Toplumsal
bir varlık olan insan, diğer insanlarla kurduğu doğal alaka sonucunda
alakalarda/ilişkilerde bazen ahenkle karşılaşabildiği gibi bazen de
anlaşmazlıklarla karşılaşabilir. Taraflar arasında zuhur eden anlaşmazlıkların
giderilmesi yine huzurlu ve emin bir ortamın temin edilmesi için bir nizama
ihtiyaç gereklidir. Tarih boyunca insan toplumsal bir varlık olması hasebiyle
insanlarla doğal alakalar kurmuş bu alakaların tanzimi için de he zaman
düzene/nizama ihtiyaç duymuştur. Malum olduğu üzere bu da ya beşer ya da vahyin
bir ürünü olmuştur. Beşerin ortaya koyduğu hayat nizamları kaos, vahyin şekil
verdiği hayat nizamı ise adalet ve huzur getirmiştir.
Hilâfet
Devleti’nin tatbik ettiği İslâm nizamının gölgesinde insanların asırlar boyunca
istikrarlı ve güven dolu bir hayat yaşadıkları, görmek isteyen için aşikârdır.
Tarih sayfaları bu söylediğimizi ispat edecek örneklerle doludur. Ancak
makalemizin esas konusunu teşkil etmediği için oralara girmiyor İslâm nizamı
gölgesinde huzur ve güven dolu bir hayatın yaşandığını göstermek adına bir
tespit paylaşmak istiyorum. İslâm düşmanı olarak nitelenen on sekizinci
asır İngiliz sefirliğinde görev yapmış olan Sir James Porter şu sözleri sarf
etmiştir: “İster Türkler hırsızlığı insanlığa yakışmayacak menfur bir hareket
sayarak alçaklık ve şerefsizlik addetsinler, ister kanunun pek kahir
olmayan şiddetinden hakikaten yılmış olsunlar, her hâlde şurası muhakkaktır ki
İstanbul’da Türkler tarafından işlenmiş yankesicilik, dolandırıcılık ve
soygunculuk vakaları son derece nadirdir.”[1]
Bugün
insanlığın içerisinde bulunduğu karanlık dünyanın yegâne çaresi İslâmi esas
üzerine oturmuş ve yine ondan neşet etmiş nizamların hâkim olduğu bir yaşam modelidir. İnsanlar
arasındaki anlaşmazlıkların giderilmesi, istikrarın ve huzurun tesis
edilebilmesi Müslümanların beldelerinin hatta ve hatta tüm dünyanın suç ve
günah kirinden temizlenmesi İslâm nizamının, spesifik olarak da İslâm’ın ukubat
nizamının hayatımızda yeniden can bulmasıyla mümkündür. Ben de makalede
yitiğimiz olan İslâm ukubat nizamının temelini teşkil eden birtakım esasları
konu edinmek istiyorum -ki bu esaslar olmazsa yargı mekanizmasının sağlıklı
ilerlemesi mümkün değildir-. Zaten bu esaslara mebni bir yargılama
keyfiyetinden mahrum olduğumuz için adaletsizliğin ve güvensizliğin zirvesini
yaşamıyor muyuz? İşte bugün yargıda yaşadığımız garabet yargılamaların insanın
fıtratına muvafakat sağlayan İslâm’ın beyyinat hükümlerine (ispat vasıtaları)
göre değil de beşerin ortaya koyduğu beyyinat hükümlerine göre yapılıyor
olmasından kaynaklanmaktadır. Başka bir ifadeyle yaşanan hukuksuzlukların
sebebini kuşkusuz Batı’dan ithal edilerek uygulanan beyyinat hükümleri
oluşturmaktadır. Şüphesiz ki kulların
her fiiline ilişkin hitabı olan Şarî’nin yargılamada takip edilmesi gereken
esaslara ve usûllere ilişkin de bir düzenlemesi olmuştur. İşte şeriat
yargılamada takip edilmesi ve alınması gereken esasları delilleriyle beyan
ederek müstakil olarak beyyinat hükümleri ortaya koymuştur. Şer’î deliller
ışığında İslâm’ın öngördüğü beyyinat hükümlerini detaylandırmaya çalışalım.
Beyyinat
hükümlerinin çeşitlerine geçmeden önce kısaca beyyinatın ne anlama geldiğini
izah etmek yerinde olacaktır. Beyyine kelimesinin çoğulu beyyinat; ispat
vasıtaları anlamına gelmektedir. Fıkhi karşılığı davayı açıklığa kavuşturan her
şeydir. Beyyine davacının davasına getirdiği delildir. Dolaysıyla beyyinat hükümleri dava seyrinde
delil teşkil edebilecek esasi unsurlar demektir bir nevi…
Bunu
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şu hadisinde açıkça beyan
etmiştir:
الْبَيِّنَةُ عَلَى
الْمُدَّعِي وَالْيَمِينُ عَلَى مَنْ أَنْكَرَ
“Beyyine
(delil, ispat) davacıya aittir, yemin etmek ise inkâr edene düşer.” [2]
Belki
beyyinat hükümlerinin çeşitlerine girmeden önce altı çizilmesi icap eden diğer
önemli husus; beyinnelerin kesinlik içeriyor olması gerektiğidir. Yani davanın
seyrini belirleyecek etken olan beyyinenin zanna dayalı olması caiz değildir.
Çünkü beyyineler davanın ispatı ve davacının davasını delillendirebilmek için
gerekli olan burhanlardır. Şüpheden tamamıyla uzak olmadığı müddetçe ortaya
konulan iddia argümanı, beyyine (ispat vasıtası) mesabesinde olamaz. Belki
burada vurgulanmadığı taktirde eksik kalacak olan bir husus daha vardır o da;
beyyinelerin yakîne/kesin ispata dayalı olması, beyyinata dayalı olarak verilen
hükümlerin de kesin/mutlak sonuç olduğu anlamına gelmediğidir. Çünkü kesinlik
beyyinatlarda aranan bir şarttır. Lakin hâkim kesin ispata dayalı beyyine
üzerinden bir hükme varırken yani davayı hükme bağlarken zannı galibe
dayanmaktadır. Nitekim Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem davalara
ilişkin hüküm verdiğinde zannı galibe göre bunu yaptığını söylemiştir.
إِنَّمَا أَنَا بشَرٌ
وَإِنَّكُمْ تَخْتَصِمُونَ إِلَيَّ وَلَعَلَّ بَعْضَكُمْ أَنْ يَكُونَ أَلْحَنَ
بحُجَّتِهِ مِنْ بَعْضٍ فأَقْضِي لَهُ بِنحْوِ مَا أَسْمَعُ
“Ben
ancak bir beşerim (insanım) ve sizler gelip benim yanımda davalaşıyorsunuz.
Olur ki biriniz delilini ötekinden daha iyi ortaya koyabilir. Ben de ondan
işittiğime göre hüküm veririm…”[3] Bu
ve benzeri rivayetler hüküm verenin zanna dayalı olarak hüküm verdiğini
göstermektedir. Dolaysıyla ispat vasıtasının kesin olması farklı bir şey, bu
ispat vasıtasına göre hâkim in hükmederken zannı galibine dayanması farklı bir
şey…
Beyyinat
Çeşitleri
Beyyinat
çeşitleri; ikrar, yemin, şahitlik ve kesin olan yazılı evrak olmak üzere
dörttür. Bu dördünün dışında da başka beyyinat/ispat vasıtaları yoktur. Belki
hemen vurgulamakta fayda vardır; karine yani bir şeyin varlığına işaret eden
emare şeri beyyinelerden değildir. Karinenin şeri bir beyyine türü olduğunu
gösteren şeri delil mevcut değildir.
İkrar/İtiraf:
İtiraf
ve kabul etmek anlamlarına gelen ikrarın beyyinatlardan sayılmasının Kur’an’dan
delili şu ayet-i kerimedir:
وَإِذْ أَخَذْنَا
مِيثَاقَكُمْ لاَ تَسْفِكُونَ دِمَاءكُمْ وَلاَ تُخْرِجُونَ أَنفُسَكُم مِّن
دِيَارِكُمْ ثُمَّ أَقْرَرْتُمْ وَأَنتُمْ تَشْهَدُونَ
“Kanınızı
dökmeyin ve yurdunuzdan birbirinizi sürmeyin diye sizden misak (söz)almıştık.
Sonra siz bunu ikrar (kabul) ettiniz. Ve siz buna şahitlik ediyorsunuz.”[4]
Bu ayet-i kerimede Allah İsrailoğulları’dan birtakım sözler aldığını ve onların
da bu sözleri ikrar ettiklerini/doğruladıklarını beyan etmektedir. Yine bu
ayetten açıkça görülmektedir ki ikrar bir iddianın varlığını ispat için şer’î
dayanağı olan bir beyyinedir. Konuyla alakalı Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve
Sellem hadiste şöyle buyurmaktadır:
أَحَقٌّ مَا بَلَغَنِي
عَنْكَ قَالَ وَمَا بَلَغَكَ عَنِّي قَالَ
بَلَغَنِي أَنَّكَ وَقَعْتَ بِجَارِيَةِ آلِ فُلَانٍ قَالَ
نَعَمْ قَالَ فَشَهِدَ أَرْبَعَ
شَهَادَاتٍ ثُمَّ أَمَرَ بِهِ فَرُجِمَ
“Senin
hakkında bana ulaşan (bilgiler) doğru mu? O (Maiz) dedi ki: Hakkımda sana
ulaşan nedir? O (Efendimiz): Senin hakkında bana ulaşan, falan ailenin cariyesi
ile bir vukuatta (zinada) bulunmandır. O (Maiz): Evet dedi ve dört defa
şahitlik (itiraf) etti ve Rasulullah onun recmedilmesini emretti.”[5]
Her
ne kadar ikrar ispat vasıtalarından olsa da olayı tahkik eden hâkim davalının ikrarı ile hemen yetinmemelidir.
Hâkim ikrarda bulunan kişinin neyi ikrar ettiğini ve bu ikrarın karşılığındaki
cezasının bilincinde olduğundan emin olmalıdır. Zira Maiz zina ettiğini itiraf
ettiğinde Rasulullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem ikrarı hakkında üç defa
soru sordu ve ailesinden de onu soruşturdu hatta olayı netleştirmek adına
normal hallerde konuşulması uygun olmayan konuları sormaktan çekinmedi. Evet,
ikrar başlı başına bir ispat vasıtasıdır ancak hâkim netleştirmek adına ikrarla
yetinmeyip meseleyi açmalıdır ve davalı nezdinde ikrar ettiği şeyin net
olduğundan emin olmalıdır.
Yemin:
Yemin,
lügatte kuvvet manasındadır. Fıkıhtaki ise, “sözü, özel bir şekilde Allah’ı
veya onun sıfatlarını zikrederek kuvvetlendirmek.”[6] demektir.
Yeminin bir ispat vasıtası olduğu konusunda alimler ittifak etmişlerdir. Şer’î
naslardan çıkan sonuca göre yemin, hâkimin hükmüne mesnet olabilecek ispat
vasıtalarından/beyyinatlardan biridir. Yemin davalının delili olarak kabul
edilir. Yeminin ispat vasıtalarından olduğunun delili Maide Suresi’ndeki şu
ayet-i kerimedir:
لاَ يُؤَاخِذُكُمُ اللّهُ
بِاللَّغْوِ فِي أَيْمَانِكُمْ وَلَكِن يُؤَاخِذُكُم بِمَا عَقَّدْتُمْ
الأَيْمَانَ فَكَفَّارَتُهُ إِطْعَامُ عَشَرَةِ مَسَاكِينَ مِنْ أَوْسَطِ مَا
تُطْعِمُونَ أَهْلِيكُمْ أَوْ كِسْوَتُهُمْ أَوْ تَحْرِيرُ رَقَبَةٍ فَمَن لَّمْ
يَجِدْ فَصِيَامُ ثَلاَثَةِ أَيَّامٍ ذَلِكَ كَفَّارَةُ أَيْمَانِكُمْ إِذَا
حَلَفْتُمْ
“Allah,
boş bulunarak ettiğiniz yeminlerle sizi sorumlu tutmaz. Ama bile bile
yaptığınız yeminlerle sizi sorumlu tutar. Bu durumda yeminin kefareti, ailenize
yedirdiğinizin orta hâllisinden on yoksulu doyurmak yahut onları giydirmek ya
da bir köle azat etmektir. Kim (bu imkânı) bulamazsa, onun kefareti üç gün oruç
tutmaktır. İşte yemin ettiğiniz vakit yeminlerinizin kefareti budur.”[7]
Rasulullah
SallAllahu Aleyhi ve Sellem davalı için yeminin ispat vasıtası olduğunu
şu sözleriyle bizlere bildirmiştir:
الْبَيِّنَةُ عَلَى
الْمُدَّعِي وَالْيَمِينُ عَلَى مَنْ أَنْكَرَ
“Beyyine
(delil, ispat) davacıya aittir, yemin etmek ise inkâr edene düşer.”[8]
Makalemin
asıl konusu ana hatlarıyla beyyinat hükümlerini açıklamak olduğu için yemin
konusuyla alakalı tafsilata girmeyi gerek görmüyorum. İspat vasıtası bağlamında
yemin konusuyla alakalı göz ardı edilmemesi gereken bir husus vardır. Yemin
ettirenin niyetine göre yemin etmek gerekir. Yani yemin edenin niyetine göre
değil, davacının niyetine göre yemin edilmelidir. Daha da anlaşılır bir ifadeyle davalının
yemin ederken tevriye kullanmadığına dikkat edilmelidir. Çünkü yeminde tevriye
kullanmak kesinlikle caiz değildir. Yemin ettirenin niyetine göre yemin
edildiğinden emin olunmalıdır. Bunu Allah’ın Rasulü’nün şu hadisi teyit etmektedir:
الْيَمِينُ عَلَى نِيَّةِ
الْمُسْتَحْلِفِ
“Ettirilecek
olan yemin, (yemin) ettirenin niyetine göredir.”[9]
Şahitlik:
Şehadet
yani şahitlik mahkemede hâkim huzurunda “ben şehadet ederim ki” lafzıyla
hakkı ispat etmek kastıyla doğru olan haberi vermektir. Şahitliğin tarifi
budur. “Şehadet” kelimesi müşâhade” kelimesinden türemiştir. Bununla birlikte
bu kelime muayene manasını taşımaktadır. Ortada muayeneyi gerektiren bir durum
varsa veya muayene türünden sayılan işitme ve dokunma gibi hâller olduğunda
şahitlik söz konusu olur. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem hadisinde
şöyle buyurmaktadır:
إذَا رَأَيْتَ الشَّمْس
فَاشْهَدْ وَإِلَّا فَدَعْ
“Güneşi
gördüğün gibi (kesin bildiğin taktirde) şahitlik yap, aksi taktirde bırak.”[10]
Bu hadis kesinliğinden şüphe edilmeyen bir bilgiye dayanmadığı müddetçe herhangi
birisinin şahitlikte bulunmasının doğru olmadığına delildir. Zanna binaen
şahitlik yapmak caiz değildir. Muayene yahut da duyu organları vasıtasıyla elde
edilen bilgi kesin bilgi türünden olmaktadır. Ancak bu durumda kişi şahitlikte
bulunabilir. Bu yollardan birisiyle gelmeyen şahitliğin kabulü söz konusu
değildir. Çünkü bir davanın açıklığa kavuşturulmasında ispat vasıtası/beyyinat
olarak kullanılan şahitlik kesinliğe dayanmalıdır ki delil niteliği teşkil
etsin. Tekrar hatırlatacak olursak; beyyinat hükümlerinin esası kesin olması
üzerine temellenmektedir. Aksi taktirde beyyine olma özelliğini kaybeder.
Dolaysıyla “kîlü kal”e yani başkasından işitmeye dayalı şahitlikler asla caiz
değildir. Yani şahidin mahkemede “ben insanlardan duydum ya da insanlar
bunun hakkında şöyle şöyle dediler” gibi ifadeler kullanarak şahitlikte
bulunması kesinlikle şeran doğru olmaz. Şer’î delillerden hareketle fakihler
bazı hususlarda duyuma dayalı şahitliğin kabul edilebileceğini söylemişlerdir.
Yine şahitlik konusuyla alakalı; şahitliğin şartları, şahitte aranan adaletin
şartının tarifi ve ne anlaşılması gerektiği, kadınların şahitliği gibi konular
fıkıh kitaplarının beyyinat kısmında fazlasıyla yer bulmuştur. Okurlarımızdan
dileyen ve beyyinat hükümleri ile alakalı daha fazla detaya vakıf olmak isteyen
kardeşlerimiz; alanında yapılmış kapsamlı ve müstakil bir çalışma olan Köklü
Değişim Yayıncılığın yayımladığı “Beyyinat Hükümleri” adlı kitaptan istifade
edebilirler. Asıl konumuz şahitliğin beyyineden olduğunun ispatı olması
hasebiyle fıkhi tafsilata girme gereği olduğunu düşünmüyor ve şer’î
delillerinden birkaç tanesini paylaşmakla yetiniyorum:
Allah
Azze ve Celle şöyle buyurmaktadır:
وَاسْتَشْهِدُواْ شَهِيدَيْنِ
من رِّجَالِكُمْ فَإِن لَّمْ يَكُونَا رَجُلَيْنِ فَرَجُلٌ وَامْرَأَتَانِ مِمَّن
تَرْضَوْنَ مِنَ الشُّهَدَاء
“…Erkelerinizden iki şahit gösterin; eğer
iki erkek yoksa razı olduğunuz şahitlerden bir erkek ve iki kadın olsun…”[11]
Rasulullah
SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:
أَصْبَحَ رَجُلٌ مِنَ
الْأَنْصَارِ مَقْتُولًا بِخَيْبَرَ فَانْطَلَقَ أَوْلِيَاؤُهُ إِلَى النَّبِيِّ
صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَذَكَرُوا ذَلِكَ لَهُ فَقَالَ لَكُمْ
شَاهِدَانِ يَشْهَدَانِ عَلَى قَتْلِ صَاحِبِكُمْ قَالُوا يَا رَسُولَ اللَّهِ
لَمْ يَكُنْ ثَمَّ أَحَدٌ مِنَ الْمُسْلِمِينَ وَإِنَّمَا هُمْ يَهُودُ وَقَدْ
يَجْتَرِئُونَ عَلَى أَعْظَمَ مِنْ هَذَا قَالَ فَاخْتَارُوا مِنْهُمْ خَمْسِينَ
فَاسْتَحْلَفُوهُمْ فَأَبَوْا فَوَدَاهُ النَّبِيُّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ مِنْ عِنْدِهِ
“Ensar’dan
bir adam Hayber’de katledildi. Ardından velileri Nebi SallAllahu Aleyhi ve
Sellem’e gelerek vaziyeti Kendisine bildirdiler. O (Rasulullah), arkadaşınızın
katledildiğine dair iki şahidiniz var mı? dedi. Onlar dediler ki: Ya
Rasulullah! Orada Müslümanlardan bir kimse yoktu. Ancak onlar Yahudi
kimselerdi. Bundan (şahitlikten) daha büyüğüne cüret edebilirler. O
(Rasulullah) dedi ki: Onlardan (Yahudilerden) size yemin edecek elli kişiyi
seçin. Ve Nebi kendi nezdinden (Devlet Hazinesi’nden) onun diyetini ödedi.”[12]
Kesin
Olan Yazılı Evrak:
يَاَأيُّهَا الَّذِينَ
آمَنُوا إِذَا تَدَايَنتُمْ بِدَيْنٍ إِلَى أَجَلٍ مُّسَمًّى فَا كْتُبُوهُ
“Ey
iman edenler! Muayyen bir vade için borçlandığınız zaman onu yazın…” [13]
Bu
ayet-i kerimede Allah Azze ve Celle vadeli muamelelerde bulunduklarında,
müddeti korumak için yazmalarını ve böylece de şahit tutmalarını inananlardan
talep etmektedir. Bu tür yazılar hak sahibinin hakkını ispat eden evraklardır.
Bu sebeple yazılı evrak ispat vasıtalarından sayılmaktadır. Ayetteki yazma
talebi genel olarak geldiğinden tüm yazıları ve yazılı evrakları kapsamına
almaktadır. Ancak ne var ki; Şarî yazılı evrakların türlerini vs. tüm
tafsilatıyla açıklamamıştır. Günümüze kadar var olan yazılı evraklar incelendiğinde
üç kısma ayrıldığı görülür. İmzalı evraklar, yetkili ve resmî dairelere ait
evraklar ve imzası olmayan adî evraklar.
İmzalı
Evraklar: Noter veya resmî bir makam huzurunda ya da
resmî bir dairede olmasa da bizzat kişinin kendisinin imzaladığı yazılı evrak
türleridir. Bu tür imzalı yazılı evraklar kişinin diliyle yaptığı ikrar
gibidir. Resmî makamın huzurunda atılmış olmasının imza ispatını
kolaylaştırmaktan öte bir manası yoktur. Yazıyla ikrar dil ile ikrardan farklı
değildir. Nasıl ki ikrar ispat vasıtalarındandır, öyleyse kişinin imzasının
ikrarı da dil ile ikrar gibidir ve beyyinattan sayılır.
Resmî
Evraklar: Resmî evraklar kanun çerçevesinde kanuna
uygun olarak özel vazifeliler tarafından düzenlenen evrakladır. İbraz edenden
içeriğinde bulunun hususları ispat etme şartı aranmaksınız hüküm verilebilir.
Sahte olduğu sabit olmadıkça resmî evraklarla amel edilir. Resmî kurumlardan
verilen doğum belgesi, boşanma evrakı, evlilik cüzdanı gibi evraklar içeriğinde
bulunan hususların ispatına gerek olmaksızın beyyine sayılır. Yetkili daireler
tarafından verilen evraklar resmî evrak mesabesinde/kuvvetinde değildir. Ancak
şahsın kendisi tarafından itiraf edilmesi hâlinde bu tür evraklara dayanılması
doğru olur ve hüccetten sayılabilir.
İmzası
Olmayan Adi Evraklar: Adi evraklar kişinin kendi el yazısı
ile kaleme alınmış veya kâtibe yazdırılmış ya da bizzat kendi isteğiyle
düzenlenmiş evraklardır. Bu türden evrakların hepsi adi evraklar statüsünde
değerlendirilir. Hatta imzasız mektuplar ve ticari defterler de bu kapsamda
değerlendirilebilir. Yazının kendisine ait olduğu yahut kendisinin yazılmasını
emrettiği veya kâtibe yazdırdığı ikrar edildiğinde bağlayıcıdır ve ispat
vasıtalarından sayılmaktadır.
Bu
beyyinlerin tamamı hakkında Kur’an’dan ve Sünnet’ten deliller vardır.
Beyyinatlar dışındaki karineler (bir şeyin varlığına işaret eden emare)
hakkında ise ne Kur’an’da ne de Sünnet’te delil mevcuttur. Karinelerin
beyyineden olduklarına dair delil olmadığı müddetçe ispat vasıtalarından
sayılamazlar. Mesela iz köpeklerinin karine olarak dikkate alınacakları
muhakkaktır. Ancak iz köpekleri müstakil bir şekilde beyyine türlerinden
değildir. İz köpeklerinin dikkate alınacağı başka bir şey, beyyine dediğimiz
ise çok daha başka bir şey. Parmak izi, kan tahlili, fotoğraf ve benzeri
hususlar yine güvenlik kameralarını da bu kapsamda değerlendirmek mümkün.
İpuçları olmaktan öteye geçemezler. Bu saydıklarımızın kıymeti harbiyelerinin
olmadığı anlamında söylemiyorum. Kendi başına asla şer’î dayanağı olan ispat
vasıtalarından yani beyyinlerden değildir, bunu söylemeye çalışıyorum.
İslâmi
yargıda usul ve esaslar konusu bağlamında son olarak önemine binaen hâkim/kadı
çeşitlerine değinmek istiyorum. İslâm’da üç türlü hâkim vardır. Bunlar:
1-
Hâkim: Sadece insanlar arasında muamelat ve ukubata dair
anlaşmazlıkları hükme bağlayıp, sonuçlandırmakla görevli olan kimse.
2-
Muhtesib: Toplum hakkına zarar veren aykırı davranışlar ile
ilgili olarak hüküm vermekle görevli olan kimse.
3-
Mezalim hâkimi: İnsanlar ile devlet arasında görülen
anlaşmazlıkları kaldırmakla görevli olan kimse.
İşte
hâkim/yargı çeşitleri bunlardır. Anlaşmazlıklara dair insanlar arasında ayırıcı
hükmü vermek şeklindeki yargının yani hâkimin varlığının delili Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’in fiilî uygulamaları ve Muaz Bin Cebel RadiyAllahu Anh’ın,
Yemen’in bir bölgesine tayin etmesidir. Bilindiği üzere Hisbe toplum hukukuna
zarar veren hususlarda, bağlayıcı olmak üzere şer’î hükmü haber vermektir.
Muhtesib diye de adlandırılan ve toplum hukukuna zarar veren aykırı davranışlar
hakkında hüküm vermek şeklindeki yargının delili ise Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’in fiili ve sözü ile sabittir. Müslim’in Sahih’inde, Ebu
Hureyre’den rivayet edilen şu hadis yer almaktadır:
أَنّ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى
اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مَرَّ عَلَى صُبْرَةِ طَعَامٍ فَأَدْخَلَ يَدَهُ
فِيهَا فَنَالَتْ أَصَابِعُهُ بَلَلًا فَقَالَ مَا هَذَا يَا صَاحِبَ الطَّعَامِ
قَالَ أَصَابَتْهُ السَّمَاءُ يَا رَسُولَ اللَّهِ قَالَ أَفَلَا جَعَلْتَهُ
فَوْقَ الطَّعَامِ كَيْ يَرَاهُ النَّاسُ مَنْ غَشَّ فَلَيْسَ مِنِّي
“Rasululah
Sallallahu Aleyhi Ve Sellem, bir buğday yığınının yanından geçerken elini, o
yığının ortasına daldırmış parmağına nemli bir bölüm isabet edince şöyle
buyurmuştur: Ey buğdayın sahibi, bu da ne oluyor? Adam: Ey Allah’ın Rasulü, ona
yağmur isabet etti deyince; şöyle buyurdu: Herkesin onu görmesi için neden
buğdayın üst tarafına koymadın? (Bizi) aldatan, benden değildir.”[14]
Mezalim
ise insanlar ile halife yardımcılarından biri, valileri veya memurları arasında
meydana gelen anlaşmazlıklar hususunda ya da gereğince insanlar arasında hüküm
verilecek ve yönetilecek şer’î bir nassın manasında görülen ihtilaf hususunda
bağlayıcı olmak üzere şer’î bir hükmü haber vermektir. Mezalim bir nevi;
yönetici aleyhine bir şikâyettir. Mezalim hâkimi delili, Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’in sözleri ve fiilleridir. Delil olması bakımından şu
hadisi paylaşalım:
وَإِنِّي لَأَرْجُو أَنْ
أَلْقَى اللَّهَ وَلَا يَطْلُبُنِي أَحَدٌ بِمَظْلَمَةٍ ظَلَمْتُهَا إِيَّاهُ فِي دَمٍ وَلَا مَالٍ
“Herhangi
bir kimsenin, kan ya da mal hususunda kendisine yapmış olduğum bir zulüm ve bir
haksızlığın karşılığını benden istemeksizin Aziz ve Celil olan Allah’ın
huzuruna çıkmayı ümit ederim.”
Rasulullah
SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in hadis ve uygulamalarında varit olan üç
yargı türünü de görmek mümkün. Yenileyecek olursak, söz konusu bu türler ise
insanlar arasındaki anlaşmazlıkları çözmek, toplum hakkına zarar veren şeyleri
önlemek ile yöneticiler ve memurlar ile yönetilenler arasındaki anlaşmazlığı
kaldırmaktır.
Yargı
ile insanlar arasındaki anlaşmazlıklar çözümlenir ya da toplum hakkına zarar
verecek olan şey önlenir. Bunu gerçekleştirecek en ideal yargı mekanizması ise
insanın fıtratına muvafakat sağlayan İslâm nizamından neşet eden yargı sistemi
ile mümkündür. Dolaysıyla bugün yargıda yaşanan garabetler, garabetin müsebbibi
kapitalizm sisteminin içerisinde çözüm aramakla asla son bulmayacaktır. Problem
üreten sistemin kendisinden problemlerin hâllini beklemek beyhude bir bekleyiş
olacaktır.
[1]
Danişmend, Garb Menba’larına Göre Eski Türk Seciyye ve Ahlâkı, s. 10.
[2]
Beyhaki
[3]
Buhari, Muslim
[4]
Bakara, 84
[5]
Muslim
[6]
Kal’âcî, Mu’cemu Lugati’l-Fukahâ’, s.484.
[7]
Maide, 89
[8]
Beyhaki
[9]
Muslim
[10]
Hakim
[11]
Bakara, 282
[12]
Ebu Davud
[13]
Bakara, 282
[14]
Muslim
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış