün olduğunu, bu köhnemiş rejime muhtaç olmadıklarını dile getirmişler ve alternatif rejimin nasıl bir temel üzerine bina edilmesi gerektğini ortaya koymuşlardır. Voltaire’nin sosyal ve iktisadi görüşleri, Montesquieu’nün kuvvetler ayrımı ilkesi, Rousseau’nun toplumsal sözleşme anlayışı Fransız İhtilalini mümkün kılmıştır. Aynı şekilde Rusya’daki sosyalist devrimi Lenin liderliğindeki Bolşevikler yapmış olsa da sosyalist ideolojinin mimarı Karl Marx olmamış olsaydı belki de Ekim Devrimi diye bir şey olmayacaktı. İşte böyle her devrimin ardında bir fikir ve fikir adamı yatmaktadır.

Fikir adamları elbette sadece devrimlerin alt yapısını oluşturmaz aynı zamanda rejimlerin de en etkili savunucularıdır. Zira onlar sıradan insanlar değildir. Bilakis halkın sözüne itibar ettiği kişilerdir. Bilindiği gibi halk düşünce açısından en zayıf konumdadır. Halkın çok büyük bir kısmı düşünceyi bir lüks olarak görür. Bunun yerine kendisine sunulan fikirlerden birini tercih etmeyi yeğlerler. Bu fikir de genelde statükonun üretmiş olduğu fikirdir. Statüko mevcut durumun muhafazası ve de mevcut durumu perçinlemek için elindeki tüm imkânları kullanarak halkı ikna etme yoluna gider. Fikir adamları yani âlimler statükonun elindeki en büyük kozdur. Bir şeyin doğruluğunu yahut yanlışlığını âlimlerin omuzlarına yükler ve adres olarak onu gösterir. İşte böylece statüko varlığını âlimlere havale ettiği fikir sayesinde devam ettirir.

Gelelim İslâm’da âlimlerin rolüne. “Âlimler peygamberlerin varisleridir.” hadisini sanırım bilmeyen yoktur. Elbette âlimler peygamberler ile aynı seviyede değildir, olamaz da. Zira onlar ne Allah’tan vahiy alır ne de ismet sıfatına sahiplerdir. Onların varis olması peygamberin getirdiği dini korumakla mükellef olmalarından ibarettir. Bu hadisi de ancak bu şekilde algılamalı ve kabul etmeliyiz. Yoksa âlimleri peygamberler gibi hata yapmayan, günah işlemeyen biri konumuna getirirsek ilk başta o insanlara zulmetmiş oluruz, sonra da kendimize ve aklımıza. Dolayısıyla İslâm’da âlimin konumu dini korumak ve yeni gelişmelere dini esaslara uygun içtihatlar/çözümler üretmekten ibarettir.

Âlim filozof değildir. Bilakis düşünmek için düşünmez, ilim öğrenmek için okumaz. O amel etmek ve insanların amellerini düzeltmek için ilim öğrenir. İnsanlar ona hayatlarına yön vermesi için müracaat eder. O da sahip olduğu ilim ile onları hakka yöneltir. Yöneticiler devlet işlerine yoğunlaşıp aldığı kararlarda doğruluktan uzaklaşınca devreye âlimler girer ve onu canı pahasına yaptığı yanlıştan döndürmek için mücadele eder. Tarih, âlimler ve yöneticiler arasındaki bu mücadeleye nice dipnotlar düşmüş nice tarihi sözlere şahitlik etmiştir.

Âlimler âlim gibi davrandıklarında halkı arkasına alır ve halk tarafından sonsuz bir sevgi ve saygıya muhatap olur.

Bir gün, Harun er Reşid eşiyle birlikte gezintiye çıkmışlardı. Bir kalabalığa rast geldiler. Baktılar ki kalabalık dönemin en önemli âlimlerinden Abdullah Bin Mübarek’in etrafında toplanmış ve onu büyük bir sevinçle karşılamakta. Bunu gören Harun er Reşid’in eşi şöyle der:

“Allah’a yemin ederim ki müminlerin emiri Harun er Reşid değil Abdullah Bin Mübarek’tir. Zira halk Harun’u zoraki karşılarken Abdullah bin Mübarek’i kendi istekleriyle karşılamaktadır.”

Üzülerek de olsa kabul etmeliyiz ki İslâm dünyasında fikrî gerileme âlimlerin âlim olduğunu unutup saraylarda vakit geçirmeye başlamasından sonra başlamıştır. Âlim, halkın içinde yaşayıp halkın yediğinden yiyip, giydiğinden giydiğinde onların yolunu aydınlatan bir ışık mesabesindedir. Ne zamanki âlimler halktan kopup yöneticilere yaklaşırlarsa işte o zaman âlim vasfını kaybedip sadece muallim olurlar. Muallim sadece ilim öğretir ama öğrettiği ilim ile amel etme noktasında zaafiyetler yaşar. Bazen korku, bazen dünya sevgisi bazen de rahatlık âlimi yolundan saptırır. Âlimin ölümü nefes alıp vermesinin bitmesi demek değildir. Bilakis âlimlik vasfının yok olması âlimin ölümüdür. Âlim ölür ise dünya ölür!

Evet, risaletin yaşı ilerledikçe âlimlerin sayısı azaldı. Âlimlerin sayısı azaldıkça fikrî buhran baş gösterdi ve nihayetinde İslâm ümmeti darmadağın olup devletini kaybetti. Bugün ümmetimizin yaşadığı şiddetli musibetlerin temel kaynağı âlim kıtlığıdır. Cumhuriyet tarihine bir bakın! Hilâfet’in kaldırılmasına Şeyh Said gibi istisna âlimler hariç sessiz kalan ulema sayesinde cumhuriyet bu topraklara habis bir ur gibi yerleşmiştir. Sosyal medyanın olmadığı, bilgiye ulaşmanın çok meşakkatli olduğu bir zaman diliminde cumhuriyetin ilan edilmesine seyirci kalan halka söyleyecek hiçbir sözümüz yoktur. Zira onlara nasıl bir tehlike ile karşı karşıya kaldıklarını gösterecek, onlara mum yakacak âlimlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azdı. Âlimlerin suskunluğu Hilâfet’i kaldırmış ve yerine cumhuriyet nizamını getirmiştir. Sonrası da bundan pey farklı değildir. Cumhuriyetin kurucusu ve koruyucusu olan güruh, demir yumruk gibi halkın üzerine çullanıp küfür hükümlerini Müslüman halkın üzerine tatbik ettiğinde halk yine yalnız kalmıştır. Kendisine yol gösterecek bir âlim bulamamıştır. Netice itibariyle Cumhuriyet Dönemi’nde âlimler, muallimden öğretmenliğe devşirilmiş ve bu devşirme öğretmenler İslâm’dan alabildiğine uzak bir nesil yetiştirmek için iş başı yapmıştır.

Cumhuriyet Dönemi Türkiye’deki ilim ehli için hakikatten ibretliktir. Tüm şiddet ve baskılara rağmen dinini öğrenen ve öğretmek isteyen bir grup her daim varlığını sürdüre gelmiştir. Müslümanların itibar edip sarıldığı bu grup cumhuriyet rejiminin baskıları karşısında ya direnip zulme karşı duracaklardı ya da rejimle bir şekilde uzlaşacaktı. Onlar uzlaşmayı seçti! Dikkat edin! İslâm’a alenen savaş açmış ve sırf şapka giymediği için binlerce Müslümanı darağaçlarında sallandırmış olan bu rejim tekke ve zaviyelerin kapatılmasına dair “devrim kanunu” olmasına rağmen bazı kesimleri bu kanundan istisna etmiş ve onlara dokunmamıştır. Bunun adı uzlaşı değil de nedir?!

Bu uzlaşının Müslümanlar nazarında kabul görmesi için yapılması gereken basitti: İhanetin üzerini şer’î hükümler ile örtmek. Defterler karıştırıldı, eski metinler gözden geçirildi ve nihayetinde mesaleh-i mürsele, istihsan, ehven-i şer gibi kaideler bu iş için uygun görüldü. Öyle ki bu kaidelerin kabul edilmiş şartları dahi göz ardı edilip her şey menfaat ve maslahat esasına göre bina edilmeye başlandı. Böylece ilim ehli kişilerce rejim kendisini temize çıkartıp ihanetlerin gizlenmesi başarılmıştır.

Demokrasinin yani Batı menşeili küfür nizamının Müslümanlar tarafından kabul görmesinin başlıca sorumlusu da elbette kendisine âlim dedirten zevattır. Karşı bir fikir üretmekten aciz bu kesim, demokrasinin küfür rejimi olduğunu ve İslâm’a taban tabana zıt olduğunu açık ve kesin bir dille haykırmaktan ziyade demokrasinin İslâm ile çelişmediğini İslâm ile çelişmiyorsa alınmasında da bir beis olmadığını dile getirmiştir. Hatta ve hatta düşmanın silahıyla silahlanıyoruz diyerek demokrasiyi benimsemeksizin onu kullanmayı, onun vasıtasıyla İslâm’ı geri getirmeyi teklif etmişlerdir. İşte böylece demokrasi Müslüman halk nazarında yavaş yavaş doğallaşmıştır. Demokrasinin doğal bir hâle gelmesi nesillerin bozulmasını ve her geçen gün İslâm’dan uzaklaşılmasını da beraberinde getirmiştir. Ahlaksızlık yaygınlaşmış ve kanıksanmıştır. Ahlaksızlığın sokaklara taşmasıyla birlikte ehli ilim sanki bu resimde hiçbir dahili yokmuş gibi, sanki işlerin bu hâle gelmemesi için büyük bir mücadele vermiş gibi halkı eleştirmeye başlamış ve halkı işe yaramaz ve iflah olmaz bir varlık olarak yaftalamıştır. Hiç aynaya bakmadan suçlu aramıştır! Oysa insanları bu hâle getiren, kendilerinden başkası değildir. İktidara ve topluma kendini kabul ettirmek için onların isteklerine uygun hükümler icat eden, insanları dinin hükümlerine göre yaşamaları için onlara yol göstermesi gerekirken yaşadıkları hayatı İslâm’a uydurmakla meşgul olan ilim ehli insanlardır. Misal olarak demokratik seçimlerde oy kullanma meselesini ele alalım. Demokratik seçimlerde oy kullanma yönetime iştirak için birilerini kendi adına vekil tayin etmek demektir. Vekil tayin edilen kişinin işlediği haramlar onu vekil tayin eden kişiyi de direkt olarak ilgilendirmektedir. Zira haram üzerine yardımlaşılmaz ve haram işleyeceği açık olan birine vekâlet verilmez. Demokratik seçimlerde oy kullanmak haramdır ve bu hakikate ulaşmak için ciltler dolusu kitap okumanıza, Kur’an-ı Kerim’i ezbere bilmenize gerek yoktur. İslâm hakkında genel bir bilgi ve demokrasi hakkında genel bir bilgi kâfidir. Hakikat böyle olmasına rağmen her seçim döneminde adeta çözülemeyen bir matematik problemi üzerinde yapılan tartışma gibi tartışmalar yaşanır. Ehven-i şer yani kötünün iyisi imdada yetişir ve neticede ne halk küstürülür ne rejim ne de Allah Subhanehu ve Teâlâ!

Ehven-i şer kaidesi Mecelle’den beri fıkıh hayatına girmiş olsa da son yıllarda ona da ihtiyaç kalmamıştır. Artık demokratik seçimler hak, batıl mücadelesi olarak gösterilip malum partiye oy verenlerin hak taraftarı olduğu dile getirilmektedir.

Peki bu vahim durum kimin eseri? Elbette ciltler dolusu kitapların önünde fotojenik pozlar veren, büyük adam gibi oturup küçük laflar eden ve kendisine âlim, hoca denilen şahsiyetlerin eseri!

Zaman değişti, şartlar değişti ve güçleştikçe güçleşti. Hilâfet’in kaldırılıp halkın demokratik sisteme entegre edilmiş olması işleri zorlaştırdı. Bilgiye ulaşmanın zor olduğu dönemlerde bilgili insanlara ihtiyaç vardı. Zira insanlar ihtiyaç duyduğu bilgiyi o kişilerden alır, onların sözlerine itibar eder, yap dediğini yapar, yapma dediğini yapmazdı. Lakin zaman değişti. Bilgiye ulaşmak kolaylaştı. Sadece bilgi pazarlayan hocaların devri kapandı. Google arama motoru onları değersizleştirdi ve onların yerini aldı. Artık öğretmenlere ihtiyacımız yok! Muallimlere de ihtiyacımız yok! Bizim ihtiyacımız İslâm’ın rol model olarak çizdiği âlimlerdir.

Bugün âlimler ne yapmalı? Artık namazı, abdesti, orucu bozan şeylerin neler olduğunu anlatmakla kifayet etmeyen; Müslümanların çağın sorunları karşısında takınması gereken tavırların neler olduğunu ortaya koyan, Müslümanlara öncülük eden, zalimler karşısında gösterdiği tavırla örnek olan gerçek âlimlere ihtiyacımız vardır. Âlimler bu anlamda halka örnek olmalıdır.

İşte bu gerçek âlimler kendini gösterdiğinde; halkın güncel problemlerini sahih bir bakış açısı ve sağlam bir irade ile çözdüğünde, onlara gerçek ihtiyaçlarının ne olduğunu gösterdiğinde insanlar yeniden âlimlerine sarılacak ve onların yolunu takip edeceklerdir. Bunda zerre kadar şüphe yoktur.

 


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz