HERKESİN YUMRUĞU KALBİ KADARDIR!

Bahaeddin Carda

Kurgu aynı cümlelerle başlıyor: “İsrail’in Filistin'e yaptığı saldırıları büyük kaygıyla takip ediyoruz ve açıkçası şiddetle de kınıyorum.” Bu cümlelerin sahibi Cumhurbaşkanı Abdullah Gül “İsrail”i kınarken Gazze’ye bir bomba daha düşüyor. Ve ardından haber bültenlerinde aşina olduğumuz görüntüler eşliğinde aynı cümleler tekrar ediliyor:

Başbakan Erdoğan, “İsrail”in Gazze'ye yönelik saldırılarını kınadı ve ekledi:  “İsrail’in vahşi bir saldırısı söz konusu. Biz Gazze halkının yanındayız.” Erdoğan Gazze halkının yanında olduğunu söylerken, 

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, düzenlenen saldırıların Gazze halkına yönelik insanlık suçu olduğunu beyan ederek, Gazzeli bir şehidin başında ağlarken Gazze’de masum bir bebek daha katlediliyor.

Evet, bütün bu katliamlar Gül; kınarken, Erdoğan; Gazze halkının yanındayken, Davutoğlu; ağlarken gerçekleşiyor. Tuhaf değil mi?

Takılmış bir plak, öğretilmiş bir replik gibi her seferinde tekrar edilen aynı kelime: Kınıyorum, kınıyor, kınıyoruz... Peki, ne adına? Müslümanların kanlarının akmasını engellemeyen reel politik ve sömürgeci efendilerin beyaz mabedlerinde daha rahat oturabilmelerini sağlayan uluslararası hukuk adına.

İşte böylelikle, ne zaman ki Müslümanlara bir zulüm isabet etse o zaman halkı manipüle etmenin yani yükselen öfkeyi haddini bildirecek olan unsura değil de sadece zulmedene yönlendirmenin en güzel yolu bulunmuş oldu: Sessiz kalınamayacağını söyleyerek sessiz kalmak, yerinde oturulamayacağını belirterek yere çakılıp kalmak, harekete geçilmesi gerektiğini söyleyerek sadece kınamakla yetinmek... Veya tüm bu sayılanları yaparken ses tonunu yükseltmek, kaşlarını çatmak, elini kolunu sertçe boşluğa sallayarak hiddetlenmiş bir görüntü vermek ya da hesap soracakmışçasına işaret parmağıyla “İsrail”i işaret etmek. Ama sadece bu, daha fazlası değil.

Kınamak aslında; yaptıklarını görüyorum, biliyorum yani farkındayım fakat bir şey yapmıyorum ya da yapamıyorum ve seni ayıplıyorum anlamını taşımaktadır. Bu bir anlamda söz konusu olan zalim ve mazluma yönelik zulmü olunca hiçbir şey yapamıyor olmanın tam bir ifadesidir.

Yapılan zulmü ortadan kaldırmak, zalimin elini tutup zulmetmesini engellemek, yaptığı saldırıları durdurmak gibi fiili olarak bir şeyler yapmayı yani harekete geçmeyi ve bunun sonuçlarına katlanmayı göze alamayanların sığındığı bir kapıdır kınamak. Karşı tarafın yola gelmeyeceğini, yaptığı zulmü sonlandırmayacağını çok iyi bildiği halde, bir şeyler yapması gerekirken bu pasif olma halini gölgelemek için kullanılan etkisiz bir ifade biçimidir kınamak.

Anlaşılmalıdır ki; kınamak; yıllardır yapmış olduğu sayısız zulme karşı Yahudi varlığı “İsrail”e ve son 20 aydır hemen Türkiye’nin yanı başında, yöneticilerin gözlerinin önünde Suriyeli Müslüman kardeşlerimize insanın kanını dondurucu zulümleri reva gören zalim Suriye rejimine zaman kazandırma yoludur ve bu haliyle bir zayıflık, acizlik göstergesidir.

Çünkü haddini bildiremeyenler kınar, acizler, zayıflar kınar… Devlet ise kınamaz; haddini bildirir. Çünkü hadleri koruyan, hadleri uygulayan ve hadleri bildirendir devlet. İslam tarihi Müslümanların yöneticilerinin kâfirler karşısında izzetli ve azametli siyasetlerine şahittir. Yoksa sadece kınayan, yanında olduğunu söyleyen, sadece gözyaşı dökenlere değil.

Hâlbuki kınamanın bile bir ağırlığı ve etkileyiciliği olması gerekir. İşte bu noktayı anlayabilmek için Gazze’de nezih Müslüman kanı akarken Türkiye-”İsrail” ilişkilerine göz atmak bile yeterlidir.

Denklem şu şekilde kurulmuştur:

1.) Özellikle Mavi Marmara saldırılarından sonra çizilen tabloya bakılırsa Türkiye, “İsrail”in en büyük düşmanıdır. 2.) ABD'nin “İsrail”in saldırılarına yönelik olarak “İsrail’in savunma hakkına saygı duyuyoruz” şeklindeki açıklamasından da anlaşılacağı üzere Amerika, “İsrail”in, en büyük dostudur. 3.) Türkiye ise Amerika’nın en gözde stratejik hatta model ortağıdır.

Peki, bu denklemden Türkiye-”İsrail” karşıtlığı ya da düşmanlığı gibi bir sonuç çıkıyor mu? Hayır.

Nitekim bunu Wikileaks Belgeleri’nde geçen 2 Şubat 2007 tarihli ABD’nin Ankara Büyükelçiliği Siyasi Müsteşarı Janice Weiner’ın kaleme aldığı ve Büyükelçi Ross Wilson’ın onayıyla Washington’a gönderilen “kişiye özel” telgrafın başlığı da doğruluyor: “Türk-”İsrail” İlişkileri: İstikrarsız ama dayanıklı.” İkili ilişkilerin altmış yıllık tarihine analitik bir bakış içeren telgrafın metninde kelimesi kelimesine şu ifadeler yer alıyor:

“Son elli yıldaki iniş çıkışlara rağmen, Türkiye ile “İsrail” arasındaki ilişki halen sağlamdır ve karşılıklı çıkarlara uygun olduğu iki ülke tarafından da kabul edilmektedir. Bölgede gerçekten işleyen iki demokrasinin bu ikisi olmaya devam etmesi de kuşkusuz bunda bir rol oynuyor. 1990’larda geliştirilen sıcak ikili bağların lokomotifliğini büyük ölçüde savunma işbirliği yapmış olsa da, bugün arada sırada yaşanan siyasi ağız dalaşlarına rağmen, ilişkinin omurgasını dik tutmakta en önemli rolü iş ilişkileri ve iktisadî kalkınma oynuyor.”

İşte bu metnin açılımını Türkiye–”İsrail” ilişkilerinin ekonomik ve ticari anlamdaki seyri ifade ediyor. Nitekim “İsrail” sermayesinin en çok dış yatırım yaptığı ülkeler arasında Türkiye, ABD ve İngiltere’den sonra 3. sırada gelmektedir. İki ülke arası ticaret 2000’lerin başında 5 yıl içinde iki katına çıkmıştır ve AKP hükümeti döneminde Türkiye “İsrail”in dış ticaret ortakları arasında 8. sıraya yükselmiştir. “İsrail” sermayesinin Türkiye’deki yatırım ve ortaklıkları boru hatları ve rafineriler başta olmak üzere enerji, finans, tarım alanlarında yoğunlaşmaktadır. Ancak Türkiye-”İsrail” ekonomik ilişkilerinin boyutu “İsrail” sermayesinin fiziksel varlığı ile ölçülenin çok ötesindedir. “İsrail” Türkiye’ye teknoloji ihraç etmekte, bir “İsrail”li şirketin ya da ürünün doğrudan varlığı olmadan da herhangi bir sektör danışmanlık, know-how, patent vs yoluyla “İsrail” sermayesinin kontrolüne girebilmektedir. 

“İsrail” ile ekonomik ilişkilerimizin önde gelen öğeleri; ikili ticaret, savunma sanayi projeleri, müteahhitlik hizmetleri, turizm ve karşılıklı yatırımlardır. Örneğin, Türkiye-”İsrail” Serbest Ticaret Anlaşması’nın pek çok “İsrail” ürününe sınırsız kota ve sıfır vergi kolaylığı sağladığı, Başbakanlık Dışişleri Müsteşarlığı’nın raporlarından anlaşılmaktadır.

Ayrıca bir zamanlar adını çokça duyduğumuz TÜPRAŞ özelleştirmesi sırasında, TÜPRAŞ’ın yüzde 14.76 hissesinin 446 milyon dolara kendilerine satıldığı Carlyle MG Limited grubunun genel müdürü Eyal Ofer, Kasım 2005’te YASED tarafından düzenlenen ‘Yabancı Yatırımların Yeni Gözdesi: Fırsatlar Ülkesi Türkiye’ konulu konferansta kendilerini yatırıma bizzat Erdoğan’ın ikna ettiğini, 2002’de AKP’lilerle tanıştıklarını ve Türkiye’de yatırım yapmaya bu tanışma sayesinde karar verdiklerini belirtmiştir. 

Bütün bu özet bilgiler, Gazze’ye bomba yağarken sadece kınayan, Gazze halkının yanında olduğunu söyleyen ve ağlayan Türkiye yöneticilerinin bu davranışlarının dahi içinin ne kadar dolu olduğunu ifade etmek için aktardığım verilerdir.

Meydanlarda, manşetlerde, gözler önünde Gazze için öfkelenirken ve dahi ağlarken bir taraftan da girilen ekonomik ilişkiler ile onu güçlendirmek ne menem bir çelişkidir. Gerçekten mevcut hükümet bu konuda ciddi, samimi ise;

• Türkiye-”İsrail” serbest ticaret anlaşmaları ve tüm ekonomik işbirliği anlaşmalarından hangileri iptal edilmiştir?

• Enerji, su, tarım, turizm ve silah sanayii alanında sürdürülen ortaklıklardan kaçı iptal edilmiştir?

• Müslümanların mallarından olan kamusal birikimlerin “İsrail” sermayesine peşkeş çekildiği hangi özelleştirmeler iptal edilmiştir?

• “İsrail” ile ortaklık yapan ve işgal altındaki topraklarda yatırım yaparak Yahudi varlığını güçlendiren sermaye gruplarına hangi yaptırımlar uygulanmıştır? 

Bütün bunlar göstermektedir ki, aslında gözler söylenenler ile arka planda yapılanlar birbirinden farklıdır.

İşte bu noktada kıyas için yani zalime, sömürgeciye masum bebeklerin katillerine yardım hususunda tarihten, İslam’ın hayata hâkim olduğu dönemlerden, bir örnek yeterlidir sanırım:

Tarihçi Al Gabarti’nin notlarında geçer. Hicri 1213 yılı Muharrem ayının 8. Cuma günü İskenderiye’ye yirmibeş yabancı geminin gelmesinden sonra gelişen olaylardan yalnızca birisidir anlatılan:

“Şehir halkı küçük bir kayığın içinden on tane insanın indiğini görünce bu yabancıların ne için gelmiş olabileceğini merak etmeye başladı... Yabancılar kendilerinin İngiliz olduğunu ve bilinmez bir yöne hareket eden bazı Fransızları beklediklerini söylediler. Bu Fransızların Mısır’a saldırmalarından korktuklarını belirttiler, çünkü Mısır halkı bu saldırganlara karşı koyacak güçten yoksundu... Yabancılar konuşmalarına şöyle devam ettiler: ‘Şehri ve sahili gözlemek ve korumak için gemilerimizi denizde bekletmekten memnunuz, sizden sadece su ve erzak isteyeceğiz, tabii ki parasını ödemek şartıyla.’ Şehrin ileri gelenleri her şeye rağmen bu yabancıların isteklerini ve onlarla ilişkiye girmeyi reddederek, şöyle dediler: ‘Bu ülke Sultan’a aittir, ne Fransızların ne de diğer yabancıların burada işi olamaz; bu yüzden güzelce terk edin sahili.’ Bu sözler karşısında İngiliz elçileri gemilerine dönerek, erzaklarını İskenderiye’den başka bir yerde aramak için ayrıldılar.” 

Bugün Gazze’de ve dünyanın dört bir tarafında yükselen çığlıkların sahibi Müslümanlarsa bugünkü aciz siyasetin, içi boş ifadelerle zalimi sadece kınamanın nedeni de bellidir aslında; izzet ve kerem sahibi Allah’ın dininden yüz çeviriş, O’nun adını yüceltecek bir İslamî Devlet’ten uzak kalış. 

Bu yüzden iyi ki Kudüs Haçlı çizmeleri altında iken güldüğü görülmemiş, yiğitliğin merhamet ve adaletle yürüyüşünün adı, Kudüs fatihi Selahaddin Eyyubi var, var ki bu sahnelenen Yahudi varlığı “İsrail”e haddini bildirme oyununa efsunlanmış bir şekilde bakmamamız gerektiğini hatırlatıyor. Hamdolsun ki, kanla alınan yerlerin parayla satılamayacağını Theodor Herzl’in yüzüne haykıran Abdulhamid’i tarihi bir hakikat olarak biliyoruz. Biliyoruz ki Müslüman kanının tek bir damlasının dahi ne kadar değerli olduğunu bu vesileyle bile idrak ettiriyor.

Bütün bu hakikatler ortadayken adeta efsunlanmışçasına sahnelenen bu oyuna ve bu oyunun baş aktörleri olan yöneticilere alkış tutan, Yahudi varlığı için sarf ettikleri öfkeli sözlerine inanan, akıttıkları gözyaşına kanan Müslüman halkın durumu ise açıktır ki Anthony Quinn’i Hz. Hamza zannederek eline sarılanların durumuna benzemektedir. Hâlbuki açıkça ortadadır ki İslam Ümmeti’nin hafızasındaki İslam beldelerinin gerçek yöneticilerinden yani Selahaddin Eyyubi’den, Sultan Abdulhamid’den, Fatih Sultan Muhammed’den rol çalmaya kalkışanlar, onları konuşmalarında anarak prim yapmaya çalışanlar Hz. Hamza’nın yanında Anthony Quinn ne kadar gerçekse o kadar gerçek ve o kadar inandırıcıdır.

Velhasıl; herkesin yumruğu kalbi kadardır. Ve o kalpte taşınan Müslümanlara yani kardeşine karşı sevgi, merhamet ne kadar büyükse; ona zulmedene, onu katledene karşı taşınan öfkede o derece büyük olmalıdır. İşte bu büyüklükteki bir sevgi ve öfke ancak yumruğunu masaya vurarak zalimi zulmünden el çektirir. Aksi takdirde yumruk arkada saklanırken göz ağlamaya devam eder.


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz