ÜMMETİN DÜÇAR KALDIĞI SIKINTILAR HİLÂFET’İ HATIRLATMALI

Abdullah İmamoğlu

Tarih boyunca Batı dünyasının, İslâm’a kin besleyenlerin, servetler harcayarak tahrif etmeye hatta yok etmeye çalıştıkları en önemli konulardan birisi de İslâm’ın yönetim şekli olan Hilâfet olmuştur. Batılı kâfirler gecelerini gündüzlerine katarak yıllar boyunca Müslümanların gerek gönüllerinde gerekse hayatlarında taht kurmuş Hilâfet’i yıkmak için hiçbir fedakârlıktan kaçınmamışlardır. En nihayetinde tarihler 28 Recep 1342 el muvafık 3 Mart 1924’ü gösterdiğinde Batılı kâfirler bu kirli emellerine ulaşmış, İslâm’ın ve Müslümanların koruyucusu olan Hilâfet’i yıkmakta başarılı olmuşlardır. Hilâfet yıkıldıktan sonra İslâm Ümmeti’nin hali pür melal… Ümmet’in çektiği sıkıntıların ardı arkası kesilmedi. Hangisinden başlamak lazım bilmiyorum ki; bir tek devletimizin 50 küsur devletçiklere bölündüğünden mi? Yoksa etrafı mübarek kılınan Mescid-i Aksa’nın işgal edilmesinden mi? Irzları kirletilen Müslüman bacılarımızdan mı? Yoksa hayata tatbik edilsin diye gönderilmiş olan İslâm Nizamı’nın raflara kaldırılmasından mı? İslâm beldelerinin kâfirler tarafından işgal edilip, Müslümanların zulme uğramalarından mı? Kısacası Hilâfet’in yıkılmasıyla birlikte Müslümanların sorunları çığ gibi büyümeye devam ediyor, Hilâfet kurulmadığı sürece de büyümeye devam edecektir hafazanallah…

Hilâfet’in yıkılışının 94. sene-i devriyesini idrak ettiğimiz şu günlerde etrafımızda Hilâfet’in gerekliliğini hatırlatan birçok acıyı yaşarken bir de son olarak Budistlerin vahşice katliamlarından kaçan Arakanlı Müslümanların denizin ortasında aç susuz bir şekilde ölüme terk edilmiş olmalarına şahit olduk. Hem de ne şahit! Açlıktan bitkilerin yapraklarını yediklerine şahit olduk. İşin en acı kısmı ise bizi yönetenlerin/Müslüman ülkelerinin yöneticilerinin, başımızdaki idarecilerin Müslüman kardeşlerine sahip çıkmamaları, onları sahipsiz bırakmalarıydı. Daha da acısını söyleyeyim; Müslümanların her şeyinden sorumlu olan yöneticiler Müslümanların çaresizliklerine kayıtsız kalırken, Müslümanların kanları, canları, namusları uluslararası toplumların insafına terk edilmiştir. Bilinmelidir ki muazzez Müslümanların kanları, canları ve namusları uluslararası toplumların ve kâfirlerin olmayan insafına terk edilecek kadar ucuz ve değersiz değildir. Ne zaman Müslümanlar bir katliama duçar kalsa, zalimlerin zulmü isabet etse kısacası Müslümanlar inim inim inlese ne hikmetse bizim(!) yöneticiler iki şeyi muhakkak yaparlar. İlki; şiddetle kınarlar. İkinci olarak ise BM’yi göreve çağırırlar. Artık ısıtılıp ısıtılıp misafire ikram edilen temcit pilavından çok da farklı değildir yaptıkları… Hep aynı şey.

İfade ettiğim gibi Müslümanların kanları, canları ve bütün değerleri kâfirlerin insafına terk edilemez. Kâfirler Müslümanların dostu olamaz. Çünkü onlar Bakara Suresi’nde de geçtiği üzere Müslümanlardan asla razı değildirler ve de olmayacaklardır. Öyleyse onlardan medet ummak, dostluklarını beklemek caiz değildir. Müslümanları korumakla mükellef yöneticilerin hiç utanmadan kâfirleri Müslümanların korunağı olarak referans göstermesi ise ayrı bir acı kaynağıdır. Neymiş Müslümanlara BM sahip çıkacakmış… Bunun diğer bir adı Müslüman kardeşini İslâm’ın ve Müslümanların azılı düşmanlarının kucağına terk etmektir. Bu, kuzuyu kurda teslim etmek değil de nedir?

Buradan hareketle bir iki hususu sizlerle paylaşmak istiyorum.

Müminlerin kâfirlere velayeti haramdır

Kâfirlerin gerçekten Müslümanlara güven ortamı sağlayacağını düşünmek, onlardan eman beklemek ve de onları veli/dost edinmek Allahu Teâlâ’nın kâfirler hakkında sergilememizi istediği tutuma, bu konuyla alakalı söylediklerine muhaliftir. Allahu Teâlâ ayetlerinde şöyle buyurmaktadır:

“Müminler müminler dışında kâfirleri veli/dost ve yardımcı edinmesinler. Kim böyle yaparsa, Allah katında bir değeri yoktur.”[1] Başka bir ayette Allah şöyle buyurmaktadır:

“Yahudi ve Hıristiyanları veli/dost edinmeyin.”[2]

Bu meyanda başka bir ayette Allah Subhânehû ve Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Ey iman edenler! Benim de düşmanım sizin de düşmanınız olanları veli/dost edinmeyin.”[3]

Allahu Teâlâ’nın bu beyanlarından açıkça kâfirleri veli edinmenin, onlardan yardım istemenin, onlara sığınmanın ve onlara karşı muhabbet besleyecek şekilde dostluk kurmanın katî surette nehy edildiği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla, müminleri bırakıp kâfirleri veli edinmeleri müminlere haram kılınmıştır. Öyleyse nasıl olur da Müslümanların yöneticileri Müslümanlara sahip çıkılması işini Allah düşmanlarına havale edebilirler?

Kâfirlerin müminlere otorite olması haramdır

Allahu Teâlâ kâfirlerin müminler üzerine egemen olmasını haram kılmıştır. Bunun delili şu ayettir:

“Allah, müminlerin aleyhine kâfirlere hiçbir yol vermez.”[4] 

Allahu Teâlâ’nın bu sarih beyanını nasıl olur da göz ardı ederler? Nasıl olur da Müslümanların mukaddesatlarına saldıran sömürgeci kâfirleri kendilerine otorite tayin ederler? Sömürgeci kâfirlerden fitneden, zulümden başka bir şeyin sâdır olmayacağını bildikleri halde, Allah’ın ve Müslümanların düşmanlarına nasıl olur da bir geçiş yolu verirler? Ya da Müslümanların başına bir sıkıntı geldiği vakit Müslümanları kâfirlerin olmayan insafına terk edebilirler? Hâlbuki onları iyice anlayalım diye, bize vasfeden ve bizler için tarif eden bizzat Allah’tır.  Şöyle buyurmaktadır azim olan Allah: 

“Onlar ağızlarıyla sizi razı ediyorlar, hâlbuki kalpleri (buna) karşı çıkıyor. Çünkü onların çoğu fasıktırlar.”[5] Böyle iken, kendi toprakları üzerinde hakimiyetlerini empoze etsinler, Müslümanları katletsinler ve Müslümanların kanlarını daha çok akıtsınlar diye sömürgeci kâfirlere yardım etmek nasıl olur?  Hz. Muhammed SallAllâhu Aleyhi ve Sellem’in şu hadisi çok şeyler söylüyor aslında: 

“Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Ona ihanet etmez, zulmetmez ve onu mahrum bırakmaz ve onu tahkir etmez, küçük düşürmez. Kişiye şer olarak, Müslüman kardeşini tahkir etmesi yeterlidir. Müslümanın malı, kanı ve ırzı diğer Müslümana haramdır... Takva şuradadır, dedi ve eliyle göğsünü işaret etti.”[6] 

Müslümanların değerlerini koruyacak olan sömürgeci kâfirler değil, ancak Râşidî Hilâfet’tir ve bunun için çalışmak farzdır

İslâmî Hayatı başlatacak olan Hilâfet’in ikamesinin İslâm’ın kesin bir talebi olduğunu şer’î delillerin ışığında inceleyelim inşaAllah. Daha doğrusu bu delillerden bazılarını Hilâfet’in yıkılışının H. 94. sene-i devriyesi münasebetiyle hatırlatalım. Çünkü Hilâfet’in farziyetine dair delilleri gerek dergimizin matbu sayılarında gerekse neşrettiği kitaplarda defalarca gündeme taşıdık ve kamuoyuyla paylaştık elhamdulillah...

Kur’an’dan deliller  

“Onların aralarında Allah’ın indirdikleri ile hükmet haktan sana gelenin haricinde onların hevalarına (arzularına uyma).”[7]

“Onların arasında Allah’ın indirdikleri ile hükmet, onların heva ve heveslerine uyma ve seni, Allah’ın sana indirdiğinin bazısından saptırırlar diye onlardan sakın.”[8]

Görüldüğü üzere Allahu Teâlâ, kendi hükümleriyle hükmetmesini Rasulü’nden talep etmiştir. Hükmün peygambere has olduğunu tahsis eden delil varit olmadıkça Allahu Teâlâ’nın bu talebi bizi de bağlayıcıdır. Allah Subhânehû ve Teâlâ gönderdiği risaletin hayata hâkim olmasını emretmiş, asla küfrün egemenliğine rıza göstermemiştir. Hz. Peygamber SallAllâhu Aleyhi ve Sellem ise Allah’ın hükümleriyle hükmetmenin ve İslâm’ı hayata hâkim kılmanın Hilâfet’le olabileceğini hadisleriyle beyan etmiştir.

Sünnet’ten deliller

Nafi’den rivayetle;  Ömer bana dedi ki: Rasulullah Aleyhi’s Salatu ve’s Selam’ın şöyle dediğini işittim: 

 “Kim itaatten elini çekerse, Kıyamet Günü’nde lehine hiçbir delil bulunmaksızın Allah’la karşılaşacaktır. Kim de boynunda Halife’ye biat olmadan ölürse cahiliye ölümü ile ölür.”[9]

Bu hadisle Rasulullah Aleyhi’s Salatu ve’s Selam bütün Müslümanlara bir halifeye biati farz kılarak, boynunda biat olmadan ölen kişinin ölümünü “cahiliye ölümü” olarak tarif etmiştir. Burada geçen biat ancak bir halifeye yapılandır. Rasulullah Aleyhi’s Salatu ve’s Selam her Müslümanın boynunda halifeye biatin olmasını farz kıldı. Ancak burada asıl farz kılınan her Müslümanın halifeye biat etmesi değil, kendisine biatin gerçekleşmesini sağlayacak bir halifenin bulunmasıdır. İster bilfiil biat edilsin isterse edilmesin bir halifenin varlığı tüm Müslümanların boynunda biatin bulunması manasına gelir. Bu haliyle hadis, biatin farziyetine değil halifenin belirleme farziyetine delildir. Zira Rasulullah Aleyhi’s Salatu ve’s Selam’ın yasakladığı şey ölene kadar bir Müslümanın boynunda biatin olmamasıdır ki Rasulullah Aleyhi’s Salatu ve’s Selam Müslümanların biat etmemesini kınamadı boynunda biatin olmamasını (Halife’nin olmamasını) yasakladı.

el-A’rac’tan o da Ebu Hurayra RadiyAllâhu Anh’dan rivayetle Rasulullah Aleyhi’s Salatu ve’s Selam dedi ki: 

“Muhakkak ki imam (Halife) kalkandır. Onunla savaşılır ve korunulur.”[10] 

Muslim, Ebu Hazim’in şöyle dediğini rivayet etmiştir: 

“Ebu Hurayra ile beş sene beraber oldum. Rasulullah Aleyhi’s Salatu ve’s Selam’dan şunu işittiğini söyledi:   İsrailoğulları Nebiler tarafından siyaset ediliyordu. Bir Nebi öldüğünde onu başka bir Nebi takip ediyordu. Artık benden sonra Nebi yoktur. Fakat birçok Halife olacaktır. Oradakiler dediler ki: Bu durumda bize ne yapmamızı emredersin? Dedi ki: İlk biat edilene vefakâr olunuz, onlara karşı olan vazifelerinizi yerine getiriniz. Muhakkak ki Allah size karşı olan vazifelerini yapıp yapmadıklarını onlara soracaktır.”[11] 

İbni Abbas’tan rivayetle Rasulullah Aleyhi’s Salatu ve’s Selam buyurdu ki: 

 “Kim emîrinden (yöneticisinden) hoşuna gitmeyen bir şey görürse sabretsin. Zira insanlardan kim olursa olsun sultadan (Halife’nin otoritesinden) bir karış uzaklaşırsa o kişi ancak cahiliye ölümü ile ölür.”[12] 

Rasulullah Aleyhi’s Salatu ve’s Selam’ın bahsi geçen hadislerinde İslâm’ın yönetim şeklinin Hilâfet olduğu bildirilmiştir.

Sahabelerin bu konudaki icmasına gelince:

Sahabeler RadiyAllahu Anhum Rasulullah Aleyhi’s Salatu ve’s Selam’ın vefatından hemen sonra Ebu Bekir’i halife seçerek bu konuda icmayı sağlamışlarıdır. Daha doğrusu Hilâfet’in gerekliliği konusunda icma yaparak delilin keşfini gerçekleştirmişlerdir. Aynı Sahabe icması Ömer, Osman ve Ali RadiyAllahu Anhum’a yapılan biatlerle tekerrür etmiştir. Nitekim Sahabenin bu icmasındaki kesinlik şu vakıayla da teyit edilmiştir: 

Rasulullah Aleyhi’s Salatu ve’s Selam’ın vefatından sonra Sahabeler onu defnetmek yerine yeni bir halifenin seçimi ile meşgul olmuşlardır. Hâlbuki mevtanın en kısa zamanda defni farz kılınmış ve mevtayı defnetmenin kendilerine farz olduğu şahısların defni erteleyip başka bir işle meşgul olmaları da haram kılınmıştır. 

Rasulullah Aleyhi’s Salatu ve’s Selam’ın cenazesinin teçhizi ve defni üzerlerine farz olan Sahabeler Rasulullah Aleyhi’s Salatu ve’s Selam’ın defni ile meşgul olmayı bırakıp halifenin seçimi ile meşgul oldular. Rasulullah Aleyhi’s Salatu ve’s Selam’ın cenazesinin defni beklerken halifenin seçimi ile meşguliyet şeklinde hâsıl olan bu icma göstermektedir ki, halifenin seçilmesi insanların en hayırlısının cenazesinin defnedilmesinden daha mühim bir farzdır. 

Üstelik ashabın, halifenin seçilmesi hususundaki icması yaşadıkları sürece devam etmiştir. Sahabeler arasında kimin halife olacağı konusunda ihtilaf olabildiği halde Rasulullah Aleyhi’s Salatu ve’s Selam’ın ve raşid halifelerden her birinin vefatından sonra bir halifenin seçilmesi konusunda kesinlikle ihtilaf olmamıştır. İşte Sahabelerin bu icması, Halife’nin nasbedilmesinin farziyetinin açık ve kuvvetli bir delilidir. 

Serdetmiş olduğumuz nasslardan anlaşıldığı üzere Hilâfet’in ikamesi için çalışmak Allahu Teâlâ’nın kesin bir talebidir ve farzdır. Allahu Teâlâ’nın emirlerinde ise Müslümanın seçim hakkı söz konusu değildir. Müslüman Allah’ın emrine muhalefet edemez.

“Allah ve Resulü, bir işe hükmettiği zaman, mümin olan bir erkek ve mümin olan bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur.”[13]

Çözüm odur ki; başta Amerika olmak üzere topraklarımız üzerinde yerleşmiş bulunan asalak sömürgeci devletlerin hegemonyasına artık son verilsin. Akan Müslüman kanı son bulsun. Sömürgeci kâfirlerin yaptıklarının hesabı bir bir sorulsun... Evet, bunlar ancak tebaasına hayırla ve adaletle muamele eden ve yine tebaasını gütmekle sorumlu olduğunu bilen raşid bir halifenin varlığıyla mümkündür. Bunun gayrısında Müslümanlar asla gün yüzü görmez, Allah’ın hükümleri hayata geçmez ve Allah’ın razı olduğu İslâmî hayat asla başlamaz. İnsanlık ancak Hilâfet’in çatısı altında güvene ve huzura kavuşacaktır.  Sözlerimi Takiyuddin en Nebhânî’nin şu veciz sözleriyle noktalamak istiyorum:

“İslâm Hilâfet Devleti; hayalden, rüya görmekten, sayıklamaktan ibaret değildir. Çünkü o 13 asır boyunca tarihin her tarafını tamamen kaplamıştır. Bu, bir hakikattir. İslâm Hilâfet Devleti geçmişte böyle idi yakın bir zaman içinde yine öyle olacaktır. Çünkü onun var oluş faktörleri kötürüm kimsenin onu inkâr etmesinden ya da onu yıkmak için hazırladığı kuvvetten daha kuvvetlidir. Zira artık günümüzde aydın akıllar onunla dolmaktadır. Çünkü o İslâm'ın izzetine susamış İslâm ümmetinin arzusu, ideali durumundadır...”


[1] Ali İmran Suresi 28

[2] Maide Suresi 51

[3] Mümtehine Suresi 1

[4] Nîsâ Suresi 141

[5] Tevbe Suresi 8

[6] Tırmizi

[7] Maide Suresi 48

[8] Maide Suresi 49

[9] Müslim K. İmara H. No: 1851

[10] Müslim K. İmara H. No: 1841

[11] Müslim K. İmara H. No: 1842

[12] Müslim K. İmara H. No 1849/47

[13] Ahzab Suresi 36


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz