İslâmcılık, kavram
itibariyle ilk telaffuz edildiğinde kulağa hoş gelmese de, vakıası itibariyle İslâm
ümmetinin yaşadığı travmadan kurtuluşun çıkış hamleleri olarak ortaya çıktığını
görmekteyiz. Batı’nın modernist aklına inat daha gelenekçi, ılımlı ve uzlaşmacı
yansımaları olduğu gibi, daha karşıt, radikal ve köktenci akımlar şeklinde de
filizlenmektedir.
Çoğunlukla Batıcı,
liberal ve -sözde- aydın fikirlere karşı İslâm referanslı karşıt duruşlar, İslâmcı
ancak mevcuda eklemlenme şeklinde toplumda yer edinmektedir. Ya İslâmi temel
kaidelere yamama yahut da tevil yöntemleriyle İslâmi kavramlara bitiştirme
şeklinde ortaya çıktığını görebiliyoruz. İstibdat ve baskı dönemlerinde
ferahlığı, kurtuluşu ve yeniden öz benliğine kavuşmayı salık veren “özgürlük”
sloganları çoğu Müslüman bireyi kuşattı. “İslâm’ın artık çağın
gereksinimlerine cevap veremediği” fikrini bilinçaltına sokuşturmaya çalışılan
Batıcı ecnebi fikir sahipleri, bunu sağlamak için her türlü enformasyon
araçlarını, kurumsal dinamikleri, medyayı, siyasi nüfuz sahiplerini ve ekonomik
güçlerini bu uğurda harcadılar.
Sonuç itibariyle
devasa cüssesiyle arz-ı endam eden İslâm ümmeti, pasifliği kadere imanla tavsif
eden İslâmcı akımların eliyle Batı’ya ve değerlerine hizmet etmeyi övülecek
amellerden, susmayı ve boyun bükmeyi ise “Eyüp’ün mücadelesi” olarak
nitelendirdi.
Öte yandan bu
fantoş ve pasif İsevi sözde İslâmcı akımlara karşı, tozu dumana katan İslâmcı
refleksler de yok değil. Bu yazımızda tüm bu akımlara, siyasi ve sosyal
çözümlemelerinin hakikatine değinecek ve inşallah doğru İslâmi duruşun yol
haritasını ortaya koymaya çalışacağız.
Gelenekçi ve modernist düzlemde İslâmcılık
Gelenekçi çizgideki
İslâmi düşüncenin temelini mevcut siyasi iktidarları pasifize etmeden,
ıslahatçı bir zeminde düzeltme ve yola getirme hedeflenmektedir. Bu akımlar her
ne kadar Anadolu mistisizminin derin izlerini üzerinde taşısalar da Batı’dan
gelen sert ve ayak kaydıran fikir savaşı karşısında yenilgiyi içselleştirmiş,
peşin kabullenmişlikle Batı’dan ithal kavramları dışlamak yerine “İslâmileştirme”
yoluna gitmişlerdir. Demokrasinin Müslüman toplumlar tarafından uygulanabilir
bir sistem olabileceği, günümüz konjoktüründe siyasal sistemlerin insanlar
tarafından belirlenebileceği, ekonomik şartların peygamber dönemindeki uygulama
biçimi ile kıyaslanamayacak düzeyde farklılaştığı ve globalleştiği, bundan
ötürü de farklı siyasal eğilimlerin İslâm ile tefsir edilerek İslâm’ın
güncellenebileceğini salık verirler.
Modernist İslâmcı
bazı zevatlar ise işi daha da öteye taşıyarak tarihsel değişimlerin ve buna
bağlı olarak da fikirlerin, sistemlerin, hayat felsefelerinin değişim ve
başkalaşım geçirmesinin kaçınılmaz olduğunu açıkça dile getirmektedirler. Hatta
19. Yüzyılın başından itibaren Cemalettin Afgani, Muhammed Abduh ve selefleri
tarafından “akıl mı, vahiy mi” tokuşturmasını dahi yaptırabilecek bir fikrî
düzleme çekmeyi başarmışlardır. O günden bugüne, bu derenin altından çokça su
akmasına rağmen derenin suyu hep bulanık kalmış ve her zamanda Batılı fikirlere
karşı aşağılık kompleksine kapılan kimi modernist İslâmcı kimseler tarafından
su, Batılı habis fikirlerle bulandırılmaya devam edilmiştir. Reşit Rıza fraksiyonu
ise daha sistematik bir sürecin gelişmesine katkı sunmuştur. Ancak bu damarın
en belirgin özelliği vahyi akıl süzgecinden geçirilmesi gerektiği noktasında
odaklanmaktadır.
Selefî düzlemde İslâmcılık
Bunlar, kendilerini
selef-i salihin dönemine nispet eden ve “Öne geçen Muhacirler ve Ensar ile
onlara güzellikle uyanlar; Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da O'ndan
hoşnut olmuşlardır” [Tevbe Suresi 100] ayeti mucibince güzellikle
tâbi olduklarını tasavvur ettikleri selefin yolunu, abartılı sayılabilecek bir
düşünsel akımla günümüze taşımışlardır. Buradan şunu kastediyorum: Kimi bu yolu,
tekfirci bir anlayışla “bizim ‘kâfir’ dediklerimize ‘kâfir’ demeyen
de kâfirdir” derecesinde dışlayıcı ve ötekileştirici bir dil kullanarak
herkesi kâfir ilan etmenin dayanılmaz rahatlığı(!) içerisinde ehl-i necat
olmakla övünürken, kimisi de ehl-i sünnet çizgisinde olan ve mezhep mukallidi
Müslümanlara peygamber döneminde putçuluğu savunan müşrik ehline yakıştırılan “atalarının
dini üzere olmak”la itham ederek sözde modern İslâm’ın yılmaz
savunucusu olduğunu ve gerçek İslâm’a davet ettiğini düşünmektedir.
Onlardan bir kısmı
da köy köy, yalın ayak, nefesi kesilinceye kadar İslâm’ın tekrar geri gelmesi
için ceht sarf etmiş ancak bitap düşmüş bir hâlde yerinde çakılıp kalmış, bir
an düşünmüş ve “çözüm için ancak sistem içi mücadele ile başarı elde
edilebilir” diyerek kulvar değiştirmiştir. Sistem içi mücadeleyi
sistemi değiştirmenin yöntemi ve metodu olarak telakki eden İslâmcı akımlar,
sistemin politik mahareti ve siyasi hamleleri ile ehlileştirilmiş, adaptasyona
ve dejenerasyona uğratılmış ve adeta mutasyon geçirerek sistemden bir parça hâline
getirilmiştir. Hatta onlardan kimileri “artık İslâm miadını doldurmuştur” diyebilecek
kadar da ümitsizlik ve çaresizlik girdabında kendine tutunacak yer bulmuştur.
Bu kimseler; ekonomik, siyasal ve toplumsal tüm değişimlerin 21. Yüzyıl
itibariyle mütekâmil hâle geldiğine ve artık İslâm’ın tüm bu değişimlere ayak
uydurabilecek bir potansiyelinin olamayacağına -diliyle itiraf etmese de-
düşünsel olarak kanaat getirmiştir.
Hasan El Benna’nın
İhvan-ı Müslümin (1928-Mısır) cemaati ve Ebul Ala Mevdudi’nin Cemaat-i İslâmi (1941-Hindistan)
oluşumu ise kısmen İslâm ümmetinde yeniden ve yeni bir çırpınışın odak noktası hâline
gelmişlerdir. Kurulduğu dönemler itibariyle Cumhuriyetin ilanı sonrası
Müslümanların yaşadığı travmalara bir çözüm arayışı olarak ortaya çıkmışlardır.
Sistemin değişmesi ve İslâmileştirilmesi noktasında hemfikir olmalarına karşın
mütekamil -uygulanabilir- kapsamlı ve tahdit edilmiş bir anayasa oluşturamamış
ancak derleme eserler telif ederek İslâm ümmetinde bir uyanışın kıvılcımını
çakmayı başarmışlardır. Tevhidî mücadele şuuru ve mevcut olanın gayr-i İslâmi
olduğu noktasında ortak bir fikir geliştiren bu akımlar daha sonra mevcut
siyasal düzenin içerisinde de bunun başarılabileceği noktasına evrilerek fikrî
tıkanıklık yaşamışlardır. Muhammed Mursi, bunun en bariz örneğidir.
Ilımlı ve Radikal İslâm perspektifinde İslâmcılık
Muhafazakâr İslâmcı
fraksiyonun en bariz yönü diğer ecnebi cenahtan gelen siyasal, ekonomik ve
toplumsal çözümlemelerin alınabilir olduğudur. Bu düşünce “ılımlı İslâm” ile
taçlandırılmıştır. Her ne kadar “ılımlı İslâm” ve “ılımsız/radikal İslâm”
ikileminde dinî hassasiyetleri taşıyan bireyler gelgitler yaşasa da zamanla bu
durum bir İslâmi kimlik sorununa dönüşmüştür.
“Ilımlı İslâm”
lafzı ve de söylemi her ne kadar kabul edilebilir olmasa da, Batılı sömürgeci kâfirlerin
sömürü aracı hâline getirdikleri bir fikir akımıdır. İslâm toplumunu fikrî
temellerinden (Kur’an-Sünnet-Sahabe İcması-Şer’i Kıyas) sarsmayı amaçlayan bu
habis düşünce, ekonomik ve siyasal meselelerdeki bakışıyla kendini ele
vermektedir.
Yine bu habis
düşünce; ekonomik yön itibariyle, global ticari muamelelerdeki çeşitlilik ve
mübadele yöntemlerindeki farklılaşma neticesinde ortaya çıkan sorunlar ve
çözümlemeler, çağın üstesinden gelebileceği ve bilimin ancak
cevaplandırabileceği; dinin bunda bir katkısının veya çözümünün olamayacağını
salık vermektedir. Mekke döneminde borsanın, şirketlerin, bankacılığın,
kredinin ve daha sayılamayacak birçok yeni çıkan meselelere çözüm sunamayacak
kadar basit ekonomik ilişkilerinin olduğunu, dolayısıyla iktisadi bir düzenin İslâmi
usullerle teşkil edilemeyeceğini söyler.
Bu düşünce
sahipleri; siyasal olarak peygamber döneminin, kabilelerin yaşadığı dönem
olduğunu, dolayısıyla problemlerin o dönem içerisinde basit yönetimlerle halledilebildiğini
ancak bu zaman diliminde dış ilişkiler ve politikanın ise daha karmaşık ve zor
olduğunu, bundan dolayı da şartların uyumlu hâle getirilemeyecek kadar
karmaşıklaştığını ileri sürerler. Dolayısıyla o dönemde halifeliğin belki
dönemin şartları itibariyle uyumlu olabileceğini ancak bu zamanda demokrasinin,
cumhuriyetçiliğin insanlara en uyumlu ve uygun sistem olacağını iddia ederler.
Halkın İslâmi
değerlerine bizzat kendilerinin bireyler olarak sahip çıkmaları gerektiğini,
bunun için devlet eliyle medreseler, vakıflar teşkil edilmesinin bunu
gerçekleştirmek için kâfi derecede olduğunu, çocukların imam-hatip liselerine
gönderilmek suretiyle İslâmi ahlak ile ahlaklanabileceklerini, varsa bir
problemin aileden kaynaklanacağını ifade etmektedirler. Dolayısıyla bireylerin
değişimi ve ıslah edilmesiyle toplumun değişmesinin mukadder olacağını
söylerler. Bu kesimler çoğunlukla İslâmi görünümlü siyasi otoritelerin büyüsüne
kapılmışlardır.
“Radikal” diye
isimlendirilen kesimlere gelince; bu kesimler her ne kadar siyasal otoriteyi
kabul etmediklerini ve ondan berî olduklarını söyleseler de, mevcut gayr-i İslâmi
yönetimin yerine ikame edecekleri somut bir veriye, gerçekçi bir projeye,
devlet mekanizmasının dinamiklerinin keyfiyetine ve İslâmi bir otoriteyi ikame
edebilirlik noktasında kifayete sahip değillerdir. Hamasi söylemleri bir tarafa
bırakırsak otoritenin değişimi için somut adımlara (metot), örgütsel dokümanlara,
sınırlandırılmış berrak fikirlere sahip olmadıkları gibi, kuşatıcı bir hareket
tarzı da geliştirebilmiş değillerdir. Dolayısıyla ‘alın bu devletin anahtarını,
dilediğinizi yapın’ denildiğinde şaşkın hâlde duracak kendini “Radikal İslâmcı”
olarak tavsif eden birçok yapı veya fikrî akım mevcuttur.
Siyasal İslâmcılık
İslâm’ın siyasi
yönü, yadsınamayacak kadar somut bir gerçekliktir. Türkiye’de ve dünyada
istisnasız birçok cemaat, fikir akımı, ılımlı-ılımsız birçok İslâmi yapı, çıkış
noktası itibariyle hedef tahtasına küfür rejimlerini koymuş ve bu kötü vakıayı
siyaseten inkılap ettirme refleksine sahip olmuşlardır. Bu tarz reflekslere
karşı da çoğunlukla siyasal karşı cenahlar peyda olmuşlar ve ‘siyaseti
dine alet etmek’ yahut ta ‘siyasal İslâm tehlikesi’ gibi
olumsuzlayan sözcüklerle bunları ötekileştirmişlerdir.
Çoğunlukla karşı
cenahın (ulusalcılar-laikler-solcular) bu toptancı Müslüman karşıtlığının, etki-tepki
kuralı gereği İslâmcı taifede vahdeti, muaveneti ve ortak duruşu doğurması
gerekirken bu olmamıştır. Bunun en temel sebebi; değişimci ve inkılapçı
reflekslere sahip olmalarına rağmen söylem düzeyinde kalmaları, zaman geçtikçe
ilk nüveleri ile gelinen nokta arasında derin fikrî ve pratik çelişkiler
yaşamalarıdır. Buna da, gerçek anlamda hedeflere ulaşamama noktasındaki ümitsizlik
ve başarıyı kısa vadede (mesela, silahlı yöntemlerle) gerçekleştirme
arzusu sebep olmuştur.
Ümitsizlik, akıp giden zamana
karşı başarının ve değişimin bir türlü gerçekleşmemesinden dolayı açığa çıkar.
Bunun sonucu olarak da siyasal sistemlerle paralel adımlar atılarak vicdanen
rahatlama yoluna gidilir. Sistem içi mücadele en bariz metot olarak açığa
çıkar. Günümüz Türkiyesi’nde bu durum nispeten “sağcı”
diye isimlendiren kesimlerde görülür.
Kısa vadede ise
cihadi anlayışın mevcut siyasal sistemleri değiştirmenin metodu olarak
benimsenmesi ise; yorucu ve bıkkınlık veren davet çalışmaları yerine piramidin
en tepesinden otoriteyi ele geçirmek suretiyle kısa sürede başarı elde etme
isteğinin bir sonucu olmasından dolayıdır. Bunu kimi cihadi hareketler
uygulamışlardır. Pratikte ise karşı durdukları rejimler, bu yapıları veya
hareketleri politik bir kısım hamlelerle, gayri İslâmi siyasal zemine çekmeyi
başarabilmişlerdir. Zamanla görüldü ki; sistemin çarkları arasında yok olmuşlar…
Sahih İslâmi mücadele yöntemi
Öyle anlaşılıyor ki
Müslümanların müstakil, bağımsız ve güçlü bir otoriteleri olmadığı için diğer birçok
konuda olduğu gibi yönetimlerinin İslâmileştirilmesi
adına örgütlü, siyasi ve ideolojik bir hareket tarzı oluşturamamışlardır. Buna
dair bir proje ortaya koyamadıkları gibi umutlarını yitirmiş ve dağınık bir
vaziyette debelenmektedirler.
Yapılması gereken ise;
Öncelikli olarak,
küfrün vakıasının ortaya konulması gerekli ve elzemdir. Yani demokrasi, kapitalizm,
cumhuriyet, krallık, komünizm vs. gibi ideolojik fikirlerin batıllığının ortaya
konulması adına doğru ve kuşatıcı bir analizin yapılması gerekir.
Daha sonra; Rasul Aleyhi’s
Salatu ve’s Selam’ın hareket metodunun net ve vazıh bir şekilde anlaşılması
için çaba harcanmalıdır. Yani siyer-i Nebi’ye tekrar tekrar bakılmalı, Kur’an-ı
Kerim ve Sünnet’ten metot ile alakalı naslar analiz edilmeli ve siyasi
hareketin omurgası bu yöntemle belirlenmelidir.
Son olarak da;
küfrü, sistemlerini, vakıalarını ve hakikatlerini iyice anlayan, hareket
tarzını belirlemiş ve metodunu sınırlandırmış siyasi bir hareket oluşturulmalı
ve süre ne kadar uzarsa uzasın metodundan sapmadan, yalakalık yapmadan, boyun
bükmeden, kimseden yardım almadan, küfre meyletmeden, açıklıkla ve azimle yürünmelidir.
Bu sayede hem
piramidin tepesinden güçlü bir otorite tesis edilir hem de halkın çoğunluğu
yapılan ısrarlı davet çalışmalarıyla değişimi bizzat ve somut olarak isterler.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış