Osmanlı Hilâfeti’nin
yıkılmasının ardından bu topraklar üzerinde kurulan yeni Türk Devleti’nin
niteliklerini ve ilk dış politikasını Lozan süreci belirlemiştir. Bu süreç;
Lozan Anlaşması’nın 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanmasıyla başlayıp 6 Ekim
1923’te İngilizlerin İstanbul’dan ayrılması, 29 Ekim 1923’te cumhuriyetin ilanı
ve 3 Mart 1924’te Hilâfet’in kaldırılmasıyla devam etmiştir. 1922 senesinin 26
Ağustos’unda başlayıp 18 Eylül’ünde sona eren Büyük Taarruz’un kurucu irade
açısından en büyük getirisi ise 1 Kasım 1922'de saltanatı kaldırmak olmuştur.
Kabul edilen bir kanunla, Halifelik ve saltanat birbirinden ayrılıp saltanat
(halifeye ait sulta/otorite) kaldırılmış ve böylece Osmanlı Hilâfet Devleti,
hukukî olarak sona erdirilmiştir. Aslında bu son, başta İngilizler olmak üzere
İtilaf devletlerinin I. Dünya Savaşının neticesinde hedefledikleri sondu. Zira
en son ayrılan İtilaf devleti askerleri olan İngiliz askerlerinin İstanbul’u
terk etmesi, resmî kayıtlara göre bile düşmanın denize dökülmesiyle kazanılan
büyük zaferden tam on üç ay sonradır.
Bu sonuç, Osmanlı
topraklarını; I. Dünya Savaşının galibi ve dönemin dünya siyaset sahnesinin
birinci devleti İngiltere ile İtilaf devletleri arasında bir yağmalama sahası
haline getirmiştir. Hilâfet’in toprakları, ilk etapta yeraltı ve yerüstü
zenginlikleri açısından kolay yutulabilir lokmalar haline getirilmiş ve 40’tan
fazla devletçiğe bölünmüştür. Bu devletlerin tamamı, ideolojik olmayan,
milliyetçiliğin zirve yaptığı ve çoğu, sömürgeci kâfirler tarafından masa başında
cetvelle çizilmiş suni sınırların “vatan” olarak kutsandığı, suni yapılardan
ibarettir. Her ne kadar hemen hepsinin bir kurtuluş ve bağımsızlık hikâyesi,
kahramanları ve kahramanlıkları bulunsa da aslında hiçbiri -özellikle de dış
politika konusunda- kendi stratejisini belirleyip rotasını çizebilecek kudrete
sahip değildir. Geçen yüzyıllık zaman içerisinde -üslup ve vasıtaların ve dünya
siyasetine hükmeden devletlerin arasındaki güç dengelerinin değişmesi dışında-,
Hilâfet’in toprakları üzerinde kurulan bu kırk küsur devlette dünya
siyasetindeki yerleri açısından herhangi bir değişiklik olmamıştır.
Türkiye’nin yüzyıllık
dış politikasının detaylarına girmeden önce, dünya üzerinde dönen genel
siyasetin dinamiklerine ve devletlerarası konuma değinmeden geçmek de tahlil ve
değerlendirmelerimizde hatalı sonuçlara ulaşmamıza neden olabilir. Çünkü dünya
siyasetinin her döneminde bu siyasete liderlik eden ve dünyayı kendi bakış
açısına, ideolojisine veya çıkarlarına göre şekillendirmeye çalışan bir devlet
mevcuttur. Mesela, Osmanlı İslam Devleti uzun süre bu liderliği sürdürmüş,
ideolojisinin gereği olarak İslam risaletini cihat yoluyla aleme taşımıştır.
Ardından, 1789 Fransız İhtilali neticesinde kapitalist ideoloji doğmuş ve bu
durum yavaş yavaş Fransa’yı lider devlet konumuna taşımıştır. I. Dünya
Savaşı’nın İtilaf devletlerinin galibiyetiyle sonuçlanmasının ardından da
İngiltere’nin dünya siyasetindeki liderliği barizleşmiştir. Sonrasında, II.
Dünya Savaşı meydana gelmiş ve bu savaşın sona ermesiyle ABD, devletlerarası siyasette
birinci devlet konumuna yükselmiştir. Ancak bu sefer de dünya, ABD ile bu
savaşın diğer galibi Sovyetler Birliği arasında -adına “Soğuk Savaş” da denilen-
bir liderlik mücadelesine sahne olmuştur. Komünist ve kapitalist ideolojilerin lider
devletleri arasındaki bu mücadele, 1991 yılında komünist ideolojinin çöküp onun
yürütücülüğünü yapan Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla son bulmuş, bu andan
itibaren ABD, dünya liderlik sahnesinde tek başına kalmıştır.
Dünya siyasetinde
lider konumda olan devletin yanında; bugünün kapitalist dünyasında
egemenliği/sömürüsü altında bulunan bölgelerdeki hâkimiyetlerini lider devlete
karşı koruyup devam ettirmeye çalışan, çıkarları doğrultusunda lider devletin
politikalarına karşı politikalar yürütebilme keyfiyetine sahip olup lider
devletle sürekli rekabet halinde olan ideolojik devletler ikinci sırada gelir.
Müstakil devletler ise kendi varlığı ve bekası doğrultusunda iç ve dış
siyasetinde dilediği gibi hareket eden devletlerdir. Bu üç sınıf devlet dışında
kalan devletler ise ya dış siyasetinde bir başka devlete çıkar bağı ile
bağlanan “uydu” devlet ya da iç siyasetinin bir kısmında ve dış siyasetinde
tamamen bir başka devlete bağlı olan “tabi” devletlerdir. Devletlerarası durum
her ne kadar sabit olmayıp değişkenlik gösteren bir niteliğe sahip olsa da
Osmanlı Hilâfet Devleti’nin yıkılmasının ardından İslam toprakları üzerinde
milliyetçiliği yüceltme ve vatanı kutsama temeli üzerine kurulan gayri
ideolojik devletlerin tamamı “tabi” ya da en iyi ihtimalle “uydu” devletlerdir.
Bu devletlerin
üzerine kurulduğu esasların ve devletlerarası durumun dünya siyaseti üzerindeki
tesirinin anlaşılmasından sonra, İslam toprakları üzerinde kurulan bu kırk
küsur devletin bağımsızlığından bahsetmek; ya bölge halklarını yanıltmak ve bu
devletlerin meşruiyetini sağlamak için yalanlar üzerine kurgulanmış bir
siyasetin ya da bunu iddia edenlerin siyasi cehaletinin bir göstergesidir.
Bu değerlendirmelerin
ışığında meseleyi ele alan siyasi basiret sahibi bütün akıllar, yeni kurulan
Türk devletinin rotasının doğal olarak dönemin dünya siyaset sahnesinin birinci
devleti olan İngiltere’nin yörüngesinde olacağını anlamakta zorlanmayacaklardır.
Zira Osmanlı İslam Devletini yıkmayı başaran İngilizler, ivedi bir şekilde onun
toprakları üzerinde diğer İtilaf devletleriyle birlikte pay kapma ve
tasarruflarını kalıcı hale getirmenin gayreti içine girdiler. Onların Lozan
görüşmelerinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni muhatap kabul etmeleri bile
Osmanlı Hilâfeti’ni fiilen sona erdirmek niyetinde olduklarını göstermektedir.
Türkiye Cumhuriyeti,
29 Ekim 1923’te resmî olarak kurulduktan sonra kendi dış politik çizgisini
güvenliğinin tesisi ve bekasının temini üzerine oluşturmuştur. “Yurtta Sulh,
Cihanda Sulh” ilkesi üzerine oturtulduğu iddia edilen bu politika, ilk on
yıldan sonra II. Dünya Savaşının etkisiyle bazı değişikliklere sahne olsa da
tek parti yönetiminin sona erdiği 1950 yılına kadar bu şekilde devam etmiştir.
Bu politika çerçevesinde 1925-1930 yılları arasında Bulgaristan, Sovyetler Birliği,
İran ve Yunanistan sınırları için doğrudan bu ülkelerle, Suriye sınırı için ise
Fransa ile “dostluk, güvenlik, tarafsızlık ve uzlaşma” başlıkları altında
anlaşmalar imzalanarak sınır güvenliğinin ve barış ortamının korunmasına
çalışılmıştır.
Lozan’da, Musul ve o dönem
kendisine bağlı bir sancak olan Kerkük petrolleri sebebiyle çözülemeyen Irak
sınırı meselesi ise Türkiye ve İngiltere arasında imzalanan 5 Haziran 1926
tarihli Ankara anlaşmasıyla çözülmüştür. Bu anlaşmaya göre; Türkiye’nin Irak sınırı
da netleşmiş, Musul ve Kerkük Irak’a bırakılmıştır. Buna karşılık Irak,
Musul’dan elde ettiği petrolün %10’unu 25 yıl boyunca Türkiye’ye verecektir.
Türkiye, anlaşma gereği bu payı 4 yıl boyunca almış sonra da hakkını 500 bin
sterline İngiltere’ye devretmiştir. Misak-ı Milli sınırları içinde olup da çok
önemli petrol yataklarına sahip olan bu bölgenin geleceğine ilişkin bir
anlaşmanın, Lozan’da diğer devletleri saf dışı bırakmak için oynanan bir oyunun
ardından İngilizlerle baş başa yapılması, yalnızca Irak Krallığı’nın İngiliz
sömürüsü altında olmasıyla açıklanamaz.
Yeni kurulmuş bir
devletin kendi sınır güvenliğini sağlaması, kendi varlığını ve güvenliğini
tehlikeye atacak unsurları ortadan kaldırması ve bekasının tesisi için barışçı
bir dış politikayı benimsemesi elbette tabii ve kabul edilebilir bir durumdur.
Ancak böyle bir dış politikayı benimsemesinin/benimsetilmesinin bunların dışında
iki asli nedeni vardır. Bunlardan birincisi: Türkiye -hem Hilâfet’in son
merkezi olan bir bölgede kurulmuş olması hem de sahip olduğu coğrafik konum ve
stratejik özellikleri açısından-, dünya siyaset sahnesinde söz sahibi olan
devletlerin gözünde her zaman önemli bir yere sahip olmuştur. Sahip olduğu bu
önem onu hem batı hem de doğu siyaseti açısından üzerinde planların yapıldığı
cazip bir ülke haline getirmiştir. Bu nedenle böyle bir dış politika, Türkiye
üzerinde siyaseten etki sahibi olan İngilizlerin diğer devletlere ve onların
Türkiye üzerindeki planlarına karşı bir koruma stratejisidir.
İkincisi ise;
Türkiye’nin iç siyasetinde uygulanan politikalardan kaynaklanan bir zorunluluk
halidir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruluş aşamasında başlatmış olduğu
İslam’a karşı mücadelesini, kurulduktan sonra Müslüman halkı da bu mücadelenin
hedefine koyarak yoğun bir şekilde sürdürürmüştür. “Batılılaşmak” ve “modernleşmek”
adına İslam’a ait ne varsa hepsine elindeki bütün olanaklarla adeta bir savaş açmıştır.
Çıkarılan Batı menşeili kanunlar, Batılılaşma adına birbiri ardına gelen ilke
ve inkılâplarla ümmet açısından can yakıcı icraatlar yıllar boyu sürmüştür. Bu
ilke ve inkılâpları koruma ve uygulama adına oluşturulan devrim kanunları ile
bu kanunların yargı sürecini yürüten İstiklal Mahkemeleri’nin yapmış olduğu
vahşiliklerin olumsuz etkileri, insanlar üzerinde bugün bile görülmektedir.
Devlet, İslam’a karşı başlatmış olduğu mücadelenin bir benzerini azınlıklar -ve
özellikle de Kürtler- konusunda da yürütmekteydi.
Devletin uygulamış
olduğu bu iç politika, bütün gücünü ve enerjisi bu doğrultuda harcamasına sebep
olmuştur. Dolayısıyla dıştan gelebilecek tehdit ve saldırılara karşı
koyabilecek ne askerî gücü ve uygulamış olduğu politikalardan dolayı ne de bir
halk desteği vardı. Bu yüzden barışçıl bir dış politika ile saldırılara karşı
sınırların güvence altına alınması kaçınılmaz bir durum teşkil etmekteydi.
Batı’nın
(İngilizlerin) yörüngesinde dönen Türkiye’nin, bu ilk on yıllık dış
politikasının ardından sonraki süreçte herhangi bir politik değişim veya
istikamet sapması yoktur. Dolayısıyla politik bir kırılma da söz konusu değildir.
1950 yılına kadar sürecek olan Türk dış politikasını ilk on yıldan ayıran
husus; devletlerin silahlanma yarışına girdiği, devletlerarası ortamda
kutuplaşmaların başladığı ve II. Dünya Savaşı’nın gelişinin iyiden iyiye
hissedilip savaşın ve savaş sonrasının da dahil olduğu bir ortamda
yürütülen/yürüttürülen bir dış politika olmasıdır.
İkinci Dünya Savaşı
yaklaştıkça devletlerarası ortamdaki gerginlik bazı meselelerin yeniden ele
alınması zorunluluğunu ortaya çıkardı. Mesela bunlardan birisi; Lozan’dan sonra
askersizleştirilerek sınırsız sivil ve askerî trafiğe açık ve Milletler Cemiyeti
himayesinde uluslararası bir komisyonun yönetimine bırakılan “Boğazlar meselesi”ydi.
II. Dünya Savaşı’nın yaklaşmakta olduğu bu dönemde, Türkiye’nin boğazların
statüsü hakkındaki endişelerini imzacı devletlere iletmesiyle süreç başlamış
oldu. İngiltere, "Türkiye'nin
Boğazlar Sözleşmesi'nin değiştirilmesi ile ilgili isteği haklı kabul
edilmektedir." şeklindeki bir notayla bu talebe destek verdiğini ilan
etti. Sovyetler Birliği’nin ve Balkan Antantı ülkelerinin de destek vermesiyle 20
Temmuz 1936’da “Boğazlar meselesi” Montrö’de yeniden ele alındı ve imzalanan
anlaşmayla Türkiye'ye boğazlar üzerinde kontrol ve savaş
gemilerinin geçişini düzenleme hakkı verildi.
“Hatay meselesi” de
yine II. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde çözümlenen bir meseledir. Hatay’ı
önemli kılan husus, Akdeniz’in birkaç önemli limanından biri olan İskenderun
Körfezi’ne sahip olmasıdır. Hatay meselesi, Milletler Cemiyetinde İngilizlerin
desteklediği Fransa-Türkiye görüşmelerine sahne olsa da herhangi bir sonuç
alınamadı. Ancak İngiliz nüfuzunun etkili olduğu Milletler Cemiyeti, 1937
senesinde Hatay’ın bağımsızlığını kabul etti. Önce 2 Eylül 1938’de “Bağımsız
Hatay Cumhuriyeti” kuruldu sonra da bu Cumhuriyet, 29 Haziran 1939’da
Türkiye’ye katılma kararı aldı. Böylece stratejik öneme sahip İskenderun
Körfezi konusundaki belirsizlik de netleştirilmiş oldu.
Savaş öncesi Türk dış
politikasında yaşanan bu iki gelişme -Türkiye Cumhuriyeti’nin iradesinden ziyade-,
savaşın adım adım yaklaştığı bu ortamda özellikle boğazların, savaşın seyrine
müttefikler açısından olumsuz etki oluşturma ihtimalini ortadan kaldırmıştır.
Sonuçta Hitler, II. Dünya Savaşı öncesinde 1933 yılından itibaren İsveç’le birlikte
iyi ilişkiler çerçevesinde dünyanın en büyük donamamasını oluşturmakla
meşguldü. Bu yüzden müttefikler tarafından bu donanmaya hem boğazların hem de
İskenderun Körfezi’nin kapatılması gerekiyordu. Dolayısıyla -savaşın, Almanya
karşısında müttefik olan iki devleti olan- İngiltere ve Sovyetler Birliği,
Türkiye’nin talebine hemen destek vererek boğazların yeni statüsü için harekete
geçtiler. Benzer senaryo, yine müttefik olan İngiltere ve Fransa arasında,
Hatay meselesinde de yaşanmıştır.
1941 yılına gelindiğinde
Almanya kendisiyle ittifak yapan Avrupa devletleri ile İngiltere, İsveç ve
Portekiz dışında Avrupa’nın tamamını iki yıl içinde istila etti. 1941 yılı
Nisan ayında Yunanistan’ı bozguna uğrattığında, kendi ittifakında olan Bulgaristan
ile birlikte Türkiye sınırına dayanmıştı. Ancak Almanya aynı anda hem
Türkiye’ye hem de Sovyetler Birliği’ne saldırmaya cesaret edemedi. Aynı zamanda
Hitler, Türkiye’nin İngiltere vasıtasıyla müttefiklerle olan bağını ve bu bağ
sebebiyle Almanya ile bir ittifak yapmayacağını, savaşa girerse müttefiklerin
yanında gireceğini çok iyi biliyordu. Bu sebeple Almanya Türkiye’nin tarafsız
kalması için diplomatik çabalarını yoğunlaştırdı; Türkiye’nin Müttefiklerle
arasına girerek 18 Haziran 1941 yılında “Türk-Alman Saldırmazlık Paktı”nı
imzalamayı başardı.
Bu dostluk
anlaşmasıyla Almanya; istila ettiği Yunanistan, kendi ittifakında olan İtalya,
Bulgaristan ve Romanya ile kapatmış olduğu güney hattını, Türkiye’nin stratejik
konumunu da kullanarak Türkiye üzerinden gelebilecek bir müttefik saldırısıyla
arkadan vurulma ihtimalini ortadan kaldırmış oldu. Nitekim Almanya, Türkiye ile
anlaşıp kendi açısından bu güvenceyi elde ettikten hemen sonra Sovyetler
Birliği’ne saldırı başlattı.[1]
II. Dünya Savaşı'nın
ardından baş gösteren Sovyetler Birliği tehdidi ve savaşın çökerttiği
ekonomiler, Batı bloku (Avrupa) üzerinde savaşın diğer kazanan tarafı olan
ABD’nin elini güçlendirdi. İngiltere ise mağlup olmamasına rağmen savaş
öncesindeki konumunu ve etkisini kaybetti. Böylelikle ABD, savaşta ekonomisi
çöken ülkelere Marshall Planı çerçevesinde yardımlar yapmak suretiyle Avrupa
devletleri üzerinde etki oluşturmaya çalıştı. Savaşa dahil olmamasına rağmen
Türkiye’ye de ABD eliyle Marshall yardımları yapıldı. Türkiye bu yardımları ilk
olarak 1948 yılında almaya başladı. Yardımların miktarı diğer yardım alan
ülkelere nazaran çok düşüktü ancak ABD’nin Türkiye’ye ilk adımı atmış olması
açısından önemi büyüktü.
Bu adım, Türk iç ve
dış politikasında İngiliz ekseninden Amerikan eksenine doğru kaymanın fitilini
ateşleyen ilk adımdır. Bu adımla birlikte ABD, Türkiye üzerinde nüfuz elde
etmenin İngiliz ekseninde dönen laik Kemalist güruh üzerinden olmayacağının da
farkındaydı. Bu sebeple ABD, bir taraftan doğudan toprak ve boğazlardan hak talebinde
bulunan Sovyetler Birliği tehdidi ile diğer taraftan ülkenin içinde bulunduğu
ekonomik durumu konusunda çıkmaza giren tek parti hükümetine; siyasi ve
ekonomik yardım için demokrasiye/çok partili sisteme geçiş şartını öne sürdü.
Bu, aynı zamanda Türkiye’nin
kendi iç siyasetinde yaşanacak olan bir değişimin başlangıcıdır. Daha önce iki
defa denenen çok partili sisteme geçiş aşamaları da halkın kurucu otorite olan
laik Kemalistlere olan nefreti sebebiyle çeşitli gerekçeler gösterilerek daha
başlamadan sonlandırılmıştır. Bu sonuç, askerî güçle İngiliz yanlısı laik
Kemalist kadrolar tarafından yürütülen kurucu tek parti iktidarının, ilke ve
inkılap güzellemeleriyle Müslüman halkı getirdiği noktanın bir sonucudur. Savaşın
dışında kalmış olsa da tek parti yönetimi, savaştan kaynaklanan ortam sebebiyle
siyasi zorbalıklarının yanına ekonomik zorbalıkları da eklemiştir. Laik
Kemalistler, çok partili sisteme geçmekle birlikte yine kendi kontrolleri
altında kazandıkları 1946 seçimlerinin ardından, 1950 yılında bu ağır şartlar
altında ilk kez normal bir seçime gittiler ve halkın kendilerine olan kini ve
nefreti sebebiyle ağır bir yenilgi aldılar.
Bu seçimlerin
ardından iktidara gelen Demokrat Parti yönetiminde Türkiye, Birleşmiş
Milletler‘in yanında yer almış ve ABD’nin müttefiki olarak TBMM’nin 30 Haziran
1950 tarihli kararıyla Kore'ye asker göndermiştir. Bu gelişme, yeni yönetime
gelen Demokrat Parti iktidarının dış siyasetteki ilk icraatlarından biri
olarak, artan Sovyetler Birliği tehdidine karşı NATO'ya üye olabilmenin bir
sınavıdır. Bunun neticesinde Türkiye’nin NATO’ya üyeliği gerçekleşmiş, bir
başka ifadeyle ABD’nin NATO şemsiyesi altında Türkiye’ye fiilî olarak
yerleşmesinin önü açılmıştır.
18 Şubat 1952
tarihinde Türkiye’nin NATO’ya kabulünün ardından, NATO sözleşmesinin üçüncü maddesi
gereği ABD ile Türkiye arasında üs ve tesis kurulmasına yönelik ikili
anlaşmalar yapıldı. ABD’nin üs ve tesisler kurmaya başlaması ise iki ülke
arasında 23 Haziran 1954’te imzalanan “Askeri Kolaylıklar Anlaşması”
sonrasıdır. Bugün itibarıyla Türkiye’de en meşhuru ve aynı zamanda harekât üssü
olan Adana-İncirlik üssü dışında ABD’ye ait kırktan fazla üs ve tesis
bulunmaktadır.
Bu gelişmelerin
sonucunda Türk iç ve dış siyasetinde ciddi bir değişiklik meydana gelmesine rağmen
bu, Batı Blokundan Doğu Blokuna geçiş gibi büyük bir kırılma değil, savaşın
ardından devletlerarası durumdaki güç dengelerinin değişmesinden kaynaklanan
bir eksen değişikliğidir. Sonuçta Türkiye’nin kurulduğu günden bu yana Batı
Blokundaki yerinde bir değişiklik meydana gelmemiştir. Hatta Cumhuriyet tarihi
boyunca Batı’nın hegemonyasından kurtulamadığı gibi doğuya doğru ekonomik
ilişkiler dışında siyasi bir eğilimi hiç olmamıştır.
Ancak ABD tarafına
kayan bu eksen değişikliği; Türkiye’nin kurucu gücü olan, devletin iç dinamiklerini
oluşturup siyasetini elinde tutan İngilizler açısından kolay kabul edilebilecek
bir durum olmamıştır. İngilizler bu gelişmelere rağmen, Ortadoğu kazanımlarını
koruma altına almak adına Türkiye, İran, Irak ve Pakistan ile birlikte Bağdat Paktı’nı
imzalamışlardır. Diğer taraftan Kıbrıs meselesinde yine Türkiye vasıtasıyla
Amerika’nın ada üzerindeki amaçlarını boşa çıkarmayı başarmıştır. Özellikle
Kıbrıs meselesi, o süreçte Türk dış siyasetini meşgul eden esas konu olmuştur.
Nitekim Amerika, Kıbrıs’tan İngiliz üslerini ve dolayısıyla İngiliz varlığını
söküp atmak için 1974 yılında Güney’de yapmış olduğu darbeye; İngilizler,
adamları Ecevit eliyle karşılık vermiş ve Türk askerinin adanın kuzeyine
çıkarma yapmasını sağlamıştır. Bu süreçte Türk–Amerikan ilişkileri ciddi
şekilde gerilmiş ve ABD, Türkiye’ye birtakım ambargolar uygulamıştır.
Türkiye’nin NATO
üyeliği fonksiyonu, Soğuk Savaş dönemi boyunca Sovyetler Birliği’ne karşı
ABD’nin gözlem ve istihbarat faaliyetlerinde üs ve tesislerini kullandırmaktan ibaret
kaldı. Ancak Soğuk Savaş döneminin sona ermesi ile Amerika’nın kendi
çıkarlarına yönelik hamlelerinde Türkiye etkin rol oynamaya başladı. Türkiye,
Özal döneminde Irak’ın Kuveyt’i işgali üzerine ABD’nin Irak’a başlatmış olduğu
1. Körfez Savaşına tam destek vererek bu yeni dış politika sürecini başlatmıştır.
Türk dış siyasetinde
İngiltere ile Amerika arasında gelgitler yaşandığı dönem, 2002 yılında Erdoğan
liderliğindeki AK Parti iktidarı ile yavaş yavaş sona ermiştir. Bugün
itibariyle Türkiye, içeride kurumlar ve otorite üzerindeki İngiliz etkisinin kırılması
ve NATO içinde almış olduğu aktif görevlerle dış siyasetini Amerika’nın
yörüngesinde döndürmektedir. Amerika’nın doğrudan, NATO eliyle ya da Birleşmiş
Milletler misyonu adı altında İslam coğrafyası üzerinde kendi çıkarlarını
hayata geçirmeye yönelik müdahalelerinin tamamında Türkiye aktif rol oynar hale
gelmiştir. Türkiye oynamış olduğu bu aktif rol sebebiyle, ABD’nin Bosna Hersek,
Kosova, Irak ve Libya müdahalelerinde destek vermiş, Afganistan ve Suriye’de
aktif görevlerde bulunmuştur ve bulunmaya devam etmektedir.
Bugün itibarıyla NATO
üyesi Türkiye’nin dış siyasetinin Batı dünyası (günümüz için özellikle ABD)
açısından önemini ana hatlarıyla maddeler halinde sıralayacak olursak:
1- NATO üyesi bir Türkiye,
jeopolitik konumunun önemine bağlı olarak özellikle bu yüzyılda Batı dünyası
açısından büyük önem arz etmektedir. Avrupa, Asya, Ortadoğu, Kafkaslar ve
doğrudan deniz yoluyla K. Afrika ile bağlantısı bulunmakta, doğu ile batı
arasında bir geçiş noktası oluşturmaktadır. Türkiye, yine jeopolitik konumu
sebebiyle, Kafkaslar, Ortadoğu ve Doğu Akdeniz enerji kaynakları başta olmak
üzere, doğunun enerji kaynaklarının batıya aktarımında doğrudan ya da transit
önemli ve güvenli bir geçiş koridoru vazifesi görmektedir. İşte bu özellikleri
sebebiyle Türkiye, başta ABD olmak üzere; ideolojisi gereği bu bölgeler
üzerinde çıkar planları yapan sömürgeci kafirler açısından, bu planların hayata
geçirilebilmesi için vazgeçilmesi mümkün olmayan bir konumdadır.
2- Türkiye, halkı
Müslüman bir ülke olması sebebiyle ABD’nin çıkarları doğrultusunda operasyon
yaptığı bütün İslam beldelerinde, müdahale sırasında veya hemen ardından;
gerginliğin azaltılması, barış ve istikrarın sağlanması ya da huzur ve güven
ortamının devam ettirilmesi gibi görevler Türk askeri eliyle yapılmaktadır.
Türk askerine belde insanlarının güvenmesi ve sahiplenmesi, ABD’nin bu konuda
işini kolaylaştırmaktadır. Bu sebeple halihazırda Türkiye’nin tamamı İslam
beldesi olan 13 ülkede askerî varlığı bulunmaktadır. Irak’ta PKK ile mücadele
kapsamında bulunan askerî varlığı hariç tutacak olursak, diğer ülkelerdeki
askerî varlıklar yukarıdaki gerekçelerle ya NATO’nun ya da Birleşmiş Milletler’in
faaliyetleri kapsamında görev yapmaktadır.
3- Bugün artık Batı
devletleri, yıllarca yapmış oldukları zulümler sebebiyle Afrika ülkelerinde
halkların tepkilerine maruz kalmakta, kendi fikirlerini, kültürlerini ve
bunları sağlayacak eğitim kurumlarını bu ülkelere sokmakta zorluk
yaşamaktadırlar. Bu nedenle artık bu ülkelerdeki eğitim işini; aynı eğitimi,
fikirleri ve kültürü laik eğitim sistemi üzerinden veren “Türk okulları”
almıştır. Bu okullar, Afrika ülkelerindeki en üst düzey okullardır ve elit
kesimlerin öğrencilerine paralı olarak eğitim vermektedirler. Aynı zamanda
başarılı fakir öğrencilere de kontenjan açan bu okullar, vermiş oldukları üst
düzey eğitimle laik Batı kültürünün bu ülkelere yerleşmesini sağlamakta ve
geleceğin devlet yönetiminde ve kurumlarında görev alacak bireylerin yetişmesine
zemin hazırlamaktadırlar. Başka bir ifadeyle Batı'nın bu ülkelerdeki
geleceğinin yatırımını ve alt yapısını Türkiye hazırlamaktadır. Bugün
Türkiye’nin çeşitli vakıflar vasıtasıyla Afrika’da bu görevi yürüten 49 okulu
bulunmaktadır.
4- Osmanlı Hilâfet
Devleti'nin yıkılmasının ardından Hilâfet topraklarının merkezinde kurulmuş
olan tek laik demokratik devlet olan Türkiye Cumhuriyeti; son yıllarda Amerikan
siyasetinin egemen olduğu bazı İslam beldelerinde, özellikle kadınlar üzerinden
başlatılan özgürleşme ve modernleşme hareketlerinin rol modeli konumundadır.
Türkiye bu vasfıyla diğer İslam beldelerine örnek teşkil etmekte o bölgelerin
halkları için; tatbik ettiği nizamlar, yaşam tarzı ve özgürlükleriyle Batı
kültürünün adeta canlı bir taşıyıcısı durumundadır.
5- Türkiye’ye, son
yıllarda dünya üzerinde meydana gelen devletlerin arasındaki taciz, çatışma ve
hatta savaşlarda özellikle de doğu ülkeleri ve İslam beldeleri üzerinde kabul
edilebilir bir arabuluculuk vasfı kazandırılmıştır. Türkiye bu vasfıyla Amerika’nın
ambargolarının da açık kapısı durumundadır. Türkiye’nin ambargodan kısmen veya
tamamen muaf tutulması; Türkiye’yi, ambargoya maruz kalan ülkenin dış
ilişkilerinde önündeki tek açık kapı pozisyonuna getirmektedir.
NATO üyesi
Türkiye’nin üslendiği bu görevlerin yanında, 100 yıllık politik geçmişini
incelerken gördüğümüz gibi; Türkiye'nin dış siyasetinin tamamı, devletlerarası
durumda lider ya da etkin olan devletlerin dış siyasetlerinin yörüngesinde
dönmüştür. Türkiye 100 yıl boyunca yürütmüş olduğu dış politikanın tamamında
kendi çıkarlarını gözetmiş olsa bile; ister istemez o devletlerin çıkarları
doğrultusunda hareket etmek zorunda kalmıştır. Gerçekten siyasi basiretle ve
duygulardan arındırılmış bir bakış açısıyla bakabilen bütün sağlıklı akıllar
bunu kolaylıkla görebilir.
Sonuçta bu gerçeklik,
Hilâfet topraklarının son başkentinde kurulmuş ve tamamen Batı yanlısı olan bir
devlet için bile ne yazık ki böyledir. Dolayısıyla bu topraklarda kurulan diğer
onlarca devletin çoğunun durumu, Türkiye'nin durumundan kat be kat daha kötüdür.
Bu devletlerin her biri bugün bu sömürgeci kafirlerin pençesinde kıvranmakta,
içeride ve dışarıda onları razı etmek üzerine kurulmuş düzenleri ve düzenlerin
başına oturtulmuş işbirlikçi hain yöneticileri yüzünden; mallarını/servetlerini
yağmalatmakta, canlarını kaybetmekte ve nesillerini heba etmektedirler. Çünkü
bu devletlerin her biri, büyük bir bütünün, tek bir devletin, yani Osmanlı Hilâfet
Devleti’nin parçalarıdır. Onlar Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın bu ümmete
kesin olarak yasakladığı iki şeyi yaptılar: birincisi; bölünüp parçalandılar,
ikincisi; bu bölünmüş ve parçalanmış halleriyle kafirleri razı etmek için
çabaladılar. İşte bunlar, İslam topraklarında Müslümanların zillet içerisinde
yaşamalarına sebep olan hususlardır.
İşte bu düşük halden yani
zillet ortamından kurtulup yeniden izzet ve şerefe ulaşmanın yolu, bizi bu hale
düşüren hususların tam tersini yapmak; bölünen parçaları bir araya toplamak ve
kafirleri razı edecek bütün işlerden kaçınmaktır. Çözüm ise; sömürgecilerin bu
topraklar üzerindeki tahakkümünü sonlandıracak, Müslümanların arasındaki suni
sınırları kaldırıp kendilerini tek bir ümmet haline getirerek koruyup
gözetecek, içeride İslam ahkamını tatbik ederek sorunları çözecek ve dışarıya
İslam davetini taşıyacak İslami bir devletin varlığıdır. Çözüm, II. Râşidî Hilâfet
Devleti’nin kurulmasıdır. Müslümanlar olarak bizlere düşen de Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’in metoduna bağlı kalarak İslami Ümmet için ölüm-kalım
meselesi anlamına gelen bu hedefe ulaşmak adına gücümüzü sonuna kadar
kullanmaktır.
[يَا أَيُّهَا
الَّذِينَ آمَنُوا اسْتَجِيبُوا للهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُمْ لِمَا
يُحْيِيكُمْ وَاعْلَمُوا أَنَّ اللهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ
وَأَنَّهُ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ] “Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı
zaman, Allah’ın ve Rasûlü’nün çağrısına uyun ve bilin ki Allah, kişi ile kalbi
arasına girer Yine bilin ki, O’nun huzurunda toplanacaksınız.”[2]


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış