Müslümanlar,
Ayasofya yeniden ibadete açılınca tarihlerini ve İstanbul’un fatihi Sultan
Muhammed Han’ı hatırladılar. Müslümanlar Ayasofya’yı Fatih’in kiliseden camiye
dönüştürmesi gibi yeniden Ayasofya’nın ibadete açılmasının da İslâm’a ve
Hilâfet’e bağlı olduğunu biliyorlar. Çünkü Ayasofya, Hilâfet Devleti’nin ışık
saçan camisidir; Ayasofya, zaferin ve fethin sembolüdür. “Ayasofya”
denilince Müslümanların aklına fetih ve Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in müjdesi geliyor. Dolayısıyla bu
müjdeler Hilâfet’i hatırlatıyor; Roma’nın fethini hatırlatıyor ve Müslümanlar
mübarek Mescid-i Aksa topraklarının Yahudilerden temizleneceği günün özlemi ile
yanıp tutuşuyorlar.
Ayasofya’dan Sonra Hilâfet Niçin Konuşuluyor?
Bu yüzden
Müslümanların Hilâfet’i konuşmalarından, onu tartışmalarından ve ona özlem
duymalarından daha doğal bir şey yoktur. Onsuz yaşadıkları bir asırlık hayat
Müslümanlara dünyayı dar ve zindan etti. Ayasofya gibi bir sembol, Osmanlı’yı
anımsatan en küçük bir işaret, tarihî bir olay hatta tek başına İstanbul bile
Müslümanlara Hilâfet’i hatırlatıyor. Ayasofya Müslümanlara Hilâfet’i
hatırlatmayacak da neyi hatırlatacak; onu müzeye çevirenlerin kurduğu
Cumhuriyet’i mi? Ayasofya Müslümanlar için sadece bir cami değil, aksine
İslâm’ın ve Hilâfet’in sembolüdür. Bu yüzden Müslümanlar, Ayasofya’nın üzerinde
laik ve demokratik sitemlere ait ulusal bayrakların değil, Hilâfet bayrağının
tekrar dalgalanmasını arzuluyorlar. Müslümanlar, Ayasofya’nın belediye ya da
parlamento seçimi için camiye dönüştürülmesini değil, Hilâfet ile beraber
Ayasofya’nın eski ihtişamına kavuşmasını arzuluyorlar. Ayasofya’nın üzerinde
Hilâfet bayrağı dalgalanmadıkça bu arzu ve özlem sönmeyecektir.
Türkiye halkı
Müslümandır ve “Ayasofya” denilince Müslümanların aklına fetih gelir. “Hilâfet”
denilince ise birlik, tek devlet, tek ümmet, tek toprak ve tek ordu gelir. Yani
Hilâfet Müslümanları tek bir devlet çatısı altında toplayan İslâm’ın yönetim
sistemidir. Hilâfet tüm farzların tacıdır. O olmadan İslâm’ın hükümleri hayatta
tatbik edilemez. O olmadan Müslümanlar rahat yüzü göremez. Bugün Hilâfet’in
yeniden kurulması yönünde İslâm ümmetinde bir teveccüh görmekteyiz. Hem halkın
bu teveccühü, hem de Râşidî Hilâfet’i yeniden ikame etmek için kurulan Hizb-ut
Tahrir ve ona destek verenlerin varlığı, Hilâfet’in hayal olmadığını, yakın bir
gelecek olduğunu göstermektedir. Hilâfet, İslâm’ın devlet, toplum ve hayata
hâkim olması için Allah’ın olmazsa olmaz bir hükmüdür. Hilâfet, İslâm
hükümlerinin tamamını yani iktisadi, içtimai, eğitim ve öğretim, hukuk ve
yönetim ile alakalı hükümleri hayatta tatbik eden kurumsal bir yapının adıdır.
Dolayısıyla Hilâfet İslâm’dan bir parçadır; o olmazsa İslâm tatbik edilemez.
İşte bu sebeple Ayasofya Müslümanlara seçimleri değil Hilâfet’i hatırlattı.
İşte bu yüzden de siyasette Ayasofya üzerinden rant arayışında olanların
umdukları kursaklarında kaldı. Çünkü Ayasofya bir şekilde öyle ya da böyle
Hilâfet’in konuşulmasına vesile oldu.
Kim, Ne Dedi?
Hilâfet
tartışmaları Türkiye’de demokratik siyasi partilerin hepsini rahatsız etti.
Kimileri Hilâfet’in tekrar gündeme gelip konuşulmasından korktular. Kimileri
ise Ayasofya üzerinden umduklarını bulamadıkları için bu tartışmayı
başlatanlara ve devam ettirenlere kızdılar, öfkelendiler. Ayasofya ile başlayan
Hilâfet tartışmaları Müslüman Türkiye halkının ise umudunu arttırdı.
Ayasofya’nın 24
Temmuz Lozan Anlaşması’nın yıl dönümünde ibadete açılması Türkiye’deki laiklik
yanlılarını ve Kemalist çevreyi çok öfkelendirdi. Çünkü laikler Lozan
Anlaşması’nı Hilâfet’in yıkılması sonrası kurulan yeni rejimin, yeni devletin
yani Türkiye Cumhuriyeti’nin “tapu senedi” olarak görüyorlar. Esasen Amerikancı
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ayasofya’nın ibadete açılmasını 24 Temmuz’da yapmış
olması bir tevafuk değildi, aksine bununla İngilizci Laik Kemalistlere bir
mesaj verildi. Mesaj, laikler tarafından alındı; ulusalcı katı laikler hariç
geri kalanları bu mesaj karşısında yutkundular, seslerini çıkarmadan
Ayasofya’nın ibadete açılmasını izlediler. Çünkü çatışmadan beslenen iktidara
koz vermek istemediler. Ancak Ayasofya’dan sonra gündem Hilâfet olunca
seslerini yükseltmeye başladılar; Hilâfet ve rejim tartışmaları onları
gerçekten korkuttu.
İktidar çevresi
Ayasofya’nın ibadete açılmasının kamuoyunu, seçimlere dönük propagandasını
yapmayı planlarken birden Hilâfet tartışması ile karşı karşıya kaldı. Devletin
resmî kanallarında yayınlanan dizilerde Payitaht Abdulhamid ile Hilâfet’i
anlatan, Diriliş Ertuğrul ve Kuruluş Osman ile Anadolu Selçuklu ve Osmanlı
Hilâfet Devleti’nin gücünü gösteren iktidar, bir anda dilini değiştirdi,
Osmanlı’ya değil, Hilâfet’i kaldıran Mustafa Kemal ve laik Cumhuriyet’e övgüler
düzmeye başladı.
Önce AK Parti
Sözcüsü Ömer Çelik tartışmaların başladığı haftanın ilk gününde 27 Temmuz
Pazartesi günü Twitter hesabından bir açıklama paylaştı. Çelik, anlaşılır ve
net ifadelerle şunu söyledi: “Türkiye
Cumhuriyeti, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir. … sosyal medyada
siyasal rejimimizle ilgili ortaya çıkan sağlıksız tartışma ve kamplaşma,
Türkiye’nin gündemi değildir.”
Meselenin rejim
meselesi olduğunu çok net bir şekilde anlamış olan Ömer Çelik AK Parti’nin bu
rejim tartışmasında Cumhuriyet rejiminin tarafında olduğunu şu açık ifadeler
ile beyan etti: “Türkiye Cumhuriyeti
ilelebet payidar kalacaktır... Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti!”
Cumhurbaşkanlığı
Sözcüsü İbrahim Kalın, Ömer Çelik’in açıklamasından bir gün sonra 28 Temmuz
Salı günü CNN TÜRK televizyonuna özel bir röportaj verdi. Kalın sanki aceleyle
yapılma kararı alınmış televizyon röportajında şunları söyledi: “Bura üzerinden (Ayasofya’nın ibadete
açılması) bir rejim tartışması başlatmak suni bir gündemdir. Türkiye'nin böyle
bir gündemi yok. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin esasları ve ilkeleri bellidir,
anayasa ile belirlenmiştir. Bizim amacımız halkın demokratik iradesine dayalı
tam bağımsız, laiklik ilkeleri çerçevesinde 2023'te Türkiye'yi olması gereken
yere getirmektir. Buradan Hilâfet tartışması, saltanat tartışması, başka
tartışmalar suni tartışmalardır. Tarihî olarak baktığımızda da Hilâfet meselesi
bizim kültürümüzde, siyasal düşünce tarihimizde dinî olmaktan çok tarihî ve
siyasi bir kurumdur.”
Kalın’ın bu
açıklamaları AK Parti ve Cumhurbaşkanı’nın Hilâfet tartışmalarından duyduğu
rahatsızlığı açıkça ortaya koymaktadır. Zira Cumhurbaşkanı ve AK Parti için
gerçek gündem, kendi belirledikleri gündemdir; onlara göre kendilerinin
belirlemediği doğal olarak ortaya çıkan ve konuşulan halkın gündemi suni gündem
oluyor. Zaten Cumhurbaşkanı Erdoğan Ayasofya açıldıktan tam bir hafta sonra
parti teşkilatıyla yaptığı bayramlaşma programında Hilâfet gündeminden
rahatsızlığını dile getirdi ve şunları söyledi: “Ayasofya'nın yeniden ibadete açılmasını gölgelemek için başlatılan
kimi tartışmaları art niyetli buluyorum.”
Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın bu açıklamasındaki mesaj hem Parti Sözcüsü Ömer Çelik hem de
Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın açıklamalarındaki mesajdan farklıdır.
Zira Çelik ve Kalın konuyu rejim tartışması boyutunda değerlendirip AK Parti ve
iktidarın Laik Cumhuriyet’e bağlı olduğu vurgusunu yaptılar. Her ikisi de hem
Batılı devletlere hem de Cumhuriyet’in kurucularına “rahat olun bizim böyle
bir proje ve planımız yok” mesajını verdiler. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise
burayla ilgilenmedi aksine o tamamen siyasi geleceğine odaklı bir değerlendirme
yaptı ve Ayasofya’dan sonra başlayan Hilâfet tartışmasının Ayasofya’nın üstünü
örttüğünü söylemeye çalıştı. Yani Hilâfet tartışmasının planlarını alt-üst
ettiğini ifade etti aslında. Ama gerçek şu ki Türkiye’de Hilâfet istem dışı da
olsa bir dergiye kapak olduğunda bile Müslüman Türkiye halkının gündemi oluyor
ve konuşuluyor.
Hilâfet Denilince Neden Hizb-ut Tahrir Akla Geliyor?
Hilâfet
tartışmaları yürütülürken akla ilk gelen şey Hilâfet’i savunan, Hilâfet’in
kurulması için çalışan Hizb-ut Tahrir oluyor. Türkiye medyası Hilâfet’i
tartışırken, televizyon programlarında Hizb-ut Tahrir konuşulurken bu
programlara her ne kadar Hizb-ut Tahrir’den bir yetkili davet edilmiyor olsa da
Hizb-ut Tahrir’in öncelikli gündem maddesi Hilâfet’tir. Türkiye medyası
Ayasofya’nın ibadete açılmasıyla başlayan Hilâfet tartışmalarını durdurmuş olsa
da Hizb-ut Tahrir Hilâfet meselesini Türkiye’nin gündeminden hiç düşürmüyor.
İslâm’ı dert edinen âlimlere, Müslümanların derdi ile dertlenen cemaat ve
STK’lara çağrı yapıyor ve Hilâfet’i onların da gündem yapmasını istiyor.
Müslümanların özlemi olan Hilâfet’in konuşulmasını, bu yolda Hizb-ut Tahrir ile
birlikte çalışılmasını ve destek olunmasını devamlı dillendiriyor. Böyle olunca
da Hizb-ut Tahrir marjinal gösterilmeye çalışılıyor; Hizb-ut Tahrir ile halk
arasına duvarlar örülmek isteniyor.
Hilâfet
tartışmasına bu yönü ile katılan birçok yazarın Hizb-ut Tahrir hakkında ileri
sürdükleri iddia ve iftiralara gerekli cevaplar verildi. Tüm bunların yanında
29 Temmuz Çarşamba günü Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun Akşam
Gazetesi’nden Melik Yiğitel’e sırf bu konuya has bir röportaj verdi. Gazete
röportajı, “Radikalizmin Her Türüne Karşıyız” başlığı ile yayınladı. Altun
röportajda şunları söyledi: “Şunu kimse
hatırından çıkarmasın; Sayın Cumhurbaşkanımızın siyaset tarzı radikalizmi
dışlar. Radikalizmin her türüne karşıyız. Ayasofya bağlamında ortaya atılan
Hilâfet tartışmalarını da anlamsız ve beyhude buluyoruz. Bunun Türkiye
siyasetinde bir karşılığı da yoktur.”
Fahrettin Altun bu
açıklama ile aynen Amerikalı ve Batılı kâfir yöneticilerin kullandığı dili
kullandı ve Hilâfet’i arzulayanları “radikal olmak”la suçladı,
Hilâfet’in kurulmasını istemeyi “radikalizm” olarak göstermeye çalıştı.
Altun açıkça Hilâfet gündeme geldiğinde Hizb-ut Tahrir’in gündeme gelmesinden
duyduğu rahatsızlığı dile getirdi. Lakin Altun’un bu beyhude çabaları Hilâfet
isteyenleri ve Hizb-ut Tahrir’i marjinal göstermeye yaramayacaktır. Çünkü bugün
artık yöneticiler halkın gerçek gündemini manipüle etmekten ve tali gündemler belirlemekten
aciz durumdalar. Bu halkın %53’ünün Hilâfet istediği araştırma kuruluşlarının
yaptıkları kamuoyu anketlerinde ortaya konulmaktadır. MAK Araştırma Şirketi’nin
2017 yılında yaptığı bir kamuoyu araştırmasına göre halkın %53’ü başlarında bir
halife görmek istediğini söylemiş. Halkı Müslüman olan bu ülkede Hilâfet
isteyenleri radikallikle suçlamaya çalışanların çabaları beyhudedir, onlar
bugün var, yarın yok ama mayası İslâm olan bu topraklarda yetişen nesiller,
Hilâfet ile büyüyecek ve onun gölgesinde yaşayacaklar. Ömer Çelik “Cumhuriyet
gözbebeğimizdir” diyor, Hizb-ut Tahrir de diyor ki: “Bu halk Müslümandır
ve bu halkın gözbebeği İslâm ve Hilâfet’tir!”
Peki, Nasıl Bir Hilâfet Olmalı?
“Hilâfet, ama nasıl
bir Hilâfet?”
sorusu bile “Hilâfet olmalı mı, olmamalı mı” konusunda Müslümanların bir
ihtilaf ya da kararsızlık içinde olmadıklarını göstermek açısından yeterlidir.
Hilâfet, kaldırıldıktan sonraki yıllarda Müslümanların zihninden adeta
kazınırcasına silindi. Müslümanlar Hilâfet’i unuttular ve yaşadıkları
ülkelerdeki baskıcı rejimlere boyun eğdiler. Hâl böyle iken; ümmet içinden bir
grup, Müslümanları bu yenilgi ve hüsrandan kurtaracak bir mücadele başlattı.
Kapitalist Batılı fikirlere karşı, İslâm’ın fikrî liderliğini ümmete taşıdı.
Hilâfet’in unutulduğu, neredeyse zihinlerden kazınırcasına silindiği bir
zamanda, yeniden kurulabileceğine dair Müslümanlara umut aşıladı. Allah’ın
vaadine güvendi. Rasulullah’ın müjdesini Müslümanlara haber verdi ve
Müslümanları Hilâfet’in kurulacağına inandırdı. İşte bu grup, bugün 50 ülkede
siyasi çalışma yapan, Hilâfet gündem olunca akla ilk gelen İslâmi parti Hizb-ut
Tahrir’dir. “Hilâfet olmalı mı, olmamalı mı?” sorusuna Müslümanların
vereceği cevap “evet”tir. Bir Müslümanın “ben ,Hilâfet istemiyorum;
ben, Allah’ın kanunlarının uygulanmasını istemiyorum” demesi düşünülebilir
mi? Bir Müslümanın, “ben, Batı’dan alınmış küfür kanunlarının tatbik
edilmesini istiyorum” demesi söz konusu olabilir mi? Kendisini Müslüman
olarak tanımlamış bir kişi nasıl böyle bir söz söyleyebilir? Söylemez!
Söyleyemez! Biz biliyoruz ki Müslümanlara Hilâfet hep yanlış anlatıldı, Hilâfet
hep kötülendi, ancak o devirler artık geride kaldı.
Geçmişte Hilâfet’i
tümden karaladılar, kötülediler bugün ise Hilâfet hakkında İslâm’a, şer’î
esaslara dayalı olmayan, farazi modeller öne sürüyorlar. Ayasofya’nın ibadete
açılması sonrası Hilâfet’in konuşulmasını başlatan Gerçek Hayat Dergisi’nde de
aynen bu farazi modeller dillendirildi. “Papalık gibi ruhani bir Hilâfet
olabilir” denildi, “Hilâfet ile Cumhuriyet birlikte olabilir”
denildi. Ama Türkiye gündeminde Hilâfet bu modellemeler üzerinden değil, Şeriat’a
dayalı ve tarihte örneği olan model üzerinden tartışıldı. Yani Müslümanlar
Papalık gibi bir Hilâfet modelinin farazi bir safsata olduğunu biliyorlar, Cumhuriyet
ile Hilâfet’in olmayacağını da çok iyi biliyorlar.
Neden mi? Çünkü
İslâm’da Hristiyanlık gibi bir ruhban sınıfı yoktur. Aynı şekilde İslâm’da
ruhani otorite ve siyasi otorite gibi bir ayrım da yoktur. Vatikan’daki
Papavari ruhani bir Halife Hıristiyanlığa uyarlanmış bir İslâm’a geçiş demek
olur ki bu asla kabul edilemez. İslâm, ruhani bir din, teokratik bir sistem
değil ki ruhani bir halifesi de olsun. İslâm, ruhi-siyasi bir ideolojiyi temsil
etmektedir. İslâm ideolojisinin ruhi-siyasi yönü asla birbirinden ayrılamaz.
Bunları birbirinden ayırırsanız Hıristiyan dünyasının düştüğü duruma
düşersiniz. Geçmişte kralların, sonra kapitalizmin emrinde olan bir ruhban
sınıfı gibi...
Ruhani bir halife
talebi, “gerçek bir halifemiz olmuyor bari papa gibi bir halifemiz olsun”
diyen, Hilâfet’in kurulacağına dair umudunu kaybetmiş kişilerin boş
söylemlerinden başka bir şey değildir. Ayrıca bugün Müslümanların arzuladığı
Hilâfet, İslâm coğrafyasındaki işgalleri, sömürgeyi, fakirliği ve sefilliği
bitirecek Hilâfet’tir. Müslümanlar sadece makamında oturup hutbe okuyacak
ruhani bir halife değil Hilâfet’i dünyanın birinci devleti konumuna taşıyacak,
Mescid-i Aksa’yı “İsrail”in işgalinden kurtaracak, Müslüman Uygur halkının eman
ve emniyetini sağlayacak ve İslâm’ı tümüyle uygulayacak bir halife
arzusundalar. Rabbimizin talebi de bu yöndedir.
3 Mart 1924’te
Hilâfet’in kaldırılmasına dair Resmî Gazete’de yayınlanan 431 sayılı kanunun 1.
Maddesi’nde geçen “Halife ha’ledilmiştir.
Hilâfet, Hükümet ve Cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan
Hilâfet makamı mülgadır.” ifadesine binaen “Hilâfet’in cumhuriyet ile
birlikte olabileceğini” söyleyenler şunu çok iyi biliyorlar: cumhuriyet
dini hayattan ayırmayı esas alan kapitalist ideolojinin yönetim şekillerinden
biridir. Hilâfet ise dini hayata hâkim kılmanın adıdır. Dolayısıyla bu zıt
esaslar üzerinde Hilâfet ile cumhuriyet nasıl bir araya gelebilir ki?
Laiklikten vazgeçen bir cumhuriyet, cumhuriyet olmaz! İslâm’dan vazgeçen bir
Hilâfet, Hilâfet olmaz! İşte İran gerçeği ortada; cumhuriyet ilan ettiler,
hayat hakkındaki bir takım hükümleri de İslâm’dan aldılar. Ancak hiçbir zaman
Hilâfet olamadılar, hiçbir zaman İslâmi bir devlet olamadılar, hiçbir zaman
ümmeti temsil edemediler. Olmaz da olamaz da!
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış