Pek âdetim değildir
ancak, müsaadenizle yazıma bir fıkra ile başlamak istiyorum.
“Hac farzını eda
ederken, Mekke’de bir grup Müslüman oturup sohbet ederler. Doğal olarak önce
tanışma faslı olur. Birinci Müslüman, ismini ve nereli olduğunu söyledikten
sonra Arap olduğunu ifade eder. Diğerleri de memnuniyetlerini ifade ederken, ‘Maşallah,
ne güzel! Peygamber ile aynı soydansınız, Kur’an dilini konuşuyorsunuz.’ vb.
sözler ile onu taltif ederler. İkincisi de isim ve memleketinden sonra Farisi
olduğunu söyler, diğerleri ‘Oo ne güzel, köklü medeniyetler kuran, şair ve edip
bir milletten.’ olduğunu vb. sözler ile onu da taltif ederler. Üçüncüsü, Türk
olduğunu söylediğinde benzer şekilde ‘Asırlarca İslâm sancaktarlığını yapmış,
cesur bir millettensin.’ diyerek onu da taltif ederler. Sonuncusu da isim ve
memleketini söyledikten sonra Kürt olduğu söyler söylemez, onu dinleyen, Arap,
Faris ve Türk, hep birlikte “Müslümanlar ancak kardeştir.” ayetini
zikrederler.”
Öyle sanıyorum ki
bu kısa fıkra bile, Müslüman da olsa diğer milletlerden insanların genelinin
Kürtlere nasıl baktığı hususunda yeterli fikir vermektedir. Yine de meselenin
tüm okuyanlar için netleşmesi açısından biraz ayrıntı vermek faydalı olacaktır.
Bu yazıda “Kürt
Meselesinin” mahiyetini, tarihi arka planını, yaşanan acıları veya olumsuz
bilançosundan bahsetmeyeceğim. Çünkü meseleye dair daha önce birçok vesile ile
bu hususları ayrıntılı olarak değerlendirdik. Yine konuya dair ayrıntılı bilgi
vermek, “kim ne dedi veya ne yaptı?” sorusuna tek tek cevap vermek, bir kitap
hacmi kadar malumatı kapsayacağından, ana hatları ile değerlendirmeye
çalışacağım.
Birinci husus: Genel olarak Müslümanların, özel olarak da
Kürtlerin başına gelen musibetler, aynı dönemde ve aynı yerden
kaynaklanmaktadır. Bu da Müslümanların otoritesi olan Hilâfet’in kaldırılması
ve akabinde, yerine laiklik ve ulus-devlet anlayışına dayanan yönetimlerin
tesis edilmesidir.
Seküler yaşam tarzı
ve ulus-devlet anlayışı, Fransız ihtilali sonucu ortaya çıkmış olup, önce Batı
Avrupa ülkeleri Fransa ve İngiltere’de, sonra Almanya ve Avusturya-Macaristan
İmparatorluğu daha sonra Doğu Avrupa, Balkanlar’da uygulanıp sistem olarak
olgunlaştırıldı. Evvelden beri İslâm ile mücadele eden Batı dünyası,
hürriyetler fikrini ve her ırkın kendine ait devletinin olması olan ulus-devlet
anlayışını ve milliyetçiliği, çok uluslu ve aynı zamanda İslâmi bir devlet olan
Osmanlı’yı yıkmak için etkili bir silah olarak kullandı. Batıya göre modern
devlet, halk egemenliğine dayalı, laik ve ulusal olmalıdır. Böylece halklar arasında
ciddi ve etkili olan din, hayattan uzaklaştırıldı ve din olgusunun yerine Batı
kültürü ve milliyetçilik esas kılınarak Müslüman halklara dayatıldı.
Sonuç olarak I. Dünya
Savaşı’ndan sonra, Batı’nın yardımı ve daha önce içerden devşirip yetiştirdikleri
“Batı zihniyetli” kişiler ile laiklik ve Türkçülük esası üzerinde cumhuriyet
kuruldu. Lakin Batılılar tarafından daha önce Kürtler için de düşünülen ulus
devletinden vazgeçilmiş ve Kürtlerin yaşadıkları ve evvelden beri Kürdistan
olarak anılan Mezopotamya toprakları, dört ülkenin sınırları içinde bırakıldı.
O dönemde birkaç elit Kürt ailesi dışında, Kürtler arasında kayda değer
laikliği veya milliyetçiliği bilen veya benimseyen bir kitle yoktu. Az bir grup
dışında, Kürtlere ait bir ulus devletinin kurulmamasından şikâyet eden de
yoktu. Lakin Hilâfet’in kaldırılması ile İslâm şeriatı yerine Batı’nın yaşam
tarzının egemen kılınmasının akabinde ülkenin genelinde onlarca ayaklanma oldu.
Bu ayaklanmalardan en büyüğü -ve ancak birçok hile ile bastırabildikleri- Şeyh
Said efendinin kıyamı idi. Dolayısı ile Kürtler, kendilerine ait bir ulus
devletleri olmadığı için değil, İslâm şeriatının hayattan kaldırılmasına karşın
ayaklandılar.
Kısacası, laiklik
ve Türk milliyetçiliği esasları üzerinde kurulan cumhuriyet, Müslümanların
geneline zulmederken, Kürtlere hem Müslüman oldukları için hem de Türk
olmadıkları için iki defa zulmetti. Böylece cumhuriyet hem Kürtleri hem de İslâmcıları
kendi bekası için tehlikeli ve düşman olarak belirleyip onları baskı ile
asimilasyona tabi tuttu. Sonuç olarak, Kemalizm’i ve cumhuriyetin değerlerini
benimsemeyip karşı duran İslâmcıların da Kürtler gibi baskı altında olduğu ve hâlen
cumhuriyet tarafından zulme uğradığını bilmek gerekir.
İkinci husus: Marksist,
sosyalist veya laik ulusalcı Kürtler, yukarıda ifade ettiğim hususu hiç dikkate
almazlar. Hatta Kürt Meselesi ile ilgili olarak en fazla suçladıkları kesim
maalesef İslâmi kesimlerdir. Çok trajikomik bir durumdur bu. Kürtlere yönelik
asimilasyon ve inkâr politikasını güden cumhuriyet ve Kemalizm iken, bunlara
yönelik çok ciddi bir eleştiri yapılmaz.
Ancak söz konusu İslâm ve Müslümanlar olunca tarihî olayları ve
hâlihazırdaki realiteyi görmezden gelerek ve hatta iftira ederek, Kürtlerin
yaşadığı bütün sıkıntıları Müslümanlara mal ederler.
Laik ve ulusalcı
Kürtler, gelinen noktada cumhuriyetin değerlerini benimseyip, Müslümanlara
yönelik uygulamalarını bariz bir şekilde desteklemektedirler. Bizatihi İslâm ve
Müslümanlara yönelik alaycı ve nefret dolu söylemlerinin yanında sistem ile ortak
noktalarını ifade etmektedirler. Daha önce PKK’nin ileri gelen yöneticilerinden
biri, devlete hitaben, kendilerinin bölgeden tasfiye edilmeleri hâlinde İslâmcıların
bölgeye hâkim olacağı uyarısında bulunup, kendilerinin bölgede laikliğin
teminatı olduklarını beyan etmişlerdi. Benzer şekilde BDP yöneticileri de
laiklik ve başörtüsü yasağı konusunda, parti olarak TSK ile aynı düşünceye
sahip oluklarını ifade etmişlerdi.
Kısacası, seküler
ve ulusalcı Kürtler de İslâmcıları düşman statüsünde görmektedirler. Bu
anlayışları gereği İslâmcıların Kürt Meselesine yönelik hissiyatlarını, destek
ve çözüm önerilerini görmezden gelirler. Halk arasında, Müslümanların Kürtlere
yapılan zulümlere sessiz kaldıklarını ve hatta bizzat Müslümanların Kürtlere
zulmettiği kara propagandasını yaparlar. Çünkü kendileri dışında bu konuda
başka bir kesime söz hakkını tanımazlar. Benzer şekilde, kendilerinin ortaya
koyduğu çözüm dışında hiçbir çözüm önerisini de kabul etmezler. Sonuç olarak
bunlar, Kürt Meselesi üzerinden tamamen ideolojik bir mücadele içinde olup,
özellikle İslâmcıların, ellerindeki bu argümanı kullanmasını istemiyorlar.
Üçüncü husus: Gerçek anlamda “İslâmcı”
olma kimliğini hak edip etmediği tartışmasına girmeden, İslâm’ı referans
aldığını iddia eden, toplumda İslâmi oluşumlar olarak bilinen her kesimin,
Kürtlere bakışı sisteme olan yakınlığı ile değişkenlik arz etmektedir. Yani söz
konusu dindar kesim, sisteme yakınlığı arttıkça devletçi ve milliyetçi bir ruh
hâli ile devletin Kürtlere olan bakışına neredeyse aynen sahiptir. Bunlara göre
asıl sorun terör sorunudur ve bir bakıma asimile olamamış Kürtlerin tamamı da
terörist veya potansiyel suçludur. Ancak sistem ile mesafeli olan veya bu
mesafenin artmasına bağlı olarak, İslâmi kesimlerde Kürt meselesine dair duyarlılık
artmaktadır.
Burada şu hususu
hatırlatmakta fayda görmekteyim. Milliyetçilik, bu ülkede her alanda ve her
aşamada bir virüs gibi topumun iliklerine kadar zerk edildiğinden, Türk olup
bundan kendisini koruyabilen çok az insan vardır. Sistemin tedrisatından geçen
ancak daha sonra İslâmi bir şuura erişen ve hatta kendini “tevhidî Müslüman”
olarak tanımlayan birçok Müslümanın da bundan beri olmadığına defalarca kez
şahitlik ettim. Normalde milliyetçiliği inkâr eder, bunun zararlarından
bahseder ve İslâm’a uymadığını bilir. Ancak, duygularını harekete geçirecek
harici bir olay vuku bulduğunda, atmosferin etkileşimi ile kendisinin bile
farkında olmadığı milliyetçi duygulara sahip olduğu görülür
Dördüncü husus: Kendini sistemin,
laik, devletçi ve milliyetçi bakış açısından kurtaran Müslümanların dışında
kalanların, Kürtlere yönelik bakış açılarındaki bozukluk iki temele
dayanmaktadır. Birincisi, tarihten beri gelen “devlet” olgusu ile ilgilidir.
Hepsi için geçerli olmasa da Türklerin ekseriyeti için “devlet” kutsaldır.
Dolayısı ile Kürtler söz konusu olunca sistemin oluşturduğu “bölünme” algısı
onları adil olmaktan uzaklaştırmaktadır. İkincisi, 1960’lı yıllardan sonra,
önceleri Türk sol hareketleri içinde bulunan okumuş Kürtlerin, daha sonra
müstakil Marksist, sosyalist Kürt hareketlerini kurmalarından ileri
gelmektedir. Kurulan onlarca örgüt, Kürtlerin -farklı yorumları ile- komünist
fikirler ile kurtulabileceklerini iddia etmekle birlikte, Türk solu gibi İslâm
ve Müslümanları esas düşman edindiler. Gelinen nokta itibari ile Kürtler
içinden çıkmış en büyük örgütün de aynı çizgi üzerinde olması İslâmi kesimde
Kürtlere karşı olumsuz önyargılar oluşturmuştur.
Konuya dair son
değerlendirme yapmadan önce Türkiye’deki belli başlı İslâmi kesimlerin Kürtlere
yönelik tutumlarına değinmek istiyorum.
Tarikatların Yaklaşımı
Cumhuriyet öncesi
sosyal hayatta daha fazla etkin olan tarikatlar, cumhuriyetten sonra daha
kapalı ve sınırlı bir alana çekilmiş, sosyal ve siyasal söylemlerden berî
kaldıklarını görmekteyiz. Fikrî ve siyasi konulara bilinçli bir şekilde
girmemeleri, kendileri için biçmiş oldukları misyonun etkisi olduğu kadar
sistemin baskıcı tutumu da etkin olmuştur. Son yıllarda medyayı kullanma
imkânını elde eden bazı tarikat üye ve liderlerinin söylemlerinde meseleye dair
devletin belirlemiş olduğu bakış açısına sahip olduğu görülmektedir.
Türkiye’de en büyük
ve etkin olan Nakşibendi Tarikatı’nın Anadolu’ya gelişi, Süleymaniyeli bir Kürt
olan Mevlana Halid aracılığı ile olmuştur. Hindistanlı Şeyh Abdullah
Dehlevi’den halifelik alan Mevlana Halid’in Türk ve Kürtlerden birçok halifesi
olmuştur. Dolayısı ile Nakşibendilik her iki halkta da yaygındır. Cumhuriyet
öncesi toplumsal meselelere karşı son derece duyarlı olan Nakşibendi tarikatı
şeyhleri, birçok harekete öncülük etmişlerdir. Örneğin Kafkasya Kartalı lakaplı
Şeyh Şamil, bir Nakşibendi şeyhi olarak Ruslara karşı yıllarca savaştı. Birçok
bölgedeki Nakşibendi şeyhleri de bu savaşa destek vermişti. Şeyh Ubeydullah
Nehri, 1880 yılında Kürtleri birleştirmek için Şemdinli’den İran’ın içlerine
kadar hareket başlattı. Oğlu Seyyid Abdulkadir, Osmanlı Devleti’nin
bürokratlarından olup, Kürdistan Teali cemiyetini kurmuştu. Şeyh Said, Hilâfet’in
kaldırılması karşısında kıyam başlattı. Bütün bu hareketlere öncülük eden
şahsiyetler, Nakşibendi tarikatından olup, dedeleri de Nakşibendi halifeleri
idi. Ancak cumhuriyetten sonra tarikatların tamamı kendi kabuğuna çekilmiş
olup, çok partili hayata geçildikten sonra DP ile başlayan sağ partilerin arka
bahçeleri konumunda olmuşlardır. Ciddi bir oy potansiyeline sahip olan
tarikatlar, şeyh ailelerinin her birine birer milletvekilliği verilerek
ödüllendirilmişlerdir. Sonuç olarak Kürt
meselesine dair lehte bir görüş bildirmez veya bir çözüm sunmazlar.
Said Nursi ve Nurcular
Said Nursi, bir
bütünde değerlendirildiğinde, bir Kürt olmasına rağmen ne ulusalcı denilecek
kadar Kürtçü ne de Kürtleri görmezlikten gelen bir şahsiyettir. Sosyal ve
siyasal hayatta daha aktif olduğu zamanlarda, kendi tabiri ile eski Said iken,
Kürt halkının sorunları ile daha fazla ilgilenmiştir. Ancak, Kürtler için bir
ulus devlet talebinde bulunmamıştır. Daha çok Kürtlerin fakirliği,
eğitimsizliği ve Kürt aşiretleri arasında bulunan ihtilafları gidermeye yönelik
birtakım söylemlerde bulunmuştur. İlk dönemde en fazla uğraş verdiği husus,
Kürtlerin eğitim seviyesini artırmak için Mısır’daki Ezher üniversitesine
benzer Diyarbakır ve Van’da şubeleri olacak şekilde, Arapça, Türkçe ve Kürtçe
eğitimin verileceği Bitlis’te bir medrese/üniversite kurmaktır. Ancak, bu
amacına ulaşamaz.
Abdulhamid’in
karşısında İttihatçılar ile hareket eden Said Nursi, birçok Kürt grubun içinde
de faaliyetlerde bulunur. Ancak Kürtlerin Türkler ile birlikte yaşaması
taraftarıdır. Cumhuriyetten sonra İttihatçı/Kemalistlerin niyetlerini
anladıktan sonra onlardan ayrılır ve kendisini ilme ve tefekküre vermek üzere
inzivaya çekilir. Sürgünler ile geçen bundan sonraki hayatında, siyaset ile
ilişkisini kesip malum risalelerini kaleme alır.
Sait Nursi’nin
vefatından sonra talebeleri, zamanla birçok gruba ayrıldılar. Bunlardan
Med-Zehra ve Zehra grupları, Said Nursi’nin Kürtler için düşündüğü eğitim
meselesine doğal olarak Kürt Meselesine oldukça duyarlı iken diğerleri
neredeyse tam tersi bir istikamette seyrettiler. Başta Gülen cemaati olmak
üzere, Yeni Asya grubu, Yeni Nesil grubu, Yazıcılar, Kırkıncılar, Meşveret
grubu ve bütün diğerleri devlete yaklaşıp sisteme entegre oldular. Bunlar, Kürt
Meselesi ile ilgilenmedikleri gibi hatta çoğu, Türk-İslâm sentezinin
savunucusu, Türk milliyetçisi oldular. Risalelerde geçen “Kürt”, “ekrad”,
“Kürdistan” kelimelerini “şarklı,” “şarklılar”, “doğu” gibi kelimeler ile
değiştirdiler. Gülen cemaati, “Fetö” olmadan önce devletin yardımı ile içerde
ve dışarıda -Said Nursi’nin Ziya Gökalp’e kinayeli olarak “Bir baş soğanı bin kızıl elmaya değişmem.” söyleminin aksine-
“kızıl elma” için uğraşıyordu.
Milli Görüş
AK Parti’nin de
doğmasına zemin olan, Erbakan’ın kurduğu Milli Görüş hareketi, Türk siyasetine
Milli Nizam Partisi olarak girdi. Akabinde aynı hareketin kurduğu bütün
partiler, Müslümanlarca “İslâmcı” partiler olarak bilindi. Sol ulusalcı
örgütlerden önce, çok daha dindar olan Kürtler, Erbakan’ın kurduğu bütün
partilere kayda değer bir destek verdi. Seçimlerde Milli Görüş’ün kalesi olarak
bilinen Konya’da, Refah partisi %20 barajını geçemezken Diyarbakır ve doğu
illerinde RP’nin oy oranı %25’ler idi. Buna rağmen Milli Görüş/Erbakan, Kürt
Meselesi hakkında hiçbir proje ve çözüm üretip dillendirmedi. Daha sonra, Türk
Milliyetçisi ve Kürt karşıtlığı ile bilenen Alparslan Türkeş ile de ittifak
kurunca ve aynı dönemde PKK de legal siyasi partiler ile meydana inince
Kürtlerin, Milli Görüş ile yolları ayrılmaya başladı. Bu hareket hâlen Kürt
meselesi hakkında kayda değer bir söylemde bulunmamaktadır. Öyle ki Milli
Görüş’ün bariz İslâmi söylemine rağmen Kürtler lehine bir çözüm ortaya
koymaması, laik, ulusalcı Kürtlerin Müslümanları karalamak için oldukça iyi bir
propaganda sebebi olmuştur.
Mazlumder
Türkiye’de Kürt
Meselesi hakkında İslâmi kesimden belki ilk ciddi girişimde bulunan yapılardan
biri Mazlumder’dir. Mazlumder, Kasım 1992’de Ankara’da “Kürt Sorunu Forumu”nu düzenledi. İslâmi camianın önemli bir
kısmının temsilcisi konumundaki gazeteci, yazar, siyasetçi, sivil toplum
mensubu ve kanaat önderinin katıldığı bu forumda, ilk kez Kürt Meselesi farklı
boyutlarıyla birlikte ele alınmış ve çeşitli tezler ileri sürülmüştür. Forumda
savunulan görüşlerden biri Kürt sorununun laik-Kemalist rejimin meydana
getirdiği tali bir sorun olduğu, ana sorun olan rejim sorunu çözülmeden tali
sorun olan Kürt sorununun çözülemeyeceği belirtilmiştir. Bu forumda ileri
sürülen ve İslâmi kesim açısından yeni olan tez, Kürt Meselesinin eşitlik ve
kardeşlik ilkeleri doğrultusunda çözümünü öngören yaklaşım tarzı olmuştur.
Forum sonunda bir
bildiri yayınlanmış ve bildiride; Kürt sorunun çok boyutlu bir sorun olduğu; bu
sorunun, ulus-devletin inkârcı ve ırkçı yapısından kaynaklandığı ve sorunun
halklar arasında değil, rejimle halk arasında olduğu tespitinde bulunulmuştur.
Bildirinin, “talepler ve çözümler” bölümünde; Kürt sorununun terör ve şiddetle
değil, özgürlükçü ve barışçıl yöntemlerle çözülmesi, bölge halkının hak ve
özgürlüklerinin teminat altına alınması, özgür tartışmanın önündeki engellerin
kaldırılması, ulus-devlet yerine çok uluslu bir hukuk devletine geçilmesi, Kürt
kimliğinin resmen tanınması, Kürt dilinin kullanımının önündeki engellerin
kaldırılması, değiştirilen coğrafi mekânların isimlerinin iade edilmesi, dış
güçlerin müdahalesine imkân verilmemesi gerektiğine yer verilmiştir.
Sonraki yıllarda
Mazlumder, Kürt Meselesi ile daha yakından ilgilenmiş, bölgede yaşanan hak
ihlalleri karşısında, hak ihlallerini bizzat yerinde araştırmış, hazırlanan
raporlarla ve basın bildirileriyle kamuoyunu bilgilendirmeye devam etmiştir.
Ancak son yıllarda Mazlumder’in doğu ve batı şubeleri arasında fikrî makas
açılmış olup, batıdaki şubeler hükümete yakınlaşırken, doğudaki şubeler ise
Kürt ulusalcılara yakınlaşmıştır. Sonunda ayrılık kaçınılmaz oldu.
Özgür-Der
Mazlumder’den sonra
Özgür-Der de Kürt sorununa ilgi göstermiş; Mazlumder’den14 yıl sonra İslâmi
kesimin Kürt sorununa ilişkin ikinci forumu, Özgür-Der tarafından “Kürt Sorunu ve Müslümanlar” başlığı
altında 2006 yılında İstanbul’da gerçekleştirilmiştir. Kürt sorununa “İslâm
kardeşliği” temelinde çözüm üretme amacıyla gerçekleştirilen bu toplantıda,
Kürt sorununun aynı zamanda Müslümanların sorunu olduğu kabul edilerek, önemli
tespit ve önerilerde bulunulmuştur.
Daha sonra Temmuz
2010 yılında, benimde iştirak ettiğim Diyarbakır’da daha geniş katılımlı bir
forum gerçekleştirildi. Sonuç bildirgesinin “tespitler” başlığı altında 8
maddede devletin Kemalist, milliyetçi, Kürtlere karşı imha ve inkâr politikası
ve jakoben uygulamaları sonucu, bu sorunun ortaya çıktığı ifade ediliyordu. 14
maddelik “öneriler” bölümde, devletin fiilî olarak Kürtlere karşı olumsuz
tutumdan ve milliyetçi söylemden vazgeçilmesi, TSK ve PKK arasındaki
çatışmaların sonlandırılması, yerleşim yerlerinin Kürtçe isimlerine
döndürülmesi ve “andımız” denilen garabetin kaldırılması isteniyordu.
Hüda Par
Hizbullah’ın önce
Mustazaflar Cemiyeti daha sonra da Hüda Par olarak siyasi bir partiye dönüşüm
sürecinde Kürt Meselesine dair söylemleri de zaman içinde gittikçe genişledi.
Tabanının neredeyse tamamı Kürtlerden oluşması ve Kürt meselesinin acı
meyvesini bizzat tatmış bir yapı olarak meseleye dair kapsamlı görüşlerini çok
daha sonraları kamuoyu ile paylaşmıştır. Bu hususun doğal sebepleri de vardır
elbette. Özellikle PKK’nin, içeride ve dışarıda Kürtlerin haklarını savunan bir
yapı görünümünde olması ve kendisinin PKK ile girdiği çatışma sürecinde,
yapılan propagandalar sonucu toplum tarafından Kürt Meselesine karşı bir
pozisyonda duran bir yapı olarak algılandı. Daha sonra devlet tarafından
kendisine yapılan baskılardan dolayı meseleye dair görüşlerini topluma ancak
çok sonraları duyurabilmiştir.
Hüda Par, Mart 2015
yılında Diyarbakır’da, benim de iştirak ettiğim ve yüzlerce STK adına 600
delegenin katılığı “Kürt Meselesine İslâmi
Çözüm Çalıştayı” düzenledi. 28 maddelik sonuç bildirisinde yukarıda Mazlumder
ve Özgür-Der’in sonuç bildirgelerinde belirtilen tespit ve önerilerin benzerine
ek olarak, PKK’ye ve devletin çözüm sürecinde PKK ile olan münasebetlerine
ciddi eleştirilerde bulunuyordu.
Burada bahsettiğim İslâmi
yapıların dışında, irili ufaklı birçok kitle ve İslâmcı olarak tanınan birçok
yazar ve düşünürün de meseleye, yukarıda ifade ettiğim tespit ve önerilerin
benzerleri ile yaklaştığı görülmektedir. Özellikle eski bir MHP’li olan Mehmet
Pamak (İLKAV)’ın Kürt Meselesi ile ilgili olarak araştırmaları ve kaleme aldığı
kitaplardaki tespit ve yaklaşımı takdire değerdir.
Özetle; cumhuriyet
rejimi, ideolojik bir bakışla bütün kurum ve kuruluşları ve baskı araçlarıyla
dinin millileşmesi ve dinsel argümanlarla desteklenmiş Türk milliyetçiliğinin
toplumda kabul görmesi doğrultusunda yoğun bir çaba harcamıştır. Bu çabalar,
toplumun bütün kesimlerinde olduğu gibi İslâmi camia üzerinde de ciddi bir etki
meydana getirmiştir. Öyle ki vatan, millet, devlet, bayrak ve marş gibi kavram
ve sembollere dini bir kutsiyet atfedilmiş, dini düşünce ve algı, adeta bu
kavramların istilasına uğramıştır. Millileştirilmiş böylesi bir düşünce
dünyasında farklılığı kabullenmek çok güçtür. Bu güçlüğü aşabilmenin tek yolu
milli duygu ve şartlanmadan vazgeçmektir.
Bölünme veya
ümmetin parçalanma fobisi, Kürt meselesinde aşılması zor duvarlardan biridir.
Bu meseleye eğilme, yapılan zulmü dillendirme ve empati kurup doğruları
dillendirmek, beraberinde bölünmeyi getireceğine ilişkin devlet ve toplum
katında egemen olan kanaat, İslâmi kesim tarafından da paylaşılmıştır. Bir
farkla ki İslâmi kesim, bu bölünmenin aynı zamanda “İslâm ümmeti”nin bölünmesi
ve zayıf düşürülmesi anlamına geleceğini düşünmüştür. Farklı bir anlatımla,
Kürtlerin kültürel kimlik talepleri, Türk milletini ve İslâm ümmetini bölüp
parçalamaya matuf ayrılıkçı bir girişim olarak değerlendirilmiştir. Böyle bir
değerlendirme tarzının oluşumunda, Türk ulusunun inşasında “ümmet”le aynı
anlama gelen “millet” kavramının kullanılması ve zamanla bu kavramın içeriği
dinden uzaklaştırılarak “Türk” kavramına taşınması etkili olmuştur. Kemalist
rejim tarafından içi boşaltılan ve Türk milliyetçiliğine eklemlenen ümmet
kavramı, devletin bölünmeye karşı geliştirdiği kardeşlik söylemine dinî
meşruiyet sağlayan bir istismar aracına dönüştürülmüştür.
Cumhuriyete göre
ideal ve makbul insan profili “Türk-laik vatandaş” kimlik ve kişiliğe evrilmiş
insandır. Bu profile uymayan, başta Kürtler ve İslâmi kesimler, sistem düşmanı
olarak etiketlenmişlerdir. Cumhuriyet tarihi boyunca rejimle sorunları olan ve
çeşitli mağduriyetlere uğramış bulunan İslâmi kesimin Kürt sorunuyla
ilgilenmesi, kendilerine mevcut baskıları daha da artıracağı şeklinde
değerlendirilmiştir. Açıkçası, devletle tek bir cephede sürdürülen mücadelede
ikinci bir cephenin açılmasının getireceği ağır yük, bir anlamda katlanılamaz
bulunmuştur. Zira bu sorunla ilgilenildiğinde Kürtçülük, bölücülük ve hainlik
damgası vurulacak, yargılanacak, mahkûm olunacak, toplumdan tecrit edilecektir.
Bütün bunlardan yalnızca kişiler değil, aynı zamanda İslâmi mücadele de zarar
görecektir. Faturası yüksek olan böyle bir sorunla ilgilenmek, stratejik olarak
da doğru görülmediği için İslâmi kesimler, genel olarak bu sorun karşısında
mesafeli bir duruşu tercih etmişlerdir.
Diğer taraftan
topluma, Kürtlerin temsilcisi, Kürt hareketi olarak algılatılan PKK’nin sorunlu
din görüşü, silahlı bir örgüt olması, din karşıtı bir söyleme sahip olması da
dindar kesimlerin Kürt sorununa sıcak bakmamalarına yol açan bir başka faktör
olarak karşımıza çıkmaktadır. Örgüt, her ne kadar ilerleyen dönem içinde
birtakım “İslâmi” açılımlar yapsa da gerek silahlı kanadı ve gerekse legal
siyasal kanadı, sosyalist, sekülarist, pozitivist ve modernist ideolojik söylem
ve eylemlerini devam ettirmiştir. Öte yandan, İslâm’a alternatif olur düşüncesi
ile Zerdüştlük, Manilik gibi eski Kürt dinlerini diriltme gibi bir eğilim
içinde olması İslâm dinini, örfi bir unsur ve kültürel bir süs olarak
göstermeye başladı. Bu eğilim, bütün bir Müslüman camiada, toplumun dini anlayış
ve pratiğini kontrol etmek, içeriğini değiştirmek, dinin devlet ve toplumsal
boyutunu unutturmak isteyen Kemalist modernleşme çabasını çağrıştırmaktadır.
Aslında PKK, milli marş, milli bayram, eşsiz dil ve dil bayramı, lider kültü ve
benzeri TC’nin ulus-devlet olarak var olma yolundaki her şeyini Kürt versiyonu
ile taklit etmektedir. Müslümanlar açısından tanıdık olan böylesi bir tavır,
zaten mustarip oldukları ve karşı çıktıkları bir siyaset anlayışını ifade
etmektedir. Bu anlayış, Müslümanları olumsuz yönde etkilemekte ve onların Kürt
Meselesine eğilmeleri noktasında tereddüt etmelerine yol açmıştır.
Sonuç olarak; meseleyi İslâmi
sorumluluk açısından ele alan Türk ve Kürt İslâmcıların, bütün hassasiyetlerine
rağmen meseleye dair köklü ve somut bir çözüm ortaya koydukları söylenemez.
Meselenin zuhur etmesindeki faktörleri ve sebebiyet verdiği olumsuz sonuçları
itibari ile yüzde yüze yakın bir doğrulukla tespit etmelerine rağmen, çözümleri
maalesef kısır kalmıştır. Meseleynin, Kur’an ve Sünnet ekseninde çözülmesi
gerektiği hususunu ifade etmekle birlikte, önerileri eşitlik, kardeşlik, birliktelik ve ümmet ruhu gibi kavramları
aşamamaktadır. Bu arada az bir kesim, Kürtler için Kur’an ve Sünnet’ten
ulus-devlet anlayışını dahi çıkartabilmiştir.
Hâlbuki bu meselenin
köklü çözümü, tespit edilen sorunlarda yatmaktadır. Her şeyden önce
Müslümanların, bu meseleyi doğuran ulus-devlet anlayışının ve her türlü
milliyetçiliğin İslâm’a aykırı olduğunu bildikleri gibi bu anlayışın yıkılması
gerektiğini ve alternatif modelini de açıkça ifade etmeleri gerekir. Yine,
meselenin ortaya çıkmasına zemin olan, Batı’dan ithal yolu ile Müslümanlara
dayatılan, laiklik akidesi üzerinde kurulan, demokratik nizam ve cumhuriyet
sisteminin İslâm ile taban tabana zıt olduğunu bilmeli ve İslâmi yönetim ile
değişmesi gerektiğini açıkça ifade etmeleri gerekmektedir.
Bölünme ve yeni bir
ulus devletin inşasının makul karşılanmaması kadar, mevcut ulus-devletin de
ciddi anlamda sorgulanması gerekmektedir. Ulus-devlet anlayışı silinmeden,
milliyetçilik duyguları bitirilmeden yerine ümmet anlayışı inşa edilemez. Yine,
seküler yaşam tarzını dayatan cumhuriyet sistemi değiştirilmeden birlikte ve
kardeşçe bir yaşam kurulamaz.
Meselenin tespiti
ve çözüm önerisini ortaya koymanın gerekliliği ile birlikte, birçok sorun gibi
bu mesele de bir kitle veya bir örgüt tarafından çözüme kavuşturulamaz. Çünkü
meselenin köklü çözümü devlet erkini gerekli kılmaktadır.
Bu bağlamda Kürt
Meselesi ile birlikte, Müslümanların karşılaştığı bütün sorunların köklü çözümü;
hiçbir milli unsuru öne çıkartmayan, hiçbir ırkı bir diğerinden farklı ve
ayrıcalıklı görmeyen, hepsine tek bir ümmet gözü ile bakan, emperyalist
devletlerin Müslüman halkların arasına çizdiği suni sınırları kaldıran, bütün
insanlara “insan” olma vasfı ile bakan, herkese İslâm’ın eşsiz adil hukukunu
uygulayan Râşidî Hilâfet Devleti’nin kurulmasıdır.
Dolayısı ile Müslümanların bütün güçlerini bunun için harcaması en öncelikli
husustur. Ancak, İkinci Râşidî Hilâfet Devleti kurulmadan bir şey yapılamaz da
denilemez. Zalime karşı durmak, mazlumu savunmak, Müslümanların maslahatını
ortaya koymak, İslâmi şahsiyetin unsurlarındandır.
Yorumlar