TEFSİR Âl-i İmran Sûresi 98-101. Ayetler

Esad Mansur

قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تَكْفُرُونَ بِآيَاتِ اللّهِ وَاللّهُ شَهِيدٌ عَلَى مَا تَعْمَلُونَ قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تَصُدُّونَ عَن سَبِيلِ اللّهِ مَنْ آمَنَ تَبْغُونَهَا عِوَجًا وَأَنتُمْ شُهَدَاء وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ

“De ki: “Ey Ehli Kitap! Allah’ın yaptıklarınızı görüp dururken niçin Allah’ın ayetlerini inkâr edersiniz?” De ki: “Ey Ehli Kitap! Gerçeği görüp bildiğiniz halde niçin Allah’ın yolunu eğri göstermeye çalışıp da mümin kimseleri Allah’ın yolundan çevirmeye gayret ediyorsunuz? Oysa Allah yaptıklarınızdan gafil değildir?” (Âli İmran 98-99) 

Allahu Teâlâ bu ayetlerde, Ehli Kitap olan Yahudi ve Hıristiyanlara sert bir şekilde çatmaktadır. Gerçeği bildikleri halde Allah’ın ayetlerini inkâr ediyorlar. Bu gerçek, Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Allah’ın Nebisi ve Rasulü olması ve kendisine indirilenin de Allah’ın ayetleri olmasıdır. Ehli Kitap olanlar bu gerçeği bilirler, buna rağmen bunu inkâr ederler. Hem de iman edenleri bu yoldan çevirmeye çalışırlar. Çünkü doğru yolu istemeyip eğri yolu edindiler. Heva ve heveslerine uyduklarından dolayı eğriliği doğruluğa tercih ederler. Onlar kendilerine gelen nebilerinin bir kısmını öldürdüler ve bir kısmını da yalanladılar. Daha doğrusu kendi heva ve heveslerine göre bir din istediler. Bakara Sûresi 87. ayette onların bu durumları izah edildi. Kendi kavimleri dışından olan Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem bir Nebi ve Rasul olarak gönderilince onu çekemediler ve haset ettiler. Bakara Sûresi 109. Ayette buna değinildi. Zira onlar pek kavmiyetçi veya milliyetçidirler. Kendilerini diğer insanlardan daha üstün bir kavim ve ırk olarak görürler. Hatta Allah’ı sadece kendilerine has bir ilah görürler, diğer insanların hayvanlar gibi kendilerine hizmet etmek için yaratıldığını düşünürler. Zaten kendilerinden gelen nebileri yalandılar ve öldürdüler. Nasıl ki Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem gibi kendilerinden olmayan bir nebi ve rasul geldiğinde ona inanmadıkları gibi. Bu nedenle Rasulullah’ı öldürmek için iki defa teşebbüs ettiler ve defalarca müşrik Arapları ona karşı kışkırttılar ve savaşlar çıkarttılar. 

Onlar hak dini istemezler. Kendilerine göre bir din isterler; o din çıkarlarına ters gelmesin, yoksa dinle oynayıp çıkarlarına uydururlar. Bu nedenle kitaplarını değiştirip hahamları ve rahipleri rab edindiler. Kendileri için bunlar, nebilerden daha iyidir. Çünkü hahamlar ve papazlar dünyevi hedefleri gerçekleştirmek uğrunda onların isteklerini ve arzularını göz önünde bulundurup çıkarlarını da düşünerek, “din budur” diyerek hüküm verirler. Orta çağlarda Avrupa’da çıkarlarını krallar ve yöneticiler yanında bulup onlarla işbirliği yaptılar. Bu nedenle Avrupa halkları hem yönetime hem de kiliseye başkaldırıp onları devirdi. Bu devrime “aydınlık çağ” adını verdiler ve dini devletten ayırarak Laik devlet kurdular. Buna “medenî-çağdaş Demokratik Devlet” adını verdiler. Devirdikleri devlete “teokratik” veya “dini devlet” adı verdiler. Hahamlara ve papazlara veya kilise adamlarına “din adamı” lakabı verdiler. 

Batılılar, kendi devrimlerini Müslümanlara ihraç etmek ve İslam Devletini yıkmak istedikleri zaman İslam’ı kendi dinlerine benzeterek Müslümanların zihinlerini karıştırmak suretiyle, onların arasında fikirlerini benimseyecek ve kendilerine tâbi olacak kimseleri bulup İslam Hilafet Sistemini ve Devletini yıktılar. Oysa İslam’da “din adamı” diye bir şey yoktur. Allah’ın ayetlerini ve Rasulullah’ın hadislerini kaynak olarak gösterip içtihat yapan âlim ve müçtehid vardır. Bunlara “din adamı” lakabı verilmez. Çünkü Allah’ın ayetlerini ve Rasulullah’ın hadislerini arkalarına atıp krallarla işbirliği yapıp ortak çıkar uğrunda dini evirip-çevirmezler. Allah’ın adıyla hüküm vermezler, kendi çıkar ve arzularına, insanların istek ve çıkarlarına göre hüküm vermezler. İslam Devleti ‘dinî istibdat devleti’ veya ‘teokratik devlet’ değildir. 

‘Dinî devletin’ manası; din adamların istibdadı, diktatörlüğü veya tahakkümü altında yürütülen devlettir. İslam’da böyle bir devlet şekli yoktur. ‘Din adamı’ mefhumu bulunmadığı gibi ‘dinî istibdat devleti’ mefhumu da yoktur. İslam Devleti, İslam Dinine dayalı kurulmuş olmasına rağmen ona, ‘dinî istibdat devleti’, ‘teokratik’ veya ‘ilahi’ bir devlet adı verilmez. Bu saydıklarımızdan hiçbiri de değildir. İslam Devleti, beşerî bir devlettir; beşer tarafından seçilen insanlar tarafından yürütülür. Beşerin veya âlimlerin hâkimiyeti yoktur. Bunlar, Şeriatın hâkimiyetine boyun eğerler. Ümmet tarafından seçilip biat edilen Halife, kendi heva ve hevesine veya insanların arzu ve çıkarlarına göre devleti yürütmez. Kur’an’dan ve Hadis-i şeriften hüküm çıkartarak devletin, insanların işlerini ve maslahatlarını güder. Böylece halife, âlimler, bütün Müslümanlar Allah’ın ayetlerine ve bu ayetleri açıklayan hadis-i şerife bağlanıp tâbi olurlar. 

Hahamlar ve papazlar, Allah’tan korkup O’nun ayetlerine bağlı olsaydılar, yöneticilerle işbirliği yapmazlardı ve dinlerini çevirmezlerdi/tahrif etmezlerdi. Oysa onlar, Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem gönderilince Allah’tan korkmayarak Allah’ın ayetlerini yalanladılar ve iman edenleri doğru yoldan çevirmeye başladılar. O günden bugüne kadar böyle devam etmektedirler. 

Allah hem onlara çatıyor, hem de bizi onlardan sakındırıyor: Ey iman edenler! Dikkatli olun, bu Yahudi ve Hıristiyanlar Allah’ın ayetlerini inkâr ediyorlar, eğri yolu seçiyorlar ve sizi Allah’ın ayetlerinden saptırmaya çalışıyorlar. Bu nedenle Haçlı Seferlerini Müslümanlara karşı başlattılar. Ondan sonra sömürgecilik savaşlarını başlatıp Allah’ın ayetlerine göre insanları yürüten İslam Hilafet Devleti’ni yıktılar ve yerine Türkiye’de ve diğer İslam beldelerinde Laik-Demokratik ilkelere dayalı Cumhuriyet ve Krallıkları kurdurdular. Bu Cumhuriyet ve Krallıklar, Allah’ın ayetlerini uygulamazlar, onun ayetlerini uygulamaya kim çalışırsa da onu tutuklayıp cezalandırırlar. 

Ehli Kitap’ın ne olduklarını ve niçin çalıştıklarını, Allah’ın ayetlerini inkâr ve müminleri doğru yoldan saptırmaya gayret sarf ettiklerini Allah, Kitabı’nda Müslümanlara göstermesine rağmen, maalesef Müslümanların bir kısmı bu ayetleri anlamadıklarından dolayı Yahudi ve Hıristiyanlara uydular/uymaktadırlar. Onlardan fikir alırlar, onların sistemlerini uygulayıp korurlar, onlarla işbirliği yaparlar ve ittifakta bulunurlar. Hatta onlarla beraber olup tekrar İslam Hilafeti’ni kurmak isteyenlerle savaşırlar. Böylece insanları Allah’ın yolundan saptırırlar, eğri ve sapık yolu seçerler. Oysa Allah yaptıklarından gafil değildir. Onları hemen cezalandırmayabilir, tövbe için fırsat verir, eğer tövbe etmezlerse onları bir gün mutlaka cezalandırır. 

İşte, Müslümanlar kâfirlere uyarlarsa kâfir olurlar veya kâfirlerin amellerini yaparak “Müslümanız” diye iddia ederek saparlar. Bu nedenle Allah Müslümanları yukarıdaki ayetlerin devamı olan şu ayetlerde bu durumdan sakındırır: 

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوَاْ إِن تُطِيعُواْ فَرِيقًا مِّنَ الَّذِينَ أُوتُواْ الْكِتَابَ يَرُدُّوكُم بَعْدَ إِيمَانِكُمْ كَافِرِينَ وَكَيْفَ تَكْفُرُونَ وَأَنتُمْ تُتْلَى عَلَيْكُمْ آيَاتُ اللّهِ وَفِيكُمْ رَسُولُهُ وَمَن يَعْتَصِم بِاللّهِ فَقَدْ هُدِيَ إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ

“Ey iman edenler! Ehli Kitap’tan bir gruba uyarsanız imanlarınızdan sonra sizi kâfir olarak çevirirler. Allah’ın ayetleri size okunurken hem de O’nun Rasulü sizin aranızdayken nasıl kâfir olursunuz? Her kim Allah’a bağlanırsa doğru yola hidayet edilmiş olur.” (Âli İmran 100-101)

Burada Allah, doğrudan müminlere hitap edip Ehli Kitap’a uymaktan sakındırıyor. Eğer onlara uyarsanız sizi imanlarınızdan edip küfre çevirirler. 

Bu ayette, “Ehli Kitap’tan bir gruba uyarsanız” denildi. Bunun münasebetinden dolayı böyle ifade kullanıldı. Şöyledir: İslam’dan önce Medine’de en büyük iki kabile olan Evs ve Hazrec arasında büyük savaşlar oluyordu birbirlerine karşı şiir söylediler. İslam’a girince birleştiler ve kardeş oldular. Yahudiler, bunların kardeş olmalarına hatta Müslüman olmalarına tahammül edemediler. Onlardan biri olan Mırşas bin Kays adlı Yahudi, Evs ve Hazrec kabilesinin cahiliye döneminde ve özellikle de aralarında meydana gelen “Buas” adlı büyük savaşta birbirlerine karşı söyledikleri şiirleri onlara okumaya başladı. Müslüman olan Evs ve Hazreç’ten bu şiiri duyanlar gaflete düşüp, birbirlerine silah çekerek iki safta durup tekrar savaşmaya karar aldılar. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem bunu duyunca oraya koşarak onların safları arasında durup yukarıdaki yeni indirilen ayetleri okudu ve şöyle dedi:

“Birbirinizin boynunu vurarak benden sonra kâfir olarak dönmeyin.” (Buhârî, Müslim, Ebû Dâvud ve Nesâî)

Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem milliyetçilik uğrunda savaşmayı küfre dönmeye benzetti. Nitekim Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:

“Asabiyete davet ederek veya bunun için kızarak kim böyle kör sancak altında savaşırsa cahiliye üzerinde ölür.” (Müslim, Ebu Davut ve İbn-i Mace) 

Asabiyetin manası; milliyetçiliktir, aşiretçiliktir, kabileciliktir. Bir kavim veya bir grup için körü körüne taassuptur. İnsan böyle asabiyet uğrunda savaşırsa cahili ölümle ölür. Eğer bunu yapan kişi Müslüman ise o kadar günahkâr olur ki; sanki kâfir olarak ölür. Cehennemde ebediyen kalmasa dahi orada çok yanacak ve azap görecektir. 

Sömürgeci Kâfir Avrupa devletleri Osmanlı İslam Devleti’ni parçalamak için o Yahudi’nin yaptığına benzer bir şey yaptılar. Türkçülük, Arapçılık, Arnavutçuluk gibi millet veya kavmî taassubu olan milliyetçiliği kışkırtarak İslam Devleti’ni böldüler. Şimdi ise Türkçülüğü ve Kürtçülüğü kışkırtıp Türkiye’yi bölmeye çalışıyorlar. Irak’ta Arapçılık ve Kürtçülüğü kışkırtıp Irak’ı böldüler. Mezhepçilik, mezhep taassubunu kışkırtıp Şiîlik ve Sünnîlik savaşları çıkartmaya çalışıyorlar. Böylece Müslümanlar birbirlerinin boyunlarını vurup öldürüyorlar. Tamamen kâfirlerin Müslümanların boyunlarını vurup öldürdükleri gibi yapıyorlar. Oysa bütün Müslümanlar kardeştirler. İslam Devleti’nin tarihi boyunca, ilk başkanı olan Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem döneminden son Halife’ye kadar bütün insanlar İslam potasında eriyip tek millet ve ümmet oldular. Gerçek kardeşliği hissedip yaşadılar. Çünkü bu Devlette bütün insanlar eşit olurlar. Yine bu Devlette ne Arapçılık, ne Türkçülük, ne Kürtçülük, ne Persçilik ve nede buna benzer ayrımcı bir şey vardır. Bir ırkın, bir kavmin, bir halkın hâkimiyeti ve egemenliği yoktur. Bütün insanları eşit olarak yaratan, onların rabbi olan Allah’ın hâkimiyeti ve egemenliği vardır. İslam hâkimiyeti vardır. Zira bu Devlet, İslam’a dayalıdır; insanlar arasında hiç ayrım yapılmaz. Eşitlik ve adalet sadece Müslümanlar arasında değil, İslam Devleti’nde yaşayan bütün insanlar arasında gerçekleşir. Bu Müslim veya gayri Müslim fark etmez. Gayri Müslimler yani kâfirler, İslam Devleti’nin tebaası oldukları müddetçe, Müslümanlar gibi muamele görürler ve bütün haklardan Müslümanlar gibi faydalanırlar. Ancak -Müslim veya gayri Müslim olsun- kim suç işlerse ceza görür. Eğer milliyetçiliği, mezhepçiliği veya vatancılığı kışkırtmaya kalkışırsa cezalandırılır.

Bu ayette, “kafirlerden bir gruba uyarsanız” gösterdiğimiz münasebetten dolayı böyle ifade kullanıldığını söyledik. Fakat başka yerde (ilerde Allah’ın izniyle tefsirini yapacağımız bu Al-i İmran Sûresinin 149. ayetinde) Allah kâfirlerden bir grup değil de; “kâfirlere uyarsanız, gerisin geriye döndürürler, dininizden saptırırlar, böylece hüsrana uğrayanlardan olursunuz’’ buyurmaktadır. Burada, herhangi bir kâfire uymaktan sakındırıyor. Çünkü kâfirler, İslam’a inanmadıkları için Müslümanları dinlerinden kısmen veya tamamen döndürmeye çalışırlar. Bu nedenle Müslümanlar arasında Laik, Demokratik fikirleri yayarlar. Şöyle ki: 

“Din ayrı devlet ayrıdır, din Allah’a aittir fakat vatan herkesindir. O zaman herkesin dini kendisine aittir. Kişi ibadetini yapsın ama devlet, dinden uzak olmalıdır. Bu, barışı ve birliği sağlar. Egemenlik veya hâkimiyet halkındır; meclisten halk adıyla kanun çıkartılır ve insanlar daha güzel şekilde yönetilir. Kur’an, kutsal bir kitaptır; O’na saygımız vardır; O’nu okumasını öğreniriz, okudukça sevap kazanırız, ezberleriz; Kıyamet Günü’nde şefaatçimiz olur. Fakat O’nu Anayasa kaynağı yapmayız, O’ndan kanun çıkartmayız. Çünkü devlet ve siyaset, dinden ayrıdır. 

Rasulullah’ı severiz, mevlid-i Nebevî yaparız, O’na salavat getiririz. O, üstün Nebi ve Rasul’dür. Fakat devlet ve siyaset dinden ayrıdır; Rasulullah’ın Hadis-i Şerifini okuruz, ama O’nu Anayasanın kaynağı yapmayız, O’ndan kanun çıkartmayız. Hz. Muhammed’i ruhî lider kabul ederiz fakat siyasî lider olarak almayız; O’nun izinden gitmeyiz. Kurduğu devlet gibi bu asırda böyle devlet olmaz. 

Sahabeleri severiz; Onların dönemi Asr-ı Saadet’tir. Fakat Onların yönettikleri Raşidî Hilafet Devleti gibi bir devlet, bu asırda olmaz. 

Din güzeldir. O’nu siyasete bulaştırmamak gerekir; O’nun temizliğini korumalıyız ve devlet işine karıştırmamalıyız…” Ve daha nice buna benzer çelişkili sözleri söyleyip yayarlar. 

Böyle yaparak, Müslümanların bir kısmını çelişkiliye düşürdüler. Bu çelişkili durum, kâfirlerin yaydıkları fikirlerden dolayıdır. Bu şekilde, Müslümanları dinlerinden döndürüp neredeyse kâfir yapmak isterler. Bu nedenle Allahu Teâlâ, bu ayetlerde kâfirlerin planlarını ortaya çıkartıyor, onlardan Müslümanları uyandırıp sakındırıyor. Bunun manası; kâfirlere uymak büyük haramdır, küfre götürebilir. Müslüman, eğer o çelişkili sözleri söylerse bilmeden kâfir olur. 

Kâfirlerin Müslümanları saptırmak için çalışmaları normal sayılır. Çünkü kâfirler, başka zihniyete sahiptirler, başka açıdan düşünürler. Zira inançları ve düşünceleri farklıdır, daha doğrusu İslam’a zıttır. Hatta İslam’la savaşırlar ve onu yok etmeye çalışırlar. Allah Celle Celaluhu bu (tefsir ettiğimiz Âl-i İmran Sûresi 100.) ayette geçtiği gibi Bakara Sûresi 109. ayette Ehli Kitap’ın Müslümanları dinlerinden döndürmek istediklerini ve Bakara Sûresi 217. ayette kâfirlerin güçleri yettiği kadar Müslümanları dinlerinden döndürmek için savaştıklarını beyan ederek tekrar tekrar Müslümanları uyarmaktadır. İbrahim Sûresi 46. ayette “kâfirler öyle hile ve tuzak kurarlar ki bunun yüzünden dağlar yıkılır” buyurarak ve bunları ortaya çıkartarak Müslümanları kâfirlerin hile ve tuzaklarından sakındırıyor. Ki bu asırdaki Müslümanların bir kısmında olduğu gibi saflıkla kâfirlere kanmasınlar. Nitekim kâfirler, Allah’ın varlığına ya hiç inanmazlar ya da O’na ortaklar koşmak suretiyle inanırlar. “Bizi yarattı ama bizim işimize karışmaz” deyip dini devletten ayırır, İslam’a dayalı devleti reddeder ve bununla savaşırlar. Böylece kim bunlara uyarsa sapar veya kâfir olur. 

Kâfirler, İslam’la ve Müslümanlarla her konuda savaşırlar. Kadının giysisi, evlilik, boşanma, çocuk terbiyesi, erkeklerin kadınlarla karışmaması, miras, cihat, iktisat, siyaset, yargı sistemi, Hilafet, ukubat, iç ve dış siyaset, öğrenim, eğitim, yemek içmek, vs. İslam ahkâmına dayalı ne varsa reddederler. Hatta alay ederler, bunları irtica ve gericilik sayarlar. Çünkü kâfirler İslam’a inanmazlar, başka açıdan bakarlar, zihniyetleri ve nefsiyetleri farklıdır. Bu nedenle, düşünceleri ve zevkleri farklı olur. İslam’ın hiçbir tarafını beğenmezler, kadının iffetli ve tesettürlü olması hiç hoşlarına gitmez, onlara göre kadın açık-saçık ve erkekle beraber olmalıdır. 

İslam’ın bakışına muhalefet ederek her şeye ters bakarlar. Böylece kâfirler Müslümanlarla doğrudan askerî olarak silahla savaştıkları gibi fikirle de savaşırlar. Onlar için hile ve tuzak kurarlar ve değişik üsluplarla aldatmaya çalışırlar. Müslümanlar saf ve aptal olup kâfirlere güvenirlerse, tuzaklarına düşerler. Ondan korunmak için kâfirlerden hiçbir fikir veya nizam alınmamalıdır. Müslümanlar, fikir ve nizamlarını sadece İslam’dan almalı ve bu hususta da herhangi bir taviz vermemelidirler. Ayrıca kâfirlere karşı uyanık olup onlara güvenmemeli, onların hile ve tuzaklarını keşfetmeye çalışıp bunları bozmalıdırlar. Mümtehine Sûresi’nin 1 ve 2. ayetlerinde beyan edildiği gibi, Müslümanlar kâfirleri sevmemeli ve dost edinmemelidirler. Onları düşman sayarak, onlardan gelen her türlü teklif ve fikirlere karşı temkinli olmalı, onu derin bir şekilde araştırmalıdırlar. Onları düşman olarak bilmelidirler. Zira Allah Celle Celaluhu Nisa Sûresi 101. ayette kâfirlerin Müslümanların apaçık düşmanı olduklarını ve Bakara Sûresi 105. ayette de “kâfirlerin Müslümanlar için hiç bir hayrın gelmesini istemeyeceklerini” açıkladı. Bakara Sûresi 120. ayette Yahudi ve Hıristiyanların hiç bir zaman Müslümanlardan razı olmayacakları, ancak Müslümanların dinlerini terk edip o kâfirlerin dinlerine uyarlarsa o zaman razı olacakları bildirilmiştir. Bu nedenle onlardan ne teklif veya ne fikir gelirse gelsin bu, kabul edilmemelidir. Onların bütün tekliflerine karşı şüpheyle bakılmalıdır. Yoksa onların tuzaklarına düşülebilir. Maide Sûresi 51. ayette Allah Celle Celaluhu’nun ilan ettiği gibi Müslümanlar, Yahudi ve Hıristiyanları dost edinirlerse onlardan olurlar. Bundan vazgeçip tövbe etmezlerse hidayetli olmazlar, kâfirler gibi zalim olurlar.

Eğer Müslümanlar, tefsir etmeye çalıştığımız Âl-i İmran Sûresi 101. ayetinde geçen talimata uyarlarsa, sapmaz ve kâfirlerin tuzaklarına düşmezler. Her kim Allah’a bağlanırsa, Allah’ın ayetlerine ve emirlerine uyarsa doğru yolda yürür, hiç şaşmaz ve sapmaz. 

Allah’ın ayetleri bize okunurken ve Rasul aramızda varken, nasıl kafir oluruz?! “Rasul’ün varlığı”, Allah’tan getirdiği Sünnetle tecelli eder. Zira esas, O’nun şahsı değil, getirdiğidir. Allah’ın dediği gibi; O, bir Rasul’dür, diğer rasullerin öldüğü gibi ölecektir ve bilfiil öldü. Fakat Allah’tan getirdiği ayetler yanında bunları açıklayan Hadis-i şeriflerle, Sünnetle Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem aramızda vardır, bakidir ve canlıdır. Onun varlığı ile var ve canlı oluruz. İşte böylece O’nu sevmiş oluruz. Allah Celle Celaluhu’nun Ahzab Sûresi 21. ayette emrettiği gibi O’nun siyerini okuyup örnek alır, yolunu izleriz. Zira birçok ayette Rasul’ün getirdiğini almamız emredildi. O’nun getirdiği şey, Allah’tan olup Kur’an’ın açıklaması ve detaylarıdır. Nahl Sûresi 44. ayette açıklandığı gibi:

بِالْبَيِّنَاتِ وَالزُّبُرِ وَأَنزَلْنَا إِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا نُزِّلَ إِلَيْهِمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ

“Kur’an-ı sana indirdik, insanlara ne indirildiğini açıklayasın diye. Ve böylece umulur ki düşünmeye başlarlar.’’ 

Allah, Rasul’e Kur’an’ı indirdi ve açıklanması görevini O’na verdi. Ayrıca Kur’an’ı nasıl açıklayacağını da ona vahyetti. Müslümanlar, Allah’ın ayetleri ve Rasul’ün Sünnetine tâbi oldukça doğru şekilde düşünmeye başlarlar, hidayetli olup doğru yolda giderler ve küfürden korunurlar. Eğer böyle olmaz; buna sırt çevirirlerse, kâfir veya buna benzer bir şey olup asabiyet için birbirlerinin boyunlarını vurmaya giderler. Hem dünyayı, hem ahireti kaybederler. En büyük hüsran da budur…


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz