Hizb-ut Tahrir
yargılanmaları Türkiye’deki adaletin ve hukukun işlevselliğini test etmek
açısından önemli bir yer tutmakla birlikte yargı mensuplarının düşünce
dünyasını ortaya koymasından dolayı da ayrı bir öneme sahiptir. Hizb-ut Tahrir’in
cebir ve şiddete başvurmaksızın Râşidî Hilâfet Devleti’ni kurma iddiasına karşı
hakim ve savcılar bunun “imkansız” olduğunu ileri sürerek “ileride bir gün
mutlaka cebir ve şiddete başvurulacağını” söylemektedirler. Kelimesi kelimesine
aktaracak olursak şöyle diyorlar:
“… Ancak örgüt bugüne kadar herhangi bir şiddet
eyleminde bulunmamış ve amacında şiddeti öngörmediği belirlenmiş ise de,
Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal rejiminin yıkılması ve yerine şeriat
esaslarına dayalı bir devlet kurulması amaçlandığına göre, bu amaç zaten kendi
içerisinde şiddeti öngörmektedir. Zira Türkiye Cumhuriyeti rejiminin demokratik
yollar ile halkın desteğini ve sempatisini kazanarak yıkılması mümkün değildir.
Bunun için mutlaka şiddete başvurulması gereklidir. Bu nedenle Hizb-ut Tahrir,
3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu kapsamında bir terör örgütü kabul
edilmiştir.”[1]
Bu makalede
amacımız meseleyi hukuki açıdan irdelemek, yaşanan hukuk skandallarını dile
getirmek değildir. Biz bu makalede, yargı mensuplarının Râşidî Hilâfet Devleti’ni
kurmada silahlı mücadelenin, şiddetin kaçınılmaz olduğu fikrine nasıl
ulaştıklarını, bu fikrin yanlışlığını, devletlerin kuruluş ve yıkılış öyküsünü
ele alıp silah, cebir, şiddet olmadan bir “devrim”in nasıl gerçekleşeceğini ele
almaya çalışacağız.
İlk önce Ankara 11.
Ağır Ceza Mahkemesi’nin yukarıda alıntıladığımız kararında geçen fikre nasıl
ulaşıldığına değinelim istiyorum.
Biraz gerilere gidelim…
31 Mart Vakıası
malumunuzdur; Selanik’ten yola çıkan ve İttihatçıların kontrolündeki Hareket
Ordusu, İstanbul’a ulaşarak Halife Abdulhamid’i tahttan indirip sürgün
etmiştir.
1908 yılında ipleri
eline alan İttihat ve Terakki, Meşrutiyet ilan etmiş, meclis oluşturmuş ve meclise
kendi adamlarını yerleştirmiştir. Birkaç yıl sonra, 1912 yılına gelindiğinde meclisteki
çoğunluğu kaybedince Bab-ı Ali Baskını gerçekleşmiştir. Bu kanlı baskından
sonra Halife Reşad’ın yerine Halife Vahdettin getirilmiştir.
İttihat ve Terakki
kadrolarının zulümleri arşa ulaşmış, İngiliz işgaliyle birlikte bu kadro
tasfiye edilmiştir. İttihatçı kadrodan bazıları İngiltere ile birlikte hareket
ederek “Cumhuriyeti” kurmuşlar ve Hilâfet’i ilga etmişlerdir. Osmanlı Devleti
öyle ya da böyle varlığını devam ettirirken Ankara’da yeni bir otorite tesis
etmek apaçık bir “darbe”dir ve tam da darbeci ittihatçılara yakışan bir
harekettir.
Cumhuriyet halktan
kopuk bir şekilde darbeyle kurulduktan sonra onu korumak da şiddetli baskı ve
gerektiğinde askerî darbelerle olmuştur. 27 Mayıs, 71 muhtırası, 80 darbesi, 15
Temmuz darbe girişimi bunun örnekleridir.
Laik Kemalist
zihniyetin halktan tamamen kopuk olduğunu göstermesi için Balyoz Darbe Planı
önemli bir belgedir. Balyoz Planı’nın “İcra” bölümünde darbenin sebebi şöyle
tarif edilmiştir: “Laik demokratik
düzenin işlemesine mani olan sebepleri, bir daha hortlamamak üzere ebediyen
ortadan kaldırarak laik devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis etmek”,
“Bu maksadın tahakkuku için; Ulu önder
Atatürk’ün ‘Söz konusu olan vatansa gerisi teferruattır’ veciz sözü ile
emrettiği üzere; demokrasinin tamamı ile askıya alınması da dâhil olmak üzere
nihai amaç olan irticai yapılanmanın tek
bir ferdi dahi kalmayacak ve bir daha hortlamayacak şekilde ortadan
kaldırılıncaya kadar gerekli her türlü tedbir alınacaktır.”
Görüldüğü üzere
Cumhuriyetin kurucu kadrosunun sahip olduğu zihniyetin fikirle, halkla hiçbir
ilgisi yoktur. Darbeler üzerine inşa edilmiş bir zihniyettir. Bu zihniyetin
yetiştirdiği hakim ve savcılarda toplumsal değişimlerin fikirle olacağı,
yönetim değişikliğinin de halkın yeni bir fikir etrafında birleşmesiyle
gerçekleşeceği tecrübesi yoktur. Onların tek bildiği şey, “darbe”dir.
Laik Kemalistlerin
bu düşünceye sahip olmalarında önemli faktörlerden biri de Batılı düşünürlerin
doğuya yani İslâm dünyasına yönelik bakış açısıdır. Batı’yı taklit etmeyi
kıvanç sayan Kemalist zihniyet Batı’dan gelen her şeyi doğru olarak kabul
etmiştir. Gelin, “Medeniyetler Çatışması” tezinde Kapitalizmin mutlak zaferini
ilan eden Samuel P. Huntington’a kulak
verelim, bakalım ne demiş:
“Batılı devrimde, eski rejimi devirmek için isyancı
grupların eylemlerine çok az ihtiyaç duyulur. Devrim güçlü ve yeni bir kuvvetin
devlete saldırmasıyla değil; devletin vatandaşlarının artık devletin var
olmadığını birden anlamalarıyla başlar. Bu çöküşü, devlet otoritesinin yokluğu
izler. Devrimci güçler tarafından bu otorite boşluğunun doldurulması ile ülkede
düzen yeniden kurulur. ‘Doğulu Devrim’, ‘Batılı Devrim’lerin aksine yeni
grupların siyasete katılması ve yeni siyasi kurumların oluşturulmasıyla başlar.
Eski rejimin siyasi kurumlarının, şiddet yoluyla düşürülmesi ile de son bulur.
Huntington’ın, İslâm
dünyasındaki kanlı darbelerin sömürgeci devletlerden İngiltere ve ABD’nin
hegomanya savaşının bir parçası olduğunu, bu darbelerin sömürgeci kafirler
tarafından dizayn edildiğini hiç hesaba katmadan, bu konuya hiç değinmeden,
üstünü örterek “Doğu” kültürünü şiddet ile eşleştirmesi, klasik tepeden
bakışın, kibrin ve kendini beğenmişliğin bir göstergesidir.
Tüm bunları ele
aldıktan sonra “Türkiye
Cumhuriyeti rejiminin demokratik yollar ile halkın desteğini ve sempatisini
kazanarak yıkılması mümkün değildir” cümlesi,
aslında onlar için doğru bir şeyi ifade etmektedir. Zira toplumsal değişim ve
devrimi anlamlandırmak için ellerinde olan şey, sahip oldukları kanlı darbeler
tarihi ve Huntington’ın “Doğulu Devrim” tezidir. Ne diyelim; cahiller için
aydınlık, kendi yaktıkları mum kadardır…
Peki, gerçek ne? Devletler/uygarlıklar
nasıl kurulur ve nasıl yıkılır?
Toplumsal değişim
tezleri sayamayacağımız kadar çoktur. Bu tezlerin bir çoğunda meselenin aslına inilmeden
görüntüleri üzerinden fikirler yürütülmüştür. Meseleyi derinlemesine inceleyen
tezler ise ortak bir noktada birleşmiştir. Toplumsal değişimin temelini, fikir
ve duyguların değişimi oluşturmaktadır. Nitekim Gustave Le Bon, “Kitleler
Psikolojisi” adlı kitabında şöyle demektedir:
“Uygarlıkların değişmesinden hemen önce meydana gelen
büyük karışıklıkların ilk görünüşte kavimlerin istilaları ve hükümdar ailelerin
devrilmesi gibi büyük siyasi değişikliklerin etkisi altında ortaya çıktığı
sanılır. Fakat bu hadiseler dikkatlice incelenirse onların dıştan görünen
sebeplerinin arkasında kavimlerin düşünce ve görüşlerinde meydana gelen
değişimlerin gerçek sebep olduğu hemen anlaşılır.”
İbni Haldun, “Mukaddime”sinde
devletlerin nasıl kurulduğunu, hangi aşamalardan geçtiğini ve nasıl yıkıldığını
ele almıştır. İbni Haldun’a göre; devlet otoritesi, kuruluş felsefesinde sahip
olduğu inançlardan, fikirlerden, yaşam tarzından uzaklaşmaya başlayınca
zayıflamaya başlar. İhtiyarlık dönemine girer ve fikirlerine, inançlarına ve
yaşam tarzına bağlı başka güçler tarafından yıkılır. Aynı süreç yeni devlet
için de geçerlidir. Bu teoriye göre sahip olduğu inanç ve fikirlerden
uzaklaşanlar, otoriteyi kaybetmeye mahkumdur.
Dikkat ederseniz,
İbni Haldun’dan yaklaşık 500 yıl sonra yaşamış olan Fransız düşünür Gustave Le
Bon ile İbni Haldun aynı noktada birleşmişlerdir: “fikirlerin, düşüncelerin,
inançların değişmesiyle toplumlar da değişir ve dönüşür.”
Aslında bu teoriye Müslümanlar hiç de yabancı
değildir. Nitekim Allah Subhanehu ve Teâlâ şöyle buyurmuştur:
[اِنَّ
اللّٰهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتّٰى يُغَيِّرُوا مَا بِاَنْفُسِهِمْۜ] “Bir kavim kendinde bulunan şeyleri
değiştirmedikçe Allah o kavmin hâlini değiştirmez.”[2]
Bir kavimde yani
toplumda bulunan şeyler, fikir ve duygudur. Yani bu ayeti; bir toplum
fikirlerini, sahip olduğu düşünceleri, inançlarını ve duygularını
değiştirmedikçe Allah o kavmin durumunu değiştirmez şeklinde
anlamlandırabiliriz.
Toplumların
fikirsel dönüşümü kaçınılmaz olarak devletin kurumları içinde de kendini
göstermeye başlar. Zira kurumları ayakta tutan insandır ve insan değişime
açıktır. Toplumsal değişimin devrime dönüşmesi, güç ehlinin son noktadaki
tutumuna bağlıdır. Ordu, elindeki askerî gücü ya mevcut yönetimi ayakta tutmak
için kullanacaktır ya da yıkılmasına seyirci kalacaktır. Şayet ordu, mevcut
yönetimden yana tavır takınır ise devrim gecikebilir. Ancak her ne olursa olsun
toplumda meydana gelen değişim isteğinin önünde hiçbir güç duramayacaktır.
Toplumların
değişimi noktasında bu genel bilgilerin ardından Hilâfet Devleti’nin nasıl
kurulacağına geçebiliriz.
Hilâfet Devleti,
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Medine’de inşa ettiği İslâm
Devleti’nin halefidir. Hilâfet Devleti’nin kuruluş öyküsü Rasulullah’ın
hayatında gizlidir.
Öyleyse Mekke’den başlayalım…
Rasulullah,
kendisine risalet gönderildiği zaman davete olması gerektiği gibi ailesinden
başladı. Zira bir kişiyi en iyi tanıyan ailesidir. Sonra kendisini tanıdığına
inandığı kişilerle devam etti. Tıpkı olması gerektiği gibi… Sıra diğer
insanlara gelmişti. İşte zor kısım tam da burada başlıyordu. Tepkiler,
hakaretler, iftiralar, reddenler ve tabii ki inananlar oldu. Öyle ki Mekke ve
hatta tüm Arap Yarımadasında Rasulullah’ın davetinden haberdar olmayan kimse
kalmamıştı.
Rasulullah, Mekke’de
davetin donma noktasına geldiğinde Allah’ın emriyle davette yeni bir döneme
geçti: Nusret Dönemi…
Neden “Nusret Dönemi”
diyoruz? Zira bu yeni dönemde davetin söylemi ve muhatabı tamamen farklıdır.
Rasululllah, fertleri ister teker teker olsun ister toplu bir şekilde olsun İslâm’a
davet ederken onlardan sadece kendisine ve getirdiği dine iman etmelerini
istiyordu. Nusret döneminde ise kabile liderlerinden kendisini korumalarını,
otoriteyi kendisine teslim etmelerini ve tüm Arap kabilelerine karşı gerektiğinde
savaş açmalarını istiyordu. Ali RadiyAllahu Anh’ın rivayet ettiği şu
hadiste bu gerçekliği açık bir şekilde görebiliriz. Ali RadiyAllahu Anh
şöyle anlatıyor:
“Allah,
Peygamberine kendisini Arap kabilelerine arzetmesi emrini verdiğinde, Rasulullah
Mina’ya gitti. Ben ve Ebu Bekir de onunla beraber dolaşıyorduk. Bir topluluğun
yanına vardık. Bu toplulukta bir sükûnet ve ağır başlılık vardı. Yaşlıları ulu,
şekil ve şemailleri ise güzel kimselerdi. Ebu Bekir onların yanına gidip selam
verdi ve kimlerden olduklarını sordu. Onlar:
‘Biz, Şeyban b.
Salebe oğullarıyız’ dediler.
Ebu Bekir, Rasulullah’a,
‘Anam, babam sana feda olsun! İşte bunlar Şeyban b. Salebe oğullarının izzet ve
şeref sahibi kişileridir.’ dedi.
Bu topluluk içinde,
Mefruk b. Amr, Hani b. Kabisa, Numan b. Şerik gibi kimseler de vardı. Mefruk,
Ebu Bekir’in yanında oturuyordu. Ebu Bekir ona, “Sizlerin askerî hazırlık ve sayı bakımından gücünüz ne kadardır?’ diye sordu.
Mefruk, ‘Biz bin kişiden fazlayız. Bin kişi ise yenilebilecek kadar az bir sayı
değildir.’ diye cevap verdi. Bunun üzerine Ebu Bekir, ‘Size sığınanları ne yaparsınız. Bu konudaki geleneğiniz nedir?’
diye bir başka soru sordu. Mefruk da, ‘Bize sığınanları korumak için bütün
gücümüzü sarf ederiz. Bu konuda herkes üzerine düşen görevini seve seve yerine
getirir.’ Ebu Bekir tekrar sordu:
‘Savaşta düşmanla nasıl savaşırsınız?’ Mefruk, ‘Savaşta
düşmana karşı sağlam dururuz ve çok sert oluruz. Bizler atları evlatlara,
silahları sütlü sağmal develere her zaman üstün tutarız. Yardımı ise Allah’tan
bekleriz. Zafer de bazen bizim, bazen karşımızdakinin olur.’ diye cevap verdi
ve ardından, ‘Sen herhalde Kureyşli kardeşsin?’ dedi. Ebu Bekir, ‘İşte o, şu
adamdır!’ diyerek Rasulullah’ı gösterdi. Mefruk Rasulullah’a dönerek, ‘Ey
Kureyşli kardeş! Sen insanları neye davet ediyorsun?’ diye sordu.
Bunun üzerine Rasulullah
onların yanına gelip oturdu. Rasulullah, Mefruk’a, ‘Ben sizleri, Allah’tan başka ibadete layık ilah olmadığına, O’nun
ortağı bulunmadığına ve (tüm sıfatlarında) tek olduğuna, benim ise Allah’ın Rasulü
olduğuma şehadet etmeye ve Allah tarafından emrolunduğum şeyleri yerine
getirinceye kadar, beni koruyup barındırmaya ve bana yardımcı olmaya davet
ediyorum. Çünkü, Kureyşliler Allah’ın emrine karşı koydular. Allah’ın Rasulü’nü
yalanladılar. Batıla sarılıp, haktan yüz çevirdiler. Halbuki, her şeyden
müstağni ve övülmeye layık olan tek zat O’dur.’ diyerek davette bulundu.
Bunun üzerin
Müsenna b. Harise, Rasulullah’a, ‘Ey Kureyşli kardeş! Ben de sözlerini dinledim
ve güzel buldum. Hepsi hoşuma gitti. Biz, iki bulanık su arasında otururuz.
Bunlardan birisi Yamame, diğeri ise Semave’dir.’ dedi. Bunun üzerine Rasulullah,
‘Bu iki su nedir ve nerededir?’ diye
sordu. Bunun üzerine Müsenna, ‘Onlardan biri Irak kasabalarına yüksekten bakan
Arap topraklarındadır ve o bölgeye bu ad verilir. Diğeri ise Farisî
ırmaklarının ağızları ve Kisra’nın ırmaklarının olduğu bölgededir ve oraya da o
ad verilir. Kisra, orada herhangi bir olay çıkarmamak ve olay çıkaranları
bastırmak şartı ile bizim orada yerleşmemize izin verdi. Fakat senin bizi davet
ettiğin şey hükümdarların hoşuna gitmez. Araplar sınırlarında işlenen suçtan
dolayı sahibini bağışlayabilir ve özrünü kabul edebilirler ama Farisîler kendi
sınırlarında işlenen suçtan dolayı sahibini affetmez ve özrünü kabul etmezler.
Eğer Arap toprakları tarafında sana yardım etmemizi istersen bunu kabul ederiz.’ dedi. Bunun üzerine Rasulullah, ‘Sizler kötü cevap vermediniz. Doğru olanı
açıkça dile getirdiniz. Şüphesiz, her tarafını emin kılmaya gücü yetmeyen
kimseler, Allah’ın dinine yardım edemezler.’ buyurdu ve kalktı. Ebu Bekir’in
kolundan tutup onların yanından ayrıldı.”[3]
Bu rivayette geçen
konuşmalara dikkat ettiniz mi? Ebu Bekir RadiyAllahu Anh Mefruk’a “kaç
askere sahip olduklarını”, “savaş yeteneklerini” soruyor! İşte nusret talebi
tam da budur. Bu kıssanın detaylarına girmeye bile gerek kalmadan
söyleyebiliriz ki Allah Rasulü’nün kabileler ile yaptığı görüşme sıradan bir İslâm’a
davet görüşmesi değildir. Bilakis planlı bir nusret çalışmasıdır. Dolayısıyla
nusret, davetten bir parçadır.
Rasulullah’ın
kabilelere nusret talebinde bulunmasıyla alakalı birçok rivayet vardır; Taif
ziyafeti, Amr bin Sa’sa vb. gibi. Bu makaleye Şeyban bin Salebe kabilesini
almamızın sebebi nusret talebinin ne olduğunu göstermenin yanında nusretin
ölçüsünü de göstermek istememizden dolayıdır. Dikkat edilirse Şeyban bin Salebe
savaşçı bir kabile ve bin kişilik bir orduya sahip. Arap Yarımadası’ndaki
topraklarında Rasulullah’a istediği nusreti vereceklerini beyan ettiler ama
Allah’ın Rasulü bunu yeterli bulmadı ve kabul etmedi.
Buradan
çıkartılması gereken ders, denkliktir. Bugün devlet potansiyellerini taşımayan
bazı bölgelerde Hilâfet ilan etmenin, Rasulullah’ın metoduyla uyuşmadığının
açık bir göstergesidir. Allah Rasulü Şeyban bin Salebe liderlerinin nusret
beyanlarını Sasani İmparatorluğu ya da Bizans İmparatorluğu ile kıyaslamadı.
Bilakis bölgedeki güç dengeleriyle kıyasladı. Kureyş ve Kureyşle ittifak yapan
diğer kabilelerle kıyasladı. Bugün de durum aynıdır. Nusret talebine olumlu yaklaşan
devletler ABD ile Rusya ile kıyas yapılmaz. Bulundukları coğrafyaya göre kıyas
edilir.
Devam edelim…
Rasulullah’ın
davetini duyan Medinelilerden bir grup I. Akabe Biatı’nı yaptı. Allah Rasulü
Medine’ye Mus’ab bin Umeyr’i gönderdi. Mus’ab, Medine’de yoğun bir çalışma
yürüttü. Fert fert insanlara İslâm’ı anlattı. Öyle ki Medine’nin ileri
gelenlerinden, nusret ehli Saad bin Muaz bu gelişmelerden rahatsız olmuş ve Mus’ab’ı
Medine’den kovmak için bizzat görüşmek istemiş sonrasında da Mus’ab’ın
anlattıklarına iman ederek Müslüman olmuştur. Saad bin Muaz Müslüman olduktan
sonra Evs kabilesinden Abdüleşheloğullarından Müslüman olmayan kimse kalmamış
ve cebir ve şiddet olmadan, “tek bir kurşun atmadan” Medine, İslâm
Devleti’nin kuruluşuna hazır hâle gelmiştir.
Şimdi gelelim bugüne…
Hizb-ut Tahrir,
halkı Müslüman olan bölgelerde Hilâfet için kamuoyu oluşturmaya çalışmaktadır. Hilâfet,
köklü bir değişimin adıdır ve değişim, yanlış temeller üzerine kurulmuş, hayata
bakış açısını şekillendiren sahih bir akideye sahip olmayan her toplum için
potansiyel bir gerçekliktir.
Yaşadığı hayattan
memnuniyetsizliği her geçen gün artan toplumlar değişimi düşünmeye başlar.
Müslümanların yaşadığı coğrafyadaki yaşam şartlarına baktığımızda sefaletin kol
gezdiğini, zulmün, gözyaşının, kanın, aşağılanmanın hiç eksik olmadığını
görürüz. Dolayısıyla bu topraklar değişime açık topraklardır.
Toplumları değişime
sürükleyen şey, kendilerine sunulan fikrin ihtiyaçlarını tam manasıyla
karşılayıp karşılamamasıdır. Şayet karşıladığına inanır ise o fikre sahip
çıkar. İnanmaz ise o fikri marjinal bir fikir olarak görür ve kendisinden uzak
tutar. Değişimde asıl olan fıtrata uygun, akla kanaat getiren fikre tâbi
olmaktır. Daha doğrusu kendisine sunulan tercihlerde böyle bir fikir var ise
ilk önce onu kabul eder.
Hizb-ut Tahrir,
fertleri Hilâfet Devleti’ni kurma farziyetini yerine getirmeleri için bünyesine
dahil ederken topluma Hilâfet Devleti’nin ne olduğunu, neden gerekli olduğunu, Hilâfet
Devleti’nde nelerin değişeceğini anlatarak Hilâfet Devleti lehine kamuoyu
oluşturmaya çalışır.
Bu çalışmanın
yanında tıpkı Allah Rasulü’nün yaptığı gibi nusret ehlini oluşturan kişilerden
de nusret talebinde bulunmaktadır.
Kamuoyu ve nusret
ehlinin nusreti, Râşidî Hilâfet Devleti’nin kuruluşunu meydana getiren iki
önemli husustur. Bu ikisi doğal olarak birlikte yürümektedir. İkisini
birbirinden ayırmak söz konusu değildir.
Hizb-ut Tahrir,
Rasulullah’ın İslâm Devleti’ni kurmada takip ettiği yolu takip etmektedir.
Tarih şahittir ki bu yolda cebir ve şiddet yoktur. Mekke’de iman eden
kişilerden birisi Hamza RadiyAllahu Anh’dır bir diğeri de Ömer
RadiyAllahu Anh’dır. Her ikisi de Mekke’nin güçlü ve savaşçı
karakterlerindendir. Mekke toplumunu yöneten kabile reislerini öldürecek güce
ve cesarete sahiptirler. Ancak çektikleri tüm eziyetlere rağmen Mekke’de bu
yola tevessül etmemişlerdir. İşte bu nedenle Hizb-ut Tahrir, Hilâfet Devleti’ni
kurmak için yaptığı çalışmada Rasulullah’ın metoduna aykırı olduğu için cebir
ve şiddeti benimsememektedir. Yoksa, laik Kemalistlerden, diktatörlerden, azgın
güruhlardan, hapisten ve ölümden korktuğu için değil!
Râşidî Hilâfet
Devleti, elbet kurulacaktır. Kapitalizm devrilirken toplumlar ondan uzaklaşmak
ve kurtulmak istemektedir. İslâm ümmetinin Hilâfet ile önündeki tek engel, başındaki
yöneticilerin saptırmalarıdır. Ancak zulmün yaygınlaştığı şu zaman diliminde
toplumlar değişimi arzulamaktadır. Şartlar, Râşidî Hilâfet’in kuruluşuna işaret
etmektedir. Mesele, zaman meselesidir…
Yeri gelmişken
nusret ehline seslenelim:
Vefatıyla arşın
titrediği, 70 bin meleğin cenazesine katılmak için gökten indiği Saad bin Muaz
olmak, dünyadaki tüm nimetlerden daha hayırlıdır!
Böyle bir ticaret
yeryüzündeki tüm ticaretlerden daha üstündür!
Öyleyse sizi, Saad
bin Muaz gibi Allah’ın dinine destek vermeye davet ediyoruz!
Siz nusret verin ki;
arş titresin, melekler gökten insin ve Râşidî Hilâfet Devleti kurulsun!
[1]
Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 24.06.2005 Tarihli 2005/52 Esas ve 2005/129
sayılı kararı
[2]
Rad 11
[3]
Tam metin için bkz.: Ebu Nuaym, Delail
Yorumlar