Tarih boyunca Batı
dünyasının, İslâm’a kin besleyenlerin, servetler harcayarak tahrif etmeye hatta
yok etmeye çalıştıkları en önemli konulardan birisi de İslâm’ın yönetim şekli
olan Hilâfet olmuştur. Batılı kâfirler gecelerini gündüzlerine katarak yıllar boyunca
Müslümanların gerek gönüllerinde gerekse hayatlarında taht kurmuş Hilâfet’i
yıkmak için hiçbir fedakârlıktan kaçınmamışlardır. En nihayetinde tarihler 28
Recep 1342 el muvafık 3 Mart 1924’ü gösterdiğinde Batılı kâfirler bu kirli
emellerine ulaşmış, İslâm’ın ve Müslümanların koruyucusu olan Hilâfet’i
yıkmakta başarılı olmuşlardır. Hilâfet yıkıldıktan sonra İslâm Ümmeti’nin hali
pür melal… Ümmet’in çektiği sıkıntıların ardı arkası kesilmedi. Hangisinden
başlamak lazım bilmiyorum ki; bir tek devletimizin 50 küsur devletçiklere
bölündüğünden mi? Yoksa etrafı mübarek kılınan Mescid-i Aksa’nın işgal
edilmesinden mi? Irzları kirletilen Müslüman bacılarımızdan mı? Yoksa hayata
tatbik edilsin diye gönderilmiş olan İslâm Nizamı’nın raflara kaldırılmasından
mı? İslâm beldelerinin kâfirler tarafından işgal edilip, Müslümanların zulme
uğramalarından mı? Kısacası Hilâfet’in yıkılmasıyla birlikte Müslümanların
sorunları çığ gibi büyümeye devam ediyor, Hilâfet kurulmadığı sürece de
büyümeye devam edecektir hafazanallah…
Hilâfet’in yıkılışının
94. sene-i devriyesini idrak ettiğimiz şu günlerde etrafımızda Hilâfet’in gerekliliğini
hatırlatan birçok acıyı yaşarken bir de son olarak Budistlerin vahşice
katliamlarından kaçan Arakanlı Müslümanların denizin ortasında aç susuz bir
şekilde ölüme terk edilmiş olmalarına şahit olduk. Hem de ne şahit! Açlıktan
bitkilerin yapraklarını yediklerine şahit olduk. İşin en acı kısmı ise bizi
yönetenlerin/Müslüman ülkelerinin yöneticilerinin, başımızdaki idarecilerin
Müslüman kardeşlerine sahip çıkmamaları, onları sahipsiz bırakmalarıydı. Daha
da acısını söyleyeyim; Müslümanların her şeyinden sorumlu olan yöneticiler
Müslümanların çaresizliklerine kayıtsız kalırken, Müslümanların kanları,
canları, namusları uluslararası toplumların insafına terk edilmiştir.
Bilinmelidir ki muazzez Müslümanların kanları, canları ve namusları uluslararası
toplumların ve kâfirlerin olmayan insafına terk edilecek kadar ucuz ve değersiz
değildir. Ne zaman Müslümanlar bir katliama duçar kalsa, zalimlerin zulmü isabet
etse kısacası Müslümanlar inim inim inlese ne hikmetse bizim(!) yöneticiler iki
şeyi muhakkak yaparlar. İlki; şiddetle kınarlar. İkinci olarak ise BM’yi göreve
çağırırlar. Artık ısıtılıp ısıtılıp misafire ikram edilen temcit pilavından çok
da farklı değildir yaptıkları… Hep aynı şey.
İfade ettiğim gibi
Müslümanların kanları, canları ve bütün değerleri kâfirlerin insafına terk edilemez.
Kâfirler Müslümanların dostu olamaz. Çünkü onlar Bakara Suresi’nde de geçtiği
üzere Müslümanlardan asla razı değildirler ve de olmayacaklardır. Öyleyse
onlardan medet ummak, dostluklarını beklemek caiz değildir. Müslümanları
korumakla mükellef yöneticilerin hiç utanmadan kâfirleri Müslümanların korunağı
olarak referans göstermesi ise ayrı bir acı kaynağıdır. Neymiş Müslümanlara BM
sahip çıkacakmış… Bunun diğer bir adı Müslüman kardeşini İslâm’ın ve
Müslümanların azılı düşmanlarının kucağına terk etmektir. Bu, kuzuyu kurda
teslim etmek değil de nedir?
Buradan hareketle bir
iki hususu sizlerle paylaşmak istiyorum.
Müminlerin kâfirlere
velayeti haramdır
Kâfirlerin gerçekten Müslümanlara güven ortamı sağlayacağını düşünmek, onlardan eman beklemek ve de onları veli/dost edinmek Allahu Teâlâ’nın kâfirler hakkında sergilememizi istediği tutuma, bu konuyla alakalı söylediklerine muhaliftir. Allahu Teâlâ ayetlerinde şöyle buyurmaktadır:
“Müminler müminler dışında kâfirleri veli/dost ve yardımcı edinmesinler. Kim böyle yaparsa, Allah katında bir değeri yoktur.”[1] Başka bir ayette Allah şöyle buyurmaktadır:
“Yahudi ve
Hıristiyanları veli/dost edinmeyin.”[2]
Bu meyanda başka bir ayette Allah Subhânehû ve Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! Benim
de düşmanım sizin de düşmanınız olanları veli/dost edinmeyin.”[3]
Allahu Teâlâ’nın bu
beyanlarından açıkça kâfirleri veli edinmenin, onlardan yardım istemenin, onlara
sığınmanın ve onlara karşı muhabbet besleyecek şekilde dostluk kurmanın katî
surette nehy edildiği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla, müminleri bırakıp kâfirleri
veli edinmeleri müminlere haram kılınmıştır. Öyleyse nasıl olur da
Müslümanların yöneticileri Müslümanlara sahip çıkılması işini Allah
düşmanlarına havale edebilirler?
Kâfirlerin müminlere
otorite olması haramdır
Allahu Teâlâ kâfirlerin müminler üzerine egemen olmasını haram kılmıştır. Bunun delili şu ayettir:
“Allah, müminlerin
aleyhine kâfirlere hiçbir yol vermez.”[4]
Allahu Teâlâ’nın bu sarih beyanını nasıl olur da göz ardı ederler? Nasıl olur da Müslümanların mukaddesatlarına saldıran sömürgeci kâfirleri kendilerine otorite tayin ederler? Sömürgeci kâfirlerden fitneden, zulümden başka bir şeyin sâdır olmayacağını bildikleri halde, Allah’ın ve Müslümanların düşmanlarına nasıl olur da bir geçiş yolu verirler? Ya da Müslümanların başına bir sıkıntı geldiği vakit Müslümanları kâfirlerin olmayan insafına terk edebilirler? Hâlbuki onları iyice anlayalım diye, bize vasfeden ve bizler için tarif eden bizzat Allah’tır. Şöyle buyurmaktadır azim olan Allah:
“Onlar ağızlarıyla sizi
razı ediyorlar, hâlbuki kalpleri (buna) karşı çıkıyor. Çünkü onların çoğu
fasıktırlar.”[5] Böyle iken, kendi
toprakları üzerinde hakimiyetlerini empoze etsinler, Müslümanları katletsinler
ve Müslümanların kanlarını daha çok akıtsınlar diye sömürgeci kâfirlere yardım
etmek nasıl olur? Hz. Muhammed SallAllâhu
Aleyhi ve Sellem’in şu hadisi çok şeyler söylüyor aslında:
“Müslüman Müslüman’ın
kardeşidir. Ona ihanet etmez, zulmetmez ve onu mahrum bırakmaz ve onu tahkir
etmez, küçük düşürmez. Kişiye şer olarak, Müslüman kardeşini tahkir etmesi yeterlidir.
Müslümanın malı, kanı ve ırzı diğer Müslümana haramdır... Takva şuradadır, dedi
ve eliyle göğsünü işaret etti.”[6]
Müslümanların
değerlerini koruyacak olan sömürgeci kâfirler değil, ancak Râşidî Hilâfet’tir
ve bunun için çalışmak farzdır
İslâmî Hayatı başlatacak
olan Hilâfet’in ikamesinin İslâm’ın kesin bir talebi olduğunu şer’î delillerin
ışığında inceleyelim inşaAllah. Daha doğrusu bu delillerden bazılarını Hilâfet’in
yıkılışının H. 94. sene-i devriyesi münasebetiyle hatırlatalım. Çünkü
Hilâfet’in farziyetine dair delilleri gerek dergimizin matbu sayılarında
gerekse neşrettiği kitaplarda defalarca gündeme taşıdık ve kamuoyuyla paylaştık
elhamdulillah...
Kur’an’dan deliller
“Onların aralarında Allah’ın indirdikleri ile hükmet haktan sana gelenin haricinde onların hevalarına (arzularına uyma).”[7]
“Onların arasında
Allah’ın indirdikleri ile hükmet, onların heva ve heveslerine uyma ve seni, Allah’ın
sana indirdiğinin bazısından saptırırlar diye onlardan sakın.”[8]
Görüldüğü üzere Allahu
Teâlâ, kendi hükümleriyle hükmetmesini Rasulü’nden talep etmiştir. Hükmün
peygambere has olduğunu tahsis eden delil varit olmadıkça Allahu Teâlâ’nın bu
talebi bizi de bağlayıcıdır. Allah Subhânehû ve Teâlâ gönderdiği
risaletin hayata hâkim olmasını emretmiş, asla küfrün egemenliğine rıza
göstermemiştir. Hz. Peygamber SallAllâhu Aleyhi ve Sellem ise Allah’ın hükümleriyle
hükmetmenin ve İslâm’ı hayata hâkim kılmanın Hilâfet’le olabileceğini
hadisleriyle beyan etmiştir.
Sünnet’ten deliller
Nafi’den rivayetle; Ömer bana dedi ki: Rasulullah Aleyhi’s Salatu ve’s Selam’ın şöyle dediğini işittim:
“Kim itaatten elini çekerse, Kıyamet Günü’nde
lehine hiçbir delil bulunmaksızın Allah’la karşılaşacaktır. Kim de boynunda
Halife’ye biat olmadan ölürse cahiliye ölümü ile ölür.”[9]
Bu hadisle Rasulullah Aleyhi’s
Salatu ve’s Selam bütün Müslümanlara bir halifeye biati farz kılarak,
boynunda biat olmadan ölen kişinin ölümünü “cahiliye ölümü” olarak tarif
etmiştir. Burada geçen biat ancak bir halifeye yapılandır. Rasulullah Aleyhi’s
Salatu ve’s Selam her Müslümanın boynunda halifeye biatin olmasını farz
kıldı. Ancak burada asıl farz kılınan her Müslümanın halifeye biat etmesi
değil, kendisine biatin gerçekleşmesini sağlayacak bir halifenin bulunmasıdır.
İster bilfiil biat edilsin isterse edilmesin bir halifenin varlığı tüm
Müslümanların boynunda biatin bulunması manasına gelir. Bu haliyle hadis,
biatin farziyetine değil halifenin belirleme farziyetine delildir. Zira
Rasulullah Aleyhi’s Salatu ve’s Selam’ın yasakladığı şey ölene kadar bir
Müslümanın boynunda biatin olmamasıdır ki Rasulullah Aleyhi’s Salatu ve’s
Selam Müslümanların biat etmemesini kınamadı boynunda biatin olmamasını
(Halife’nin olmamasını) yasakladı.
el-A’rac’tan o da Ebu Hurayra RadiyAllâhu Anh’dan rivayetle Rasulullah Aleyhi’s Salatu ve’s Selam dedi ki:
“Muhakkak ki imam
(Halife) kalkandır. Onunla savaşılır ve korunulur.”[10]
Muslim, Ebu Hazim’in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
“Ebu Hurayra ile beş
sene beraber oldum. Rasulullah Aleyhi’s Salatu ve’s Selam’dan şunu
işittiğini söyledi: İsrailoğulları Nebiler tarafından siyaset
ediliyordu. Bir Nebi öldüğünde onu başka bir Nebi takip ediyordu. Artık benden
sonra Nebi yoktur. Fakat birçok Halife olacaktır. Oradakiler dediler ki: Bu
durumda bize ne yapmamızı emredersin? Dedi ki: İlk biat edilene vefakâr olunuz,
onlara karşı olan vazifelerinizi yerine getiriniz. Muhakkak ki Allah size karşı
olan vazifelerini yapıp yapmadıklarını onlara soracaktır.”[11]
İbni Abbas’tan rivayetle Rasulullah Aleyhi’s Salatu ve’s Selam buyurdu ki:
“Kim emîrinden (yöneticisinden) hoşuna
gitmeyen bir şey görürse sabretsin. Zira insanlardan kim olursa olsun sultadan
(Halife’nin otoritesinden) bir karış uzaklaşırsa o kişi ancak cahiliye ölümü
ile ölür.”[12]
Rasulullah Aleyhi’s
Salatu ve’s Selam’ın bahsi geçen hadislerinde İslâm’ın yönetim şeklinin
Hilâfet olduğu bildirilmiştir.
Sahabelerin
bu konudaki icmasına gelince:
Sahabeler RadiyAllahu
Anhum Rasulullah Aleyhi’s Salatu ve’s Selam’ın vefatından hemen
sonra Ebu Bekir’i halife seçerek bu konuda icmayı sağlamışlarıdır. Daha doğrusu
Hilâfet’in gerekliliği konusunda icma yaparak delilin keşfini
gerçekleştirmişlerdir. Aynı Sahabe icması Ömer, Osman ve Ali RadiyAllahu Anhum’a yapılan biatlerle tekerrür
etmiştir. Nitekim Sahabenin bu icmasındaki kesinlik şu vakıayla da teyit
edilmiştir:
Rasulullah Aleyhi’s
Salatu ve’s Selam’ın vefatından sonra Sahabeler onu defnetmek yerine yeni
bir halifenin seçimi ile meşgul olmuşlardır. Hâlbuki mevtanın en kısa zamanda
defni farz kılınmış ve mevtayı defnetmenin kendilerine farz olduğu şahısların
defni erteleyip başka bir işle meşgul olmaları da haram kılınmıştır.
Rasulullah Aleyhi’s
Salatu ve’s Selam’ın cenazesinin teçhizi ve defni üzerlerine farz olan Sahabeler
Rasulullah Aleyhi’s Salatu ve’s Selam’ın defni ile meşgul olmayı bırakıp
halifenin seçimi ile meşgul oldular. Rasulullah Aleyhi’s Salatu ve’s Selam’ın
cenazesinin defni beklerken halifenin seçimi ile meşguliyet şeklinde hâsıl olan
bu icma göstermektedir ki, halifenin seçilmesi insanların en hayırlısının
cenazesinin defnedilmesinden daha mühim bir farzdır.
Üstelik ashabın,
halifenin seçilmesi hususundaki icması yaşadıkları sürece devam etmiştir. Sahabeler
arasında kimin halife olacağı konusunda ihtilaf olabildiği halde Rasulullah Aleyhi’s
Salatu ve’s Selam’ın ve raşid halifelerden her birinin vefatından sonra bir
halifenin seçilmesi konusunda kesinlikle ihtilaf olmamıştır. İşte Sahabelerin
bu icması, Halife’nin nasbedilmesinin farziyetinin açık ve kuvvetli bir
delilidir.
Serdetmiş olduğumuz nasslardan anlaşıldığı üzere Hilâfet’in ikamesi için çalışmak Allahu Teâlâ’nın kesin bir talebidir ve farzdır. Allahu Teâlâ’nın emirlerinde ise Müslümanın seçim hakkı söz konusu değildir. Müslüman Allah’ın emrine muhalefet edemez.
“Allah ve Resulü, bir
işe hükmettiği zaman, mümin olan bir erkek ve mümin olan bir kadın için o işte
kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur.”[13]
Çözüm odur ki;
başta Amerika olmak üzere topraklarımız üzerinde yerleşmiş bulunan asalak sömürgeci
devletlerin hegemonyasına artık son verilsin. Akan Müslüman kanı son bulsun.
Sömürgeci kâfirlerin yaptıklarının hesabı bir bir sorulsun... Evet, bunlar
ancak tebaasına hayırla ve adaletle muamele eden ve yine tebaasını gütmekle
sorumlu olduğunu bilen raşid bir halifenin varlığıyla mümkündür. Bunun
gayrısında Müslümanlar asla gün yüzü görmez, Allah’ın hükümleri hayata geçmez
ve Allah’ın razı olduğu İslâmî hayat asla başlamaz. İnsanlık ancak Hilâfet’in
çatısı altında güvene ve huzura kavuşacaktır.
Sözlerimi Takiyuddin en Nebhânî’nin şu veciz sözleriyle noktalamak
istiyorum:
“İslâm Hilâfet Devleti; hayalden, rüya görmekten, sayıklamaktan ibaret değildir. Çünkü o 13 asır boyunca tarihin her tarafını tamamen kaplamıştır. Bu, bir hakikattir. İslâm Hilâfet Devleti geçmişte böyle idi yakın bir zaman içinde yine öyle olacaktır. Çünkü onun var oluş faktörleri kötürüm kimsenin onu inkâr etmesinden ya da onu yıkmak için hazırladığı kuvvetten daha kuvvetlidir. Zira artık günümüzde aydın akıllar onunla dolmaktadır. Çünkü o İslâm'ın izzetine susamış İslâm ümmetinin arzusu, ideali durumundadır...”
[1]
Ali İmran Suresi 28
[2]
Maide Suresi 51
[3]
Mümtehine Suresi 1
[4]
Nîsâ Suresi 141
[5]
Tevbe Suresi 8
[6]
Tırmizi
[7]
Maide Suresi 48
[8]
Maide Suresi 49
[9]
Müslim K. İmara H. No: 1851
[10]
Müslim K. İmara H. No: 1841
[11]
Müslim K. İmara H. No: 1842
[12]
Müslim K. İmara H. No 1849/47
[13]
Ahzab Suresi 36
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış