EFSANEDEN GERÇEĞE: İSLAM TEHLİKESİ

Bahaeddin Carda

Tarih, ünlü oryantalist Bernard Lewis’in deyimiyle, “İslam dünyasının haşmetli günlerinin geride kaldığını” ve artık Müslümanların “medeniyet adına insanlığa sunacakları bir şeylerinin olmadığını” ifade ederken adeta kesin gözüyle bakılan bir zaferin ilanını; Batı ideolojisinin hayata hâkimiyetini kutluyordu. Batı’nın zaferini ilan ettiği bu savaş kalkınmış, medeni Batı ve kalkınamamış, bedevi Doğu arasında gerçekleşmişti.

Bu savaşın bütün somut verileri de Batı’nın kesin bir zafer kazandığını teyit eder nitelikteydi. Nitekim I. Dünya Savaşı öncesinde 4 Milyon km2’lik İslam’ın hâkimiyetindeki Osmanlı Devleti topraklarından geriye kalan 783,562 km2’lik Türkiye Cumhuriyeti'nin yüzölçümü bile kaybın boyutlarını ortaya koymaktaydı. 

Hilafet Devleti yıkılmış, İslam toprakları farklı isim, bayrak ve sınırlarla parçalara ayrılmış ve Batı’nın İslam düşmanlığıyla barizleşen tarihi Haçlı Seferleri Kudüs’ün de işgaliyle nihai amacına ulaşmıştı. Fakat Batı bütün bunlara rağmen bir korkuyu yani İslam’ın yeniden hayata hâkim kılınacağı, Lewis’in deyimiyle haşmetli günlerin korkusunu bilinçaltında devamlı taze tutmayı başardı. Çünkü İslam’ın hayattaki hâkimiyetinin en somut göstergesi olan devleti elinden alınsa bile ideolojik olarak İslam yok edilememişti. Zira yenilgiye uğrayan Müslümanlardı yoksa İslam değil...

Bu nedenle Batı için gelecek öngörüleri komünizm tehlikesi de bertaraf edildikten sonra ideoloji, hadarat ve medeniyet alanında İslam ideolojisiyle gerçekleşecek bir karşılaşmayı ifade ediyordu. Çünkü ortada hala yok edilememiş bir ideoloji vardı: İslam ve Batı’yı tehdit eden bir tehlike vardı: İslam tehlikesi. Her ne kadar böyle bir tehlikenin efsane olduğuna inanan Batılı düşünürler de olsa böylesi bir tehlike Kapitalist ideolojinin varlığını halklar nezdinde meşru kılabilmek için de gerekliydi.

Bu doğrultuda dün Afrika’yı sömürmek için Darvin’in, güçlü olan ayakta kalır tezine dört elle sarılan Batı kimin güçlü olduğu sorusunun cevabını çoktan hazır etmişti: “Güçlü: Medeniyete en çok katkı sağlayandır!” İşte bu zihniyetle Afrika talan edilmiş ve Afrikalıya ‘insanlık’ öğretilmiştir, hem de her gün açlık ve hastalıktan yüzlercesinin ölmesi gibi bir bedel de ödettirilerek.

Bugün de ABD öncülüğündeki Batı İslam dünyasına gerçekleştirilecek saldırı ve sömürüyü meşrulaştırmak için bir imaj bulmak durumundaydı. İşte Tarihin Sonu, Medeniyetler Çatışması vb. işgal ve sömürüleri haklı çıkartacak türde tezler bu nedenle bugün daha bir anlam kazanıyor.

Nitekim Medeniyetler Çatışması kitabında Samuel Huntington, soğuk savaş sonrasında küresel politikaya medeniyetler savaşının hâkim olacağını, medeniyetler arasındaki fay hatlarının gelecekte savaş hatları olacağını, bir sonraki dünya savaşının medeniyetler arasında gerçekleşeceğini ifade etmektedir.

Huntington, Batı medeniyetine karşı İslam fundamentalizminin değil, bizzat İslam’ın kendisini tehdit olarak görür: “Batı için esas problem İslam fundamentalizmi değil, İslam’dır.” der ve İslam’ı Batı’nın tarihi düşmanı şeklinde tanımlar. “Batı ve İslam medeniyetlerinin fay hatları boyunca meydana gelen çatışmanın 1300 yıldır devam ettiğini” ve İslam’ın ideolojik olarak Batı’ya düşman olduğunu, “Batı’nın ferdiyetçilik, liberalizm, hukuk düzeni, insan hakları, eşitlik, özgürlük, hukukun üstünlüğü, demokrasi, serbest pazar, din ve devletin ayrılması gibi değerlerinin İslam kültüründe ve diğer kültürlerde çok az karşılık bulduğunu” belirtir.

Huntington Medeniyetler Çatışması adlı kitabıyla siyasal İslam’ın yani bir devlet-hükmetme talebi olan İslam’ın hem bölgesel hem de küresel bir tehlike olduğunu anlatır. Ve bu tehlikenin dünya barışını tehdit eden bir tehlike olduğunu ifade eder.

Francis Fukuyama’nın ortaya attığı “Tarihin Sonu” tezi de Amerika’nın girişeceği küresel emperyalist ve terörist saldırılarına zemin hazırlama ve meşruiyet kazandırma amaçlı olarak başını çektiği ‘Yeni Dünya Düzeni’ne bir ön hazırlık niteliğindeki tezlerdendir. 

İşte bütün bu tezlerin oluşumuna zemin teşkil eden batılı bakış kendisinin dışındaki ideoloji, medeniyet ve dinleri adam edilmesi, terbiye edilmesi gerekenler olarak algılamaktadır.

Nitekim dünya sömürge sistemini yeniden kurgulama yoluna giden ABD’nin ‘yeni dünya düzeni’ ya da ‘büyük Ortadoğu projesi’ adı altında gerçekleştirdiği işgaller ve sömürüler işgal edilen beldelerdeki Müslüman halkların medenileştirilmesi projesi olarak dünyaya sunulmuştur. Zira ABD Irak’ı; demokrasi getirmek bahanesiyle işgal etmiş ve bunu bütün dünyaya ilan etmiştir. Çünkü Batı’ya göre ekonomik sistem olarak kapitalizm, düşünsel açıdan liberalizm, yönetsel olarak da demokrasi insanlığın geldiği en son muhteşem noktadır ve bunun ilerisi yoktur.

İşte bu yolla Batı’nın yeryüzüne hâkimiyetinin ilan edildiği noktada tarihi bir kırılma gerçekleşmiş ve artık tarih sahnesinden silindiği, medeniyetler savaşını kaybettiği düşünülen İslam ideolojisi tekrar hayat bulmuştur: İslam’ın yeniden hayat bulduğu beldenin adı: Biladu’ş-Şam, hayat bulduğu ortam ise mazlum Biladu’ş-Şam halkının zalim yönetime karşı giriştiği devrim hareketidir.

Bu yeniden canlanış, tarih sahnesine geri dönüş; yıllardır merkezinde aşağılık kompleksi olan vehim perdelerinin yırtıldığı, yandı bitti denilen bir medeniyetin çocuklarının küllerinden yeniden doğduğu ve Batı medeniyetinin saltanatını yıkarcasına sarstığı bir canlanış, tarih sahnesine yeniden dönüştür. Çünkü Biladu’ş-Şam’lı Müslümanlar devrim ateşini yaktıkları günden bu güne katliamlarla yola getirilememiş, demokrasi masalı ile kandırılamamıştır. Onlar “Matlabuna biavdeti’l-Hilafeh/Arzu ettiğimiz şey Hilafet’in geri dönmesidir” sloganlarıyla gerçek hedeflerini belirlemiş ve devrimlerine kazandırdıkları İslami kimlikleri ile gerçek Medeniyetler Çatışması’nın Biladu’ş-Şam topraklarında gerçekleştiğini ilan etmişlerdir. İslam beldelerinin yöneticileri tarafından yalnız bırakılmalarına rağmen “Allah’ım senden başka kimsemiz yok. Yardım ancak Allah’tandır” söylemleri ile bütün bir dünyaya meydan okuyarak tarihin sonunun henüz gelmediğini ve son sözün Müslümanlar tarafından söylenmediğini cümle âleme kanıtlamışlardır.

İşte sömürgeci Batı için asıl çatışma şimdi başlamıştır. Çünkü İslam Ümmeti’nin, bütün gücüyle üstüne gelen Batı’ya, siyasî, iktisadî ve askerî açıdan tarihinin bu en güçsüz döneminde dahi takdire şayan bir şekilde direnmesi Batı’nın geleceğe yönelik kaygılarını artırmakla birlikte tarihte yaşamış olduğu o unutulmaz yenilgiyi hatırlatmaktadır. Zira İslam ve Müslümanlar, Batı’nın hâfızasındaki yerini; kendilerini asırlarca uğraştıran ve korkutan bir güç odağı halinde Avrupa’nın güneybatı ucundaki Endülüs ile doğudaki Balkanlar ve Orta Avrupa’da yaklaşık 600 yıllık üstünlük sağlamış bir güç olarak korumaktadır.

Konuyla ilgili olarak M. Rodinson, The Western Image and Western Studies of İslam adlı eserinde 1920’lerden itibaren kendi içindeki parçalanmışlığa rağmen İslam dünyasının bugününü okuyabilmiştir:

“Şu en muzaffer olduğumuz anlarda Batı egemenliği bugüne kadar hiç olmadığı kadar tehlike altındadır. Yüzyıllar süren Batı fetihleriyle birlikte artık İslam dünyasında çok güçlü bir değişim meydana gelmiştir. Giderek artan Batı hücumları artık ‘hantal’ Doğu’yu harekete geçirdi. Sonunda İslam kendi güçsüzlüğünü fark etti ve henüz yüzeye çıkmayan fakat derinliği olan bu bilinç Fas’tan Çin’e kadar peygamberin takipçilerini büyük bir heyecanla etkilemeye başladı… Bugün İslam muazzam bir güçle yeni bir İslam dünyası şekillendirmektedir.”

Bilinmelidir ki bir taraftan İslam’ın muazzam bir güçle yeniden Biladu’ş-Şam merkezli olarak tarih sahnesine çıkması diğer taraftan İslam’ın bir hayat nizamı olarak yerküre genelinde doğusundan batısına insanlığın problemlerine sunduğu tatminkâr çözümlerle nüfuzunu artırması, buna mukabil aydınlanma ve modernitesiyle bir dünya görüşü olarak Batı’nın iflas etmekte olması bu hesaplaşmada son kozlarını oynayan Batı’nın o zalim ve acımasız gerçek yüzünü görmemizi kolaylaştırmaktadır.

Nitekim Suriye’de yaşanan insanın kanını dondurucu, tüyler ürpertici ve kelimelerle dahi ifade edilemeyecek derecedeki büyük trajediye Batı’nın sessiz kalışı; Batı’nın hem gerçek yüzünü göstermekte hem de tüm bu yaşananlara İslam ve Batı arasındaki yüzyılın hesaplaşması hüviyetini kazanmaktadır. 

İşte bu hesaplaşmada Batı’nın gerçek yüzünü göstermek anlamında yakın geçmişten bir örnek vermek yeterli olacaktır. Hatırlanacağı üzere Batı, Suriye’de olduğu gibi 1992-96 arasında Bosna’da savunmasız bir halkın korkunç bir soykırıma uğramasına, 250 bin insanın sırf Müslüman oldukları için boğazlanmasına; milyonlarcasının da işkence, tecavüz ve sürgünlere uğramasına seyirci kalmıştı. Kasım 2009’da vefat eden Fransız düşünce adamlarından Claude Levi-Strauss, Bosna Trajedisi günlerinde dönemin Fransız başbakanı Alain Jupé’yle görüştüğünü ve ona, bu faciaya seyirci kalınmasının kabul edilemezliğini söylediğini; Jupé’nin de kendisine katıldığını, “...fakat Avrupa’nın ortasında bir İslam Devleti’nin doğmasına seyirci kalamayacaklarından dolayı o trajediye ilgisiz kaldıklarını” ifade ettiğini belirtmiştir.

Fransız başbakanı Alain Jupé’de somutlaşan İslam’ın yeniden bir devlet eliyle hayata hâkim olacağı bu korku Suriye özelinde çok bariz ve net bir şekilde ortadır. Bundan dolayı Batı söz konusu olan Suriye olunca üç maymunu oynamayı tercih etmektedir.

Son tahlilde,

Suriye’de yaşananlar göstermektedir ki; Batı’nın yeryüzüne küresel hâkimiyetinin önünde hem de bunca ekonomik, teknolojik, askeri üstünlüğüne rağmen Allah’tan başka hiç kimsesi olmayan Suriye halkı durabilmekte “Asla boyun eğmeyeceğiz” şeklinde isimlendirdikleri Cumaları ile kararlılıklarını göstermekte, “Ey dünya devletleri! Toplanın! Zirve üstüne zirveler yapın, yaptırım kararları alın… Devrimimiz, cümle âleme rağmen zafere ulaşacak! Zafer Muhammed Ümmeti’nindir” şeklinde dünyaya meydan okuyarak sömürgeci Batı’yı fazlasıyla korkutmakta ve İslam Ümmetine de gerçek baharını müjdeleyebilmektedir. 

Peki, tablo bu kadar açık ve net bir şekilde gözler önündeyken zalimleri ve avanelerini korkutan ve kinlendiren Suriye halkının talep, söylem ve sloganları gerçek anlamda neden Türkiye kamuoyunda İslami çevreler tarafından yeterince dillendirilmemekte hatta üstü örtülmeye veya bir takım kelime oyunlarıyla tevil edilmeye çalışılmaktadır?

Suriye’deki trajedi gözlerimizin önünde gerçekleşirken Müslümanları; zalimleri, sömürgecileri, kâfirleri korkutan İslam’a ait ve Suriyeli Müslümanların en yüksek tonda her şeyi göze alarak haykırdığı, yönetim nizamı olarak Hilafet gibi bir köklü çözümü ifade etmekten, İslami Devlet gibi bir kelimeyi telaffuz etmekten uzak tutan nedir? Allah aşkına!

Bu kadar büyük bedeller ödenirken buna neden olarak ne yazık ki karşımızda iki seçenek durmaktadır: Ya cehalet ya ihanet...

Bilinmelidir ki, Müslümanlar istediği kadar Batılılaşsın, sekülerleşsin, sanayileşsin, Batılı demokrasi vb. söylemleri kullanırsa kullansın aradaki din kaynaklı mesafenin kapanması, onların Müslümanlardan razı olması mümkün değildir. 

İşte bu nedenle Suriye’de yaşananlar karşısında gerçek anlamda mazlum Müslümanlardan taraf olunmak ve zalime karşı durulmak isteniyorsa mustazaf Suriye halkı ile birlikte “Matlabuna biavdeti’l-Hilafeh/Arzu ettiğimiz şey Hilafet’in geri dönmesidir” şeklinde öyle bir tonda haykırılmalıdır ki haykırışımızı hem Suriye halkı duymalı ve yalnız olmadıklarını anlamalı hem de sömürgeci Batı ve onların kontrolündeki İslam beldelerinin yöneticileri korkusundan kahrolmalıdır.

Velhasılıkelam,

Biz doğulular, biz aydınlığın çocukları, biz Müslümanlar, yeniden hayat sahasına dönemeyeceği düşünülen bir medeniyetin çocukları, bilmeliyiz ki dün olduğu gibi bugün de tarih Batı için biterken İslam için, bizim için yeni(den) başlamaktadır.

Ve bu başlangıç başlangıçların en hayırlısı olacaktır.




Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz