Şüphesiz İslâm, âlemlerin
Rabbi Allah Subhânehû ve Teâlâ tarafından kulu ve elçisi Muhammed SallAllahu
Aleyhi ve Sellem vasıtasıyla tüm insanlık için gönderilmiş son din ve son
şeriattır. Allah Subhânehû ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
قُلْ يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اِنّ۪ي رَسُولُ
اللّٰهِ اِلَيْكُمْ جَم۪يعًاۨ
“Ey Muhammed de ki:
Ey insanlar, doğrusu ben Allah’ın hepiniz için gönderdiği peygamberiyim.”[1]
وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا كَٓافَّةً
لِلنَّاسِ بَش۪يرًا وَنَذ۪يرًا وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
“Ey Muhammed, biz
seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir. Fakat
insanların çoğu bilmezler.”[2] Kuran-ı Kerim’in
birçok yerinde bu minvalde kati deliller mevcuttur.
Allahu Teâlâ’nın:
اِنَّٓا اَنْزَلْنَٓا اِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ
لِتَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ بِمَٓا اَرٰيكَ اللّٰهُۜ
“Biz, Allah’ın sana
gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmetmen için hak üzere sana Kitab’ı
indirdik.”[3] buyurarak, Arapça
inzal ettiği Kur’an-ı Kerim ise hem lafzı hem de manası ile Kur’an’dır.
Yalnızca mana Kur’an olarak isimlendirilemeyeceği gibi, mana olmaksızın
yalnızca lafız da Kur’an sayılmaz. Yani manası da özeldir ve sıradan bir Arapça
bir metin değildir. Manaları sadece sözlük anlamlarıyla açıklanamaz ve hiçbir
sözlük de bu anlamları kuşatacak nitelikte değildir. Hatta öyle ki Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’in Ahabı da Arapça konuştukları hâlde Kur’an ayetlerinin
içerdiği anlamları anlayamadıklarında Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e
soruyor ve Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem de Allah Subhânehû’nun
vahyetmesiyle Allah’ın murat ettiği özel anlamları onlara açıklıyordu. Çünkü
lafızda asıl durum belirli manaya delalet etmesidir. Bu nedenle Kur’an,
lafzının vasfı ile nitelendirilmiştir.
Allahu Teâla Kur’an’ın
Arapça olduğunu bildirmiştir:
إِنَّا أَنزَلْنَاهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا
“Hakikat biz onu
(Kur’an’ı) Arapça bir Kur’an olarak indirdik.”[4]
كِتَابٌ فُصِّلَتْ آيَاتُهُ قُرْآنًا
عَرَبِيًّا
“Bu Kur’an ayetleri
uzun uzun açıklanmış, Arapça bir kitaptır.”[5]
قُرآنًا عَرَبِيًّا غَيْرَ ذِي عِوَجٍ
“(Onu her türlü)
çelişki ve ihtilaftan uzak, dosdoğru, Arapça bir Kur’an olarak indirdik.”[6]
أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ قُرْآنًا عَرَبِيًّا
“Sana Arapça bir
Kur’an vahyettik.”[7]
إِنَّا جَعَلْنَاهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا
“Şüphesiz ki biz
Kur’an-ı Arapça kıldık.”[8]
Arapça, Kur’an’ın
manalarının değil lafzının vasfıdır/niteliğidir. Çünkü Kur’an’ın anlamları,
Araplığa yönelik değil insanlığa yönelik manalar içerir. Kur’an sadece Araplara
ait bir kitap değil bütün insanoğluna ait bir kitaptır. Ancak Allahu Teâla’nın [وَكَذَلِكَ
أَنزَلْنَاهُ حُكْمًا عَرَبِيًّا] “İşte böylece biz onu, Arapça bir hüküm olarak indirdik.”[9] ayeti “Arap
diliyle ifade edilen bir hikmet olarak indirdik!” anlamına gelmektedir.
Yoksa ayet “Arapça bir hikmet” anlamına gelmemektedir.
Arapça, Kur’an’ın
sadece lafzının niteliğidir. Lafzı yalnızca Arapça olarak nitelendirilebilir.
Mecazi olarak da hakiki olarak da Kur’an Arapça’nın dışında başka bir isimle
isimlendirilemez.
Bu nedenle Kur’an’ın
bir kısım anlamlarının Arap lügatinin dışında yazılmasına Kur’an denilmesi
doğru değildir. Kur’an’ın Arapça oluşu kesindir ve lafzı da yalnızca Arapça’dır.
Öte yandan Nebi SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’e verilen başka mucizelerin varlığı ile beraber Kur’an
Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Rasul oluşunun mucizesidir.
Bizzat Kur’an’da ve sahih hadislerde de geçtiği gibi efendimiz Muhammed SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’in elinde başka mucizeler olduğu hâlde o, bunlarla değil
yalnızca Kur’an’la herkese meydan okumuştur. Bu nedenle Kur’an, indiği günden kıyamete
kadar geçen süreçte Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Rasullüğünü
ispatlayan bir mucizedir.
Nitekim Kur’an,
Arapları benzerini getirmekten aciz bıraktı ve benzerini getirmeleri için
onlara meydan okudu. Allahu Teâlâ onlara meydan okurken şöyle buyurmuştur:
كُنتُمْ فِي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلَى
عَبْدِنَا فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ وَادْعُوا شُهَدَاءَكُمْ مِنْ دُونِ
اللَّهِ إِنْ كُنتُمْ صَادِقِينَ
“Şayet siz,
kulumuza indirdiğimizden şüphe ediyorsanız haydin ona benzer bir sure de siz
getirin. Allah’tan başka şahitlerinizi de çağırın. Eğer doğru
söyleyenlerdenseniz.”[10]
Yine bu doğrultuda
Kur’an’da birçok ayet-i kerime geçmektedir. Kur’an benzerini getirmek için
çağrıda bulunduğu kimseleri benzerini getirmekten aciz bıraktı. Onların
acizliği tevatür yoluyla sabittir. Tarihî süreçte de onlardan herhangi
birinin onun benzerini getirebildiği görülmemiştir.
Bu meydan okuma
yalnızca hitap ettiği Arap kavmine ait bir meydan okuma değil, kıyamete kadar
bütün herkese yapılan meydan okumadır. Çünkü sebebin hususi olmasına değil,
lafzın genelliğine itibar edilir. Kur’an indiği günden kıyamete kadar bütün
insanlara benzerini getirmeleri hususunda meydan okumaktadır. Bu nedenle Kur’an
ne yalnızca Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem zamanındaki Araplara ait
bir mucize ne de herhangi bir zaman ve mekândaki Araplara ait bir mucize
olmayıp bütün insanlara ait bir mucizedir. Bu meydan okumada zaman
itibariyle hiçbir fark yoktur.
Dolayısıyla İslâm
düşmanlarının dillerine pelesenk ettiği gibi İslâm, sadece cahiliyye Arapları
için hâşâ “Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in dehasıyla
icat ettiği bir din” değildir. İslâm tüm insanlık için Allah Subhânehû ve
Teâlâ’nın Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem ile
göndermiş olduğu bir hayat nizamıdır. Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:
الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ
وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ لَكُمُ الإِسْلاَمَ دِينًا
“Bugün size
dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı
seçip beğendim.”[11]
Allah Subhânehû
ve Teâlâ’nın tüm insanlık için seçip beğendiği İslâm hadaratının ortaya
çıkışıyla da, 1300 yıl boyunca Allah Azze ve Celle’nin arzını ifsat
etmek isteyen müstekbir, sömürgeci ve kâfirler için siyasi, askerî, ekonomik, kültürel
ve topyekûn hayat tarzı bağlamında yeryüzünü dar etmiş, insanlık adalet, huzur
ve güveni gerçek anlamda tatmıştır. Savaş meydanlarında İslâm ümmetini ve İslâm
hadaratını dize getiremeyeceğini idrak eden kâfirler, İslâmi ümmetin içine
düştüğü fikrî zafiyetten faydalanarak sinsi fikirlerle İslâm hadaratına meydan
okur hâle gelmişlerdir. Misyonerlik faaliyetleri ile başlayan bu meydan okumada
vatancılık, milliyetçilik gibi zehirli fikirleri ortalığa saçarak büyük bir
fitne ateşi yakmışlardır.
Özellikle 1876’dan
itibaren, İngilizler, Osmanlı Hilâfet Devleti’nin özellikle Arapların yoğun
olduğu bölgelerine nüfuz etmeye başlaması, Hindistan yolu ile beraber bölgenin
iktisadi potansiyelinin iştahını kabartması, “şark meselesi”nin hâlledilmesi
yani Hilâfet’in ortadan kaldırılarak bir daha İslâm ümmetinin belini
doğrultamayacak duruma getirilmesi ve İslâm ümmetinin parçalara bölünerek bir
daha tek bayrak ve tek devlet altında birleşmesinin zihinlerden dahi
geçirilemeyecek boyutta unutturulması için, siyaset üretilmeye başlandı. Araplarla Türkler arasına ilk fitne, Şerif
Hüseyin’in İngilizlerle birlikle hareket ederek Osmanlı halifesine
başkaldırması ve İngilizler lehine meyve verdirilerek sona ermesidir.
Kullanılan üslupların çeşitliliği dikkati çekicidir. “Türklerin İslâm dünyasını
özellikle Arapları geri bıraktığı, halifeliğin Kureyş’e ait olduğu” öne
sürülerek halifenin zayıflatılması ve Mısırı işgal ederken Şam merkezli Arap milliyetçilik
hareketlerini desteklemeleri gibi politikalar İngilizler tarafından yürütülmüş
veya çeşitli şekillerde desteklenmiştir. Öte yandan Osmanlı mirasyedisi olarak
kurulan cumhuriyet Türkiye’sinde ise sık sık Şerif Hüseyin çevresindeki küçük
bir grubun ihanetinin tüm Araplara mal edilerek sunulması ya da yıllarca “Türklerin
Araplar’ı sırtında taşıdığı ve Araplar’ın da Türkler’i sırtından hançerlediği”
hâlen tekrarlana gelen sinsi bir İngiliz fitnesidir.
Sonrasında
azınlıklar mefhumu ortaya atılarak yüzyıllarca İslâm ideolojisi ve otoritesinin
güven şemsiyesi altında kaynaşmış, akrabalıklar kurmuş olan farklı din, dil ve
ırktaki halkları birbirine düşman hâle getirmeyi başarabilmişlerdir. Ardından
başlatılan işgaller ve sonrasında, Batı’nın kendi çıkarlarını korumak üzere
tayin ettiği uşak yöneticiler aracılığı ile sözde “bağımsızlıklar” vererek, İslâm
beldelerini bir kadavra gibi elliden fazla “vatan”a bölmeyi başarabilmiştir. Bu
vatancılık mefhumu ile İslâm ümmeti arasında İslâm akidesinin tesis ettiği
kardeşlik bağı toprağa bağlı “vatandaşlık” bağına evrilmiştir.
Söz konusu “vatan”
parçalarına has “ulus inşası” da tasarlanmıştır. Çeşitli isimler altında ancak
laiklik ve milliyetçilik esasına göre kurulan sözde “bağımsız” devletçikler
için “kökü dışarıda” olduğuna bakılmadan her türlü kanun Batı’dan ithal
edilmiştir. Örneğin Medeni Kanun, Borçlar ile icra İflas kanunu İsviçre’den,
İdare Hukuku Fransa’dan, Ceza Kanunu İtalya’dan, Ticaret ve Deniz Ticareti
Kanunu ile Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu Almanya’dan alınmıştı.
Bu “vatan” parçalarına has uydurulmuş resmî
tarih ile “ulus” kavramı yerleşik kılınmaya çalışılmıştır. Örneğin Mısır halkı
için Firavun dönemine öykünen “Mısır Medeniyeti”, İran halkı için
Mecusi/Zerdüşt Pers dönemine öykünen “Farisilik” kültürü, Lübnan halkı için “Fenikeliler”e
öykünen “tarihi gurur kaynağı” uygun görülmüştür. İslâm Ümmetinin her bir
parçası için böylesi “ulus bilinci?” tasavvuru bulmak mümkündür. Zira her “ulus”
için İslâm öncesi hayatına öykünen bir “toplumsal kimlik” inşa edilmeye
çalışılmıştır.
Nitekim Türkiye halkı
için de “Türklük” vurgusunun hakim olduğu ve Türklerin Orta Asya köklerine
kadar uzanan ve “Şamanizm”e öykünen tarih anlatımına rastlamak mümkündür. 1071
yılında Alp Arslan komutasındaki İslâm ordusunun Malazgirt zaferi dahi sadece “Türklere
Anadolu’nun kapısını açan muharebe olarak vasfedilmiştir. Yoksa Alp Arslan’ın
şu sözünü İslâm’a kindar olanlardan başka kim görmezden gelir?
“Ya muzaffer olur gayeme
ulaşırım ya da şehit olarak cennete giderim. Sizlerden beni takip etmeyi tercih
edenler, takip etsin. Ayrılmayı tercih edenler, gitsinler! Burada emreden
sultan ve emredilen asker yoktur. Zira bugün ben de sizlerden biriyim. Sizlerle
birlikte savaşan bir gaziyim. Beni takip edenler ve nefislerini yüce Allah’a
adayarak şehit olanlar, cennete; sağ kalanlar gaziliğe kavuşacaktır. Ayrılanları
ise ahirette ateş, dünyada da rezillik beklemektedir.”
Ya da “kardeş
katili” olarak lanse edilmeye çalışılan Fatih Sultan Muhammed’i İstanbul’u
fethetmeye sevk eden hususun Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’
in:
لَتُـفْتَحَنَّ الْقُسْطَنْطِينِيَّةُ
فَـلَنِعْمَ الْأَمِيرُ أَمِيرُهَا، وَ لَنِعْمَ الْجَيْشُ
ذَلِكَ الْجَيْشُ
“İstanbul mutlaka
fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, o ordu ne güzel
ordudur.”[12] Müjdesi olduğunu
tüm İslâm ümmeti idrak etmiştir.
Başta Alp Arslan
olmak üzere Selçuklu yöneticilerinin, Gazi Ertuğrul’dan itibaren de 1517’de
Osmanlı’nın Hilâfet’e talip olmasına kadar tüm Osmanoğulları’nın kendi
dönemlerindeki mevcut halifeye biat etmiş olduğunu, İslâmi geçmişi hafızalardan
silmek isteyenlerden başkası inkâr edemez.
Tek hedefi İslâm’ı
hafızalardan silmek olan tarihî bakışa göre “Türkler Abbasi halifeliği
tarafından kılıç zoruyla İslâmlaştırılmıştır ve Türk kültürüne uymaz. Yaşanılan
din de Arap İslâm’ıdır.” Buram buram İslâm düşmanlığı kokan “Arap İslâm’ı”
tanımlaması ile bu uyduruk “Türk İslâm’ı” tanımlamasının yani “köklerinde
Hacı Bektaşi Veli, Yunus Emre, Mevlâna, Hacı Bayram Veli, Edebali, Ahi Evren ve
Pir Sultan Abdalların bulunduğu Hanefi, Alevi-Bektaşi, Mevlevi zenginliğinden
oluşan Anadolu Türk-İslâm kültürü ile hiçbir ilgisi yoktur.”[13]
Eğer ölçü Allah Subhânehû
ve Teâlâ’nın vahyettiği Kur’an ve Sünnet olmasaydı böylesi hezeyanlar
kolayca yenilip yutulabilirdi. Nitekim İslâm’ı inzal eden âlemlerin Rabbi olan
Alllah Subhânehû ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
فَرَبُّكُمْ اَعْلَمُ بِمَنْ هُوَ اَهْدٰى
سَب۪يلًا۟
“Şu hâlde kimin en
doğru yolda olduğunu Rabbiniz daha iyi bilir.”[14]
Hem nasıl olur da
“kılıç zoruyla İslâmlaştırılmış Türkler” 6 asır boyunca canlarını seve seve
vererek, İlay-ı Kelimetullah’ı âleme taşımada öncülük eder? Hiç bu soru
akıllarına gelmiyor mu?
Bugün bile, İslâm ümmetinin
gözünün kulağının ve tüm dikkatinin üzerinde olduğu Türkiye Müslümanları
“Türkiye Cumhuriyeti” adıyla, Batılı tarzda modernleşme için bir numune olarak
sunulmak istenmiş ve bu sayede İslâm ümmetinin bir daha ihtişamlı günlerine
dönmekten umudunu yitirmesi hedeflenmiştir. Öyle ki Mustafa Kemal,
sulta/yönetim gücünün halifeden “kanun yoluyla?” alındığı 1 Kasım 1922’de
saltanatın kaldırılmasının halifeyi yetkisiz kılacağını anlayan komisyondaki
tartışmaları izledikten sonra bir sıranın üzerine çıkarak bir konuşma yapar ve
şöyle der:
“Efendim, dedim,
egemenliği hiç kimse hiç kimseye, bilim gereğidir diye görüşmeyle, tartışmayla
veremez. Egemenlik, güçle, erkle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk
milletinin egemenliğine ve saltanatına el koymuşlardı. Bu zorbalıklarını altı
yüzyıldan beri sürdürmüşlerdi. Şimdi de Türk milleti bu saldırganlıklara artık
yeter diyerek ve bunlara karşı ayaklanarak egemenliğini ve saltanatını kendi
eline fiilen almış bulunuyor. Bu bir olup-bittidir. Söz konusu olan millete
saltanatını egemenliğini bırakacak mıyız bırakmayacak mıyız sorunu değildir.
Sorun zaten gerçekleşmiş bir olayı yasa ile saptamaktan başka bir şey değildir.
Bu ne olursa olsun yapılacaktır. Burada toplananlar, meclis ve herkes sorunu
doğal bulursa sanırım ki uygun olur. Yoksa, yine gerçek, yöntemine göre
saptanacaktır; ancak, belki birtakım kafalar kesilecektir.”
Buradaki
Osmanoğulları vurgusu, daha sonra ilga edeceği Hilâfet’in İslâm ümmeti için
farzların tacı mesabesindeki konumunu “bir aile tasallutu” şeklinde hafızalara
kazıma ve yönetimin de İslâm’la bağını koparma çabası ve “Türk milleti”
vurgusuyla da tüm İslâm ümmetine siyasi liderlik ederken, “ümmet bilinci”nden
koparmaya yönelik bir hamle değil de nedir?
Öte yandan alfabe
olarak Göktürk alfabesinin alınması milliyetçilik esasına daha uygunken, Latin alfabesinin
Arapça alfabe yerine tercih edilmesi sadece “modernleşme” ile açıklanamaz. Mesela
3500 yıllık geçmişi olduğu iddia edilen Çin alfabesi hâlâ Çinliler tarafından
kullanılırken, “modernleşme”nin gerisinde kalma kaygısı hiç çekmediler. Hayır,
asıl mesele, İslâm ve İslâm’ın dili olan Arapça ile olan bağın koparılmasıydı.
Bunu gelin İngiliz
Dışişleri Bakanlığı Siyasi İstihbarat Birimi’nde çalışmış ve yine Kraliyet
Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nde 30 yıl araştırma direktörlüğü yapmış,
İkinci Dünya Savaşı sırasında da tekrar İngiliz Dışişleri’nde çalışmış, Paris
Barış Konferansı’na katılan İngiliz delegasyonunda yer almış[15]
İngiliz tarihçi Arnold J. Toynbee’nin (1889–1975) bizzat kendisinden aktaralım.
Toynbee’nin İngiltere adına Türkiye’ye daha doğrusu pay-i taht İstanbul’a ilk
gelişi, 15 Eylül 1921’dir. Tornbee ayrıca cumhuriyetin yeni “aydın?” ve
bürokratik kişileriyle de dostluklar kurmuş, Devlet mekanizmasında ve toplumsal
hayatın rutin bünyesinde yapılan jakoben devrimler ile yeni rejimin kültürel ve
siyasi hedeflerini yerinde izlemiştir. 1929 yılındaki ikinci gelişinde; Türkiye
ile ilgili izlenimlerini 1928 yılında yapılan harf inkılabına atıf yaparak, bu
konudaki düşüncelerini şöyle özetlemektedir:
“Günümüzde Hitler,
kendi düşüncesine karşı olan bütün ilmî hazineleri kökten yok edip kaldırmanın
yolunu tutmuştur. Ne var ki matbaanın icadı bu faaliyetleri bir nevi imkânsız
hâle getirmiştir. Hitler’in çağdaşı olan Mustafa Kemal ise hedefini
gerçekleştirmek için en başarılı ve en akıllı yolu seçmiştir. Türkiye’nin
başkanı, vatandaşlarının eskiden miras aldıkları kültür ve medeniyetin havasından
kafalarını kurtarıp çok kuvvetli bir şekilde Batı medeniyetinin potası içinde
şekil almalarını istemiştir. Böylece alfabenin değişimi, kütüphanelerin
yakılması yerine geçmiştir. Bundan sonra Türk kütüphanelerini yakmaya lüzum
kalmamıştır. Çünkü harf inkılâbıyla bu hazineler örümceklerin yuva yaptığı
raflarda kapanıp kalmaktan başka bir şeye yaramayacaktır. Ancak çok yaşlı
hocalar ve ihtiyarlar, onları okumak lüzumunu hissedecektir.”[16]
Hülasa, İslâm’a
dair her hüküm, “âdet/örf muhakkemdir” denilerek, oluşturulmaya çalışılan
“toplumsal kimlik” ile uyumlu(?) bir forma sokulmak istenmiştir. Dolayısıyla
Allah Subhânehû ve Teâlâ tarafından indirilmiş din yerine, Batı
kültürüne “uydurulmuş din” ortaya çıkmıştır. Bu uydurulmuş din, “Türk
Müslümanlığı” şeklinde güncellenerek zuhur ettiği dönem ise komünizmin çöküp,
Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında NATO şemsiyesi altında İslâm’ın yeni
düşman ilan edildiği döneme rastlamaktadır. Bu uyduruk “Türk Müslümanlığı”
tanımlaması 1998 yılında Mesut YILMAZ tarafından şöyle ifade edilmiştir: “Dinimizin
ithal Arap ve Acem karışımı gerici zihniyetlerin etkisinden kurtulması
gerekir.” Kimileri bu meş’um kavramı “itikatta Mâturidi amelde Hanefi
mezheblerini benimsemiş inancını günlük hayata Yesevi tarikatının aşk ikliminde
kabul etmiş, Maturidi-Hanefi-Yesevi sacayağı” şeklinde sunarken, kimileri de
Sünnilerdeki Hz. Ali ve Ehl-i Beyt sevgisinin tespitinden yola çıkarak veya
Sünnilerin de Hz. Ali ve Ehl-i Beyt ile ilişkilerini öne plana çıkararak
“Alevi-Sünnilik” olarak sunmuş kimileri de direkt olarak Aleviliği, “Türk
Müslümanlığı” olarak sunmaktadır.[17]
Ancak temel çerçeve yani bu
tanımlamaların ortak noktası “Laiklikle uyumlu İslâm’dır?”
Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın riyasetinde varlığını devam ettirmekte olan laik Türkiye nizamıyla
da, “Türk İslâm’ı” resmileştirilmeye doğru gidiyor. Mısır’da Mursi’nin
seçilmesi sonrası yaptığı Mısır gezisinde olduğu gibi kalabalığı “laiklik’e
davet ederken içeride de gerektiğinde oy devşirmek adına da olsa, içki
fabrikalarının sayısının artmasıyla övünen kadrosuyla, Kemalistlerle de uyumlu
olabilmektedir. Geçtiğimiz yıl Cumhurbaşkanı Erdoğan “Siz İslâm’ı 14 asır
öncesi hükümleri ile bugün uygulayamazsınız!” sözleriyle “İslâm’ın
güncelleştirilmesi”ni dile getirecek kadar bu siyasetindeki çıtasını
yükseltmiştir. Yine Avrupa Birliği Muktesebatı gereği, “Müslüman aile”
kavramını yok eden “İstanbul Sözleşmesi” ve cinsel sapkınlıkların önünü açan “cinsiyet
eşitliği”nin eğitim politikasına dahil edilmesi de “Türkleştirilmiş İslâm” olsa
gerek?
Batılılar ve
onların yerli işbirlikçi yöneticileri açısından İslâm’ın dünyaya yeniden fikrî
ve siyasi liderliğinin açık ve yakın tehdit hâline gelmesinden beri ve
özellikle 11 Eylül Olayı sonrası, “İslâm’ın Laiklikle uyumlu hâle getirilmesi”
yönünde Büyük Ortadoğu Planı kapsamında, “Globalizm”, “ Serbest Pazar”, “Terör
ve Aşırılıkla Mücadele”, “Ilımlı İslâm” ve “Dinler arası Diyalog” gibi sinsi
kavramlarla geçmişte İngilizlerin ürettiği habis üslupları bugün ABD, emri
altındaki “müslüman” liderler aracılığıyla yürütmeye çabalıyor. Ancak nafile İslâm
ümmeti mevcut nizamlara beslediği korku duvarını çoktan yıkmış durumdadır.
Dünya’nın efendisi olduğunu iddia eden ABD’nin bu habis üslupları, bir bir
çökmektedir. ABD’nin ve diğer Batılı devletlerin İslâm coğrafyasında artık
nerede ve ne zaman bir hareketliğin ortaya çıkacağı kestirilemez ve bu
hareketlilik durdurulamaz hâle gelmiştir. Son söz olarak Allah Subhânehû ve
Teâlâ da kâfirler ve avenelerinin mukadder olan geleceğini şöyle
bildirmiştir:
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ يُنفِقُونَ
أَمْوَالَهُمْ لِيَصُدُّواْ عَن سَبِيلِ اللّهِ فَسَيُنفِقُونَهَا ثُمَّ تَكُونُ
عَلَيْهِمْ حَسْرَةً ثُمَّ يُغْلَبُونَ وَالَّذِينَ كَفَرُواْ إِلَى جَهَنَّمَ
يُحْشَرُونَ
“İnkâr edenler
mallarını, Allah’ın yolundan alıkoymak için harcarlar ve harcayacaklar da.
Sonra bu onlar için yürek acısı olacak, sonra yenilecekler ve inkâr edenler
cehenneme sürüleceklerdir.”[18]
[1]
A’raf Suresi 158
[2]
Sebe Suresi 28
[3]
Nisa Suresi 105
[4]
Yusuf Suresi 2
[5]
Fussilet Suresi 3
[6]
Zümer Suresi 28
[7]
Şura Suresi 7
[8]
Zuhruf Suresi 3
[9]
Ra’d Suresi 37
[10]
Bakara Suresi 23
[11]
Maide Suresi 3
[12]
Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 335; Buharî, et-Tarihu’l-Kebir, I, 81;
et-Tarihu’s-Sağîr, I, 306; el-Bezzâr, el-Müsned, el-Müsned, c. II, s. 308;
Taberani, el-Mu’cemu’l-Kebir, II, 38; Hakim, Müstedrek, IV, 422; Heysemî,
Mecmeu’z-Zevâid, VI, 219.
[13]
https://www.aydinlik.com.tr/anadolu-turk-islami-ve-vehhabi-islami-mehmet-ulusoy-kose-yazilari-haziran-2018
[14]
İsra Suresi 84
[15]
AYDIN, Cemil – DURAN, Burhanettin, “Soğuk Savaş Dönemı Türkıye’sınde Arnold J.
Toynbee Ve Islâmcılık”
[16]
YUCA, İrşad Sami, ASIA MINOR STUDİES, 07/01/2016, Sayı:4,“Tarihçi Arnold
Toynbee'nin 1948 Türkiye Seyahati Ve Yeni Türkiye Hakkındaki İzlenimleri”
[17]
http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSayilar&Goster=Yazi&YaziNo=429
[18]
Enfal Suresi 36
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış