Cumhuriyet yargısı,
kurulduğu günden bugüne mahkemelerinde verilmiş haksız kararlarıyla kendinden
sürekli söz ettirir olmuştur… Asli zihniyeti ve kuruluş felsefesi gibi Batı’dan
ithal ettiği onca nizam da, üzerine zorla giydirilmeye çalışılan deli gömleği misali
halk nezdinde itibar ve takdir görmemiş; çeşitli dayatma ve zorbalıklarla
insanların bu sistemi kabul etmesi ya da en azından müesses nizama isyan
etmemesi sağlanmak istenmiştir. Fakat bunda çok da başarılı olduğu söylenemez.
Zira bu minvalde kolluk kuvvetleri marifetiyle baskılanan halkın içinden
kimileri çıkmıştır ve bunların; gayri İslâmi nizamı kabullenip benimsemeye,
uygulamaları karşısında sinip saklanmaya, haksızlıklara rağmen susup görmezden
gelmeye hiç de niyetleri olmamıştır. Sistemin kendisine düşman gördüğü ve
çeşitli yaftalamalarla toplumda etkisiz hâle getirmek istediği adamlardır
bunlar. Yaşadıkları zamana damgalarını vurmuş, hak sözü yüceltme ve davalarına
sadakatleri noktasında simge isimler olarak Müslüman halkın zihin dünyasının en
nadide noktasında kendilerine yer edinmişlerdir.
Bu makale, bir
nebze “bizim hikâyemiz” denilebilecek
kıvamda, Müslüman Türkiye halkının Cumhuriyet mahkemelerinin her döneminde
muhatap kaldığı zulmün bazı sahnelerini bünyesinde barındıracaktır. Zannederim,
çoğumuzun da ucundan kıyısından, uzaktan yakından şahitliğini yaptığı, hiç
olmazsa duyup okuduğu sahneler… İstiklal Mahkemeleri karşısında bir İskilipli
Atıf; Sıkıyönetim mahkemelerinde bir Necip Fazıl; 60’lı yılların Ağır Ceza
Mahkemesi’nde bir Ercüment Özkan; 28 Şubat’ın karanlık günlerinde yüzlerce
mağdur; DGM’lerde bir Yılmaz Çelik; Özel Yetkili Mahkemelerde bir Serdar Kaya
ve AK Parti tarafından şekillendirilen günümüz yerli ve milli yargısında bizler ve diğer İslâmi cemaatler…
Dün, İslâmi davet
çalışmalarında -eğrisi doğrusuyla- önemli çabaların sahipleri olarak tebarüz
etmiş isimlerle, bugün İslâmi faaliyetlerle hemhal olurken yolları bu
mahkemelere düşmüş bazı Hizb-ut Tahrir üyelerinin mahkeme heyetiyle gerçekleşen
diyaloglarından kısa paylaşımlarda bulunmak istiyorum bu makalede.
Dünden bugüne
İslâmi davet taşıyıcılarının davet çalışmaları esnasında uğrak noktası arasında
bulunan mahkemeler; bu zevata karşı çoğu zaman düşmanca alınmış kararlara imza
atmış, hukuk garabeti olarak tarihe geçen hüküm ve içtihatlarda bulunmuşlardır.
Kimi kararlar, hukuksuzlukta dudak uçuklatacak cinsten kararlardır: “şahitler bilahare dinlenmek suretiyle
mahkumun idamına!...”
İstiklal Mahkemeleri’nde bir simge isim; İskilipli Atıf
Hoca
İskilipli Atıf Hoca’nın yargılanması ile ilgili olarak
en önemli belgeler şüphesiz ki TBMM’nde bulunan İstiklal Mahkemesi
zabıtlarıdır. Atıf Hoca’nın yargılanmasında yaşananlar ilginç olduğu kadar,
-1992’de Meclis İnsan Hakları Komisyonu’nun TBMM’den Atıf Hoca’ya ait
yargılandığı Ankara 2. İstiklal Mahkemesi arşivlerini talebi sonrasında
yaşananlarda olduğu gibi- dikkat çekicidir de. Mezkûr İnsan Hakları
Komisyonu’nun talep ettiği defterler eksiktir ya da Komisyon’a eksik
verilmiştir. “Bu belgeler, 1993 yılında
“Ankara İstiklal Mahkemesi Zabıtları”1 adı altında İşaret Yayınları tarafından kitaplaştırılır. Kitabın
yazarı Ahmet Nedim, zabıt defterlerinin toplam 12 adet (402 sayfa) olduğunu
ancak eldeki defterler içerisinde dördüncü ve beşinci defterlerin (103-170.
sayfalar) bulunmadığını ve hatta altıncı defterin de 10 sayfasının (181-189.
sayfalar) yırtılmış olduğunu ifade etmekte ve mecliste görevli bulunanların
neden korumacı davrandıklarına anlam verememektedir. Atıf Hoca’nın
yüzleştirilme ve uzunca savunma yaptığı bölümlerin ne zaman eksiltildiği ise
şimdilik meçhul!” 2
İskilipli Atıf Hoca
önce Giresun İstiklal Mahkemeleri’ne “Şapka
hadiseleri” ile ilgili olarak götürülmüş, nitekim tüm yüzleştirme,
sorgulama ve yargılamaların ardından da beraat etmişti. Hâl böyleyken Hoca,
önce İstanbul’a getirilmiş, ardından Ankara’ya, yine İstiklal Mahkemeleri’nde
hâkim karşısına çıkarılmıştı. Kemalist zevat, Giresun mahkemesindeki
yargılamayla Ankara İstiklal Mahkemesi’ndeki yargılamaların farklı suçlamalara
binaen yapıldığını iddia etse de davaların incelenmesi sonucu görülen odur ki
tüm yargılamalar, “Frenk Mukallitliği ve
Şapka” adlı kitap ve “halkın (bu
kitap kullanılarak) isyana teşvik edilmesi” suçlaması çerçevesinde
dönmektedir. Adı geçen kitapçığın isyanlardan ve mahkeme sürecinden 1,5 yıl
önce yazıldığı düşünüldüğünde hukuk garabeti daha da net ortaya çıkmaktadır.
Olaylara adı
karışmış bulunan kişilerle tanışıklığı ve irtibatı bir türlü kurulamamasına
rağmen İskilipli Atıf’ın siyasi karakteri mevzu bahis edilmiş ve “Meşrutiyet’ten bugüne kadar, memlekette
ortaya çıkan inkılab hadiselerinin ve yenilik hareketlerinin en amansız
düşmanıdır.” gibi hususlar da, Hoca hakkında idam hükmünün verilebilmesinin
önemli bir gerekçesi olarak İstiklal Mahkemeleri’nin meşhur “üç Ali”sinden biri olan Savcı Necip Ali
(Küçüka) tarafından hazırlanan iddianamede dolgu malzemesi olarak
kullanılmıştır.
Nihayet 3 Şubat
1926 tarihinde Ankara İstiklal Mahkemesi’nin İskilipli Mehmet Atıf Hoca
hakkında oybirliğiyle aldığı “Bunlardan
Hoca Atıf Efendinin Türkiye Cumhuriyeti’nin yenilik ve ilerlemeye doğru attığı
adımlara mani olmak ve halkı isyan ve irticaa teşvik etmek kastıyla İstanbul'da
340 (1924) sonlarında Frenk Mukallitliği ve Şapka adlı eseri yayınladığı ve
muhtelif vasıtalarla memleketin muhtelif mahallelerine dağıttığı…” şeklinde
başlayan ve “yeniliğe ve Cumhuriyete
daimi bir düşman vaziyeti almış olan adı geçen kişinin son isyan hadisesi ile
maddeten ve manen alakadar bulunduğu bir çok delil ile anlaşıldığı ve ortaya
çıktığı için hareketinin… “Türkiye Cumhuriyeti’nin Teşkilatı Esasiye Kanunu’nu
tamamen veya kısmen tağyir… veya ifa-yı vazifeden men’ine cebren teşebbüs
edenler idam olunur” diyen muharrer fıkrası mucibince İskilipli Atıf Hoca’nın salben idamına…” diye nihayet bulan
karar metni, bir hukuk garabeti olarak tarihe geçmiş ve masum bir âlimin idam
fermanı olarak zihinlerimize kazınmıştır.
İskilipli Atıf
Hoca, kendisiyle bir bağlantısı kurulamadığı hâlde Şapka hadiseleri (ayaklanmaları) davasında azmettirici olarak
yargılanmış ve idam edilmiştir. Üstelik hadiselerden yaklaşık bir buçuk yıl
önce basılan risalesi delil gösterilerek… Bu yargılama ve hüküm, Türk Hukuk
tarihine kara bir leke olarak geçmiştir. Bu yargılamada Hoca’nın lehinde
şahitlik yapacakların dinlenmediği bile iddia edilmiş hatta halk arasında
İstiklal Mahkemeleri’nin gayri resmî mottosu şu ifadede kendini bulmuştur: “Şahitler bilahare dinlenmek suretiyle
mahkumun idamına!...”
Üstelik 26
Aralık’ta basına bir açıklama yapan Mahkeme Başkanı Kel Ali (Çetinkaya)’nın; “İnkılap düşmanlarına cumhuriyetin kahredici
yumruğu ile ağır bir darbe indirilmiştir. Yapılan muhakemeler ve tahkikat
sonrasında, İskilipli Atıf Hoca da dâhil bütün İstanbullu sanıkların masumiyeti
ortaya çıktı… Tutuklanan bu sanıkların bahsedilen isyan olayları ile hiçbir
suçlarının olmadığı, yakında salını verilecekleri…”3 sözlerinin
ardından Hoca’nın idam edilmesi, bir yerlerden infaz emrinin geldiğinin ve müesses nizamın İslâm’a ve Müslümanlara
olan kindar tutumunun apaçık göstergesidir.
Sıkıyönetim mahkemelerinde bir Necip Fazıl…
İskilipli Atıf Hoca
-Allah ona rahmet etsin-, döneminin simge ismi olarak taze Türkiye
Cumhuriyeti statükosu tarafından idam edilirken, ilerleyen zamanlarda kimi
simge isimler de Cumhuriyet’in adliye koridorlarının soğuk atmosferini teneffüs
ediyorlardı. İşte bu isimlerden biri de “Sultanu’ş-Şuara”
namıyla meşhur, Şair-Muharrir Necip
Fazıl (Kısakürek)… Üstad’ın
mahkemelerle teşrik-i mesaisi çokça olması hasebiyle biz, Müslümanlara yönelik
hukuk garabetleri minvalinde seyreden bu makalemizde, bir küçük alıntı ile
yetineceğiz…
Üstad Necip Fazıl,
1954’lü yıllarda çıkardığı Büyük Doğu mecmuasının bir sayısının kapağında,
Osmanlı arması işlemeli sanat eseri bir kumaş resmini yayınlar. Dönemin
savcılık makamı durur mu, mal bulmuş mağribi gibi “Padişahlık propagandası yapmak” gibi bir gerekçe ile derginin
ilgili sayısını toplatır ve Necip Fazıl’ı da mahkemeye sevk eder. Necip Fazıl,
mahkemede kendisini suçlayan savcının aymazlığını ortaya koyan gayet ibretli şu
sözü söyler:
“İçinde adalet işlerine bakılan bu binanın tepesinde aynı
Osmanlı arması var. Yoksa siz de mi padişahlık propagandası yapıyorsunuz?” Bu söz,
Cumhuriyet’in nasıl bir ihanetle ve çelişkiyle var olduğunun özeti aslında…
Necip Fazıl üstadın yaşadıkları, kıvrak zekâsı ve sivri dili ile ifade ettiği
çarpıklıklar bununla da sınırlı değil muhakkak.
Ercüment Özkan, 60’ların Ağır Ceza Mahkemesi’nde
1960’larda
Türkiye’de faaliyetlere başlayan Hizb-ut Tahrir’in ilk yargılanması 1967
yılında olmuş. Hizb-ut Tahrir üyeliğinden bu mahkemede yargılanan İktibas
Dergisi Kurucusu Ercüment Özkan,
çıktığı mahkemede, “Siz bana yüz yıl ceza
verseniz, Allah da yüz bir yıl ömür verse, ben çıkınca yine bu iş için
çalışacağım” diyerek İslâmi davet taşıyıcılarının, sistemin sokmak istediği
kalıba asla girmeyeceğini mahkeme heyetinin yüzüne haykırmıştı. “Birinci Ağır Ceza Mahkemesi’nde 13 ay süren
dava sonunda, 4 yıl ağır hapis, ömür boyu kamu hizmetlerinden men, 2 sene
Bingöl’de zorunlu ikamet cezası” verilen
Özkan, “bu ağır cezayı, mahkeme
heyeti karar odasına geçtiğinde arka kapıdan gelen beş kişilik MİT heyetinin
tesirine bağlamaktadır.”4
Mahkeme
koridorları, Cumhuriyet’in kuruluşundan bugüne binlerce mazlum ve mağdurun
uğrak yeri oldu şüphesiz. Fakat bu mağdurlar arasında birileri var ki onlar
yargı zulmünün yanı sıra çok daha farklı zulümlerle de karşı karşıya kaldılar;
iftira gibi, “terörist” olarak
yaftalanmak gibi…
DGM hâkiminin Besmele’ye tahammülsüzlüğü
Âdettendir;
Müslümanlar, konuşmasına, mektubuna başlarken hamdele, salvele ve besmeleyle
başlar. İşte Hizb-ut Tahrir üyesi Yılmaz
Çelik ve Serdar Kaya da bu
sünneti yerine getirmek istemişlerdi, 2003 senesinde Çelik, 2015 senesinde Kaya
yargılandıkları mahkemede savunma
metinlerini okurken… Benim de bizzat şahit olduğum bir olaydır bu: Yılmaz
Çelik, Arapça Allah’a hamd, Rasulü Muhammed Mustafa efendimize salatu selamla
başlayan savunmasını okurken mahkeme heyetinde bulunan DGM hâkimi Süreyya Gönül
adeta çıldırmışçasına Başkan Mehmet Orhan Karadeniz’e de çıkışarak; “Susturun şunu, sustursana! Burada bunları
okuyamazsın; Türkçe yapacaksın savunmanı!” gibi itirazlarda bulunuyor ve
Yılmaz Çelik’i susturmaya çalışıyordu. Bir şekilde sözlerini tamamlayan Çelik,
Allah’a hamd ve Rasulü’ne salavat içeren bu sözlerin ne manaya geldiğinin her
Müslüman tarafından bilinen hususlar olduğunu heyete izah ettiği hâlde, Hâkim
Süreyya Gönül, zabıt kâtibine emir vererek şu ifadelerin kaydedilmesini istedi:
“Sanık Yılmaz Çelik, yabancı dilde bir şeyler söyleyerek savunmasına başladı.” Düşünsenize;
İslâm’ın şiarlarına bu kadar uzak, hamd ve salavata “yabancı dilde bir şeyler” diyecek kadar yabancılaşmışlık… Yazık,
çok yazık…
DGM öyle de ACM farklı mı?
Yine Mehmet Orhan
Karadeniz’in heyeti… Sene 2015; DGM’ler kapanmış, yerlerine Özel Yetkili Ağır
Ceza Mahkemeleri açılmış. Bu kez kürsüde Hizb-ut Tahrir Üyesi Serdar Kaya var.
Serdar Kaya savunmasına besmeleyle başlayınca ortalık karışıveriyor. Heyetteki hâkimlerden
biri hemen Kaya’ya itiraz ediyor ve; “Besmele
ile başlayamazsın savunmana!” diyor. Başkan Karadeniz de hâkim arkadaşına
muvafakat ederek; “Besmele ile başlarsan
savunmanı geçersiz sayarım!” diyor. Fakat Serdar Kaya ısrarcıdır; öyle ki
sesini daha da yükselterek; hamdele, salvele ve besmelesini getirir. Bunun
üzerine mahkemede tansiyon bir anda yükseliyor. Hâkimlerin itirazları sürerken,
davayı izleyen Kaya’nın yakınları da tekbirler getirerek Serdar Kaya’ya destek
veriyorlar. Mahkeme bir anda “Allahu
ekber!” nidalarıyla inliyor. Bunun üzerine Başkan Karadeniz, kadınları ve
yaşlıları salonun dışarısına çıkarttırarak geride kalanların kimlik tespiti yapılmasını
ve mahkeme düzenini bozmaktan bu kişilere soruşturma açılmasını emrediyor. Bu
soruşturma davaya dönüştü mü bilmiyorum fakat bu ve benzeri tepkilerden
anladığım bir şey varsa o da, müesses nizamın mahkemelerinin de -tıpkı
Cumhuriyet’in kurucu felsefesi gibi- İslâm’ın en bariz şiarlarına bile
tahammülsüz olduğudur.
Günümüz yerli ve milli mahkemelerinden örnekler
Hizb-ut Tahrir,
dünya çapında evrensel İslâmi davet çalışması yapan siyasi bir parti. Varlık
amacını, İslâmi hayatı başlatmak olarak belirlemiş ve bunun için olmazsa olmaz
olan Hilâfet Devleti’nin ikamesinin metodu minvalinde hareket eden Hizb-ut
Tahrir üyelerinin yolu sık sık adliye koridorlarına düşmüş maalesef. Kurulduğu
1953 yılından bugüne; dünyada çalıştığı hemen hemen tüm bölgelerde mahkemelere
çıkmış, üyelerine davalar açılmış ve kimi yerlerde beraat ettirilirken kimi
bölgelerde ise yasaklanmış olan Hizb-ut Tahrir, -tahmin edeceğiniz üzere-
Türkiye yargısından da nasibini almış…
Cumhuriyet yargısı
ile ilk yüzleşmenin ardından bugüne kadar yüzlerce Hizb-ut Tahrir üyesine
binlerce yıllık ceza talep edilen davalar açıldı. Bugün de açılmaya devam eden
bu davalarda yine bir simge isim var ki o, Yılmaz Çelik’tir. Yılmaz Çelik bugün, “Hizb-ut Tahrir üyesi olmak” suçlamasıyla açılmış, Yargıtayca
onanmış iki ayrı dosyadan verilen 15 yıllık cezasını(!) çektiği cezaevinden, Anayasa
Mahkemesi tarafından lehinde verilmiş “yeniden
yargılanma” kararının ardından 19 Kasım itibariyle çıktı. Yerel mahkeme
mezkur davalar noktasında Yılmaz Çelik’i yeniden yargılayacak. -Rabbim
hakkımızda hayırlısını versin-.
Yine Yılmaz Çelik
ve -benim de aralarında olduğum- 17 arkadaşı hakkında, 2017 senesinde açılmış yeni bir
dava da hâlen 18. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmektedir. Bu mahkeme sürecinde
Yılmaz Çelik’in mahkeme heyetine yaptığı savunmada
sarf ettiği şu sözler, Üstad Necip Fazıl’ın -yukarıda geçen- anısında olduğu
gibi oldukça manidardır:
“Bir yandan Devlet televizyonu TRT ekranlarında
“Payitaht” adlı dizide Halife Abdulhamid şahsında Hilâfet övülüyor, üstü kapalı
olarak halka: Biz Hilâfet istiyoruz, algısı veriliyor; öte yandan Hilâfet’in
yeniden ikamesi için çalışan Hizb-ut Tahrirli gençlere -hem de hiçbir maddi
eyleme bulaşmadıkları hâlde- terörist muamelesi yapılarak onlarca yıl hapis
cezası veriliyor… Bu nasıl bir tezattır, anlamak mümkün değil!”
105 Hizb-ut
Tahrirli için verilen 660 yıllık cezanın onandığı 2017 senesinde, ben, Yılmaz
Çelik ve diğer 16 arkadaşımıza; Hizb-ut
Tahrir üyeliği suçlamasıyla 5713 sayılı Terörle Mücadele Yasası’ndan her
birimize 7,5 yıl hapis cezası istemiyle açılan bu dava ile artık şu husus
teyit edilmiş oldu: “FETÖ” yargısı tarafından verilen cezaların onanmasından
geçtik, yeni dava dosyaları açılmak suretiyle İslâmi hassasiyeti olan
Müslümanlar cezalandırılmak isteniyor!
“Atatürk ilah değildir!”
Gün geçmiyor ki
Türkiye Cumhuriyeti mahkemeleri bizi şaşırtmaya devam etmesin… Bu yıl
Edirne’deki 10 Kasım Mustafa Kemal'i anma törenlerinde yaşanan bir hadise ve
akabinde yaşananlar da bu cinsten.
Emine Şahin
ismindeki Tıp Fakültesi öğrencisi kardeşimiz, 10 Kasım töreninde saygı
duruşunda bulunan kalabalığa; “Atatürk ilah değildir, putun önünde
duruyorsunuz! Kıyam namazda Allah’a yapılır. Batı kanunlarını getirdi.”
türünden şeyler söyleyince polis tarafından gözaltına alındı, sorgulandı ve
ertesi gün mahkemeye çıkarıldı. Çıkarıldığı mahkemece kendisine; “Atatürk’e ve
manevi hatırasına hakaret” suçundan tutuklanması kararı verildi.
Tüm Türkiye çapında
tepki gören bu tutuklama kararıyla da Türkiye Cumhuriyeti mahkemeleri bu
makaleyle de ortaya koymaya çalıştığımız nasıl bir zihniyete hizmet ettiklerini
de göstermiş oldu. Mahkemenin vermiş olduğu karar; bir taraftan Mustafa
Kemal’in -haşa- “ilah” olduğunu zımnen kabul ve ilan etmiş olurken, diğer
taraftan da sistemin “kutsallarına” karşı duranlara da bir gözdağı vermiş
oluyordu.
Hâkim: Bu içtihat oldukça sen ‘Hizb-ut Tahrir üyesiyim’ deme!”
Gerek İskilipli
Atıf Hoca, gerekse de Necip Fazıl ve Yılmaz Çelik’in mahkeme heyeti ile
yaşadığı diyalogların benzerini inanın birçoğumuz çeşitli kereler bu dava
süreçlerinde yaşadık, yaşıyoruz. Benzer şekilde bizzat şahsımla mahkeme heyeti
arasında geçen birkaç diyaloğu da burada paylaşmak istiyorum.
Yukarda Hizb-ut
Tahrir yargılamaları bağlamında bahsi geçen 18. Ağır Ceza Mahkemesi’nde açılan
dava dosyasının Haziran 2017’deki ilk duruşmasında, mahkeme heyeti bizlerin tek
tek -teknik tabirle söylersek- savunmasını alıyor. Sıra bana gelince de
ben, Hizb-ut Tahrir hakkında verilen haksız kararların altını çizen bir konuşma
yapıyorum. Bir taraftan 7,5 yılla yargılanıp diğer taraftan hâlâ davamızı
savunmamıza anlam verememiş olacak ki Hâkim Bey, şaşkınlıkla sordu:
“Bi dakka, bi dakka! Siz hâlâ bu işlere devam mı
edeceksiniz? Buralara gelip duracak mısınız?” Bu soru karşısında benim cevabım; “Bunu değiştirecek olan sizsiniz Hâkim bey!
Zira Yargıtay’ın aldığı batıl bir içtihada binaen yargılanan bizler ve Hizb-ut
Tahrir hakkında alacağınız ‘hukuki’ bir kararla bunu ancak siz yani bu mahkeme
heyeti düzeltebilir. Sizler, ‘bu insanların yaptıkları faaliyetler terör
kapsamına girmez, dolayısıyla bunlar beraat etmelidirler’ şeklinde bir karar
vererek ve Yargıtay’dan gelebilecek bozma kararına da direnerek bu durumu
düzeltebilirsiniz. Aksi hâlde Allah ömür verdiği müddetçe siz orada, biz burada
sürekli karşı karşıya geliriz.” oldu.
Yine aynı duruşmada
Hizb-ut Tahrir hakkında “terör örgütü” yaftalamasının saçmalığını
anlamalarını sağlamak adına, Mahkeme heyetine şu sorunun cevaplanmasının
Hizb-ut Tahrir davalarında hayati önemi haiz olduğunu ifade ettim:
“Mahkeme heyetinden talebim şudur ki: ‘terör örgütü’
iftirasıyla yargılanan Hizb-ut Tahrir, hangi terör(!) unsurlarını terk ederse,
hangi silahları(!) bırakırsa bu isnattan kurtulacaktır, bu husus belirtilsin.
Bu terör unsurları nelerdir, bunu bizlere söyleyin ki Hizb-ut Tahrir bunları
terk etsin. Mesela deyin ki: ‘Hizb-ut Tahrir şu silahları(!), şu bombaları(!),
şu tehditleri(!), şu maddi saldırıları(!) bırakırsa ‘terör örgütü’ isnadından
kurtulur, aksi hâlde kurtulamaz.’ Evet, Mahkeme bu hususları söylesin ve
Hizb-ut Tahrir yönetimi de bu talepleri değerlendirsin ve -varsa, siz de
biliyorsunuz ki yok- bunları terk etsin.”
Bu talebime bir
cevap alamadım tabii…
Yine son katıldığım
duruşmada mahkeme heyetiyle aramızda yaşanan diyalog da şöyle gelişti. Duruşma
bitti, öyle karşılıklı konuşuyoruz. Başkan sordu:
“Ahmet, diyelim ki halk Hilâfet’i kabul etmiyor siz
yine de zorla insanlara bunu dayatacak mısınız?” Benim cevabım:
“Bu halk Müslüman hâkim bey! 90 yıldır gün yüzü
görmemiş bu halk, emin olun Hilâfet’i bağrına basacaktır! Yeter ki iş oraya
gelsin.”
“Neyse çıkabilirsin… Ama sen bu (Yargıtay) içtihat(ı)
olduğu müddetçe yine de ‘Hizb-ut Tahrir üyesiyim’ deme!” oldu, Hâkim Bey’in
son sözleri…
Çıkarken düşündüm
bu cümleyi… Yargıtay içtihadına direnmelerini beklediğim mahkeme heyetine
açıkçası yakıştıramadım bu sözü… Bir mahkeme başkanı -daha mahkeme bitmeden- kararını
bu kadar da belli etmez ki kardeşim, öyle değil mi?
1 Kitabın PDF
versiyonu için bkz: http://www.muharrembalci.com/kitaplika/50.pdf
2 İskilipli Atıf
Hoca Neden İdam Edildi? Tüm İftiralara Cevaplar, Kadir Çandarlıoğlu,
belgelerlegercektarih.com
3 Tevfik Çavdar,
Türkiye’nin Demokrasi Tarihi 1839 -1950, 2. Baskı, İmge Kitabevi, sayfa 293.
4
http://www.venharhaber.com/ercument-ozkan--1938-1995-biyografi,2.html
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış