NATO ÜYESİ TÜRKİYE’NİN YÜZ YILLIK DIŞ POLİTİKASI

İbrahim Er

Osmanlı Hilâfeti’nin yıkılmasının ardından bu topraklar üzerinde kurulan yeni Türk Devleti’nin niteliklerini ve ilk dış politikasını Lozan süreci belirlemiştir. Bu süreç; Lozan Anlaşması’nın 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanmasıyla başlayıp 6 Ekim 1923’te İngilizlerin İstanbul’dan ayrılması, 29 Ekim 1923’te cumhuriyetin ilanı ve 3 Mart 1924’te Hilâfet’in kaldırılmasıyla devam etmiştir. 1922 senesinin 26 Ağustos’unda başlayıp 18 Eylül’ünde sona eren Büyük Taarruz’un kurucu irade açısından en büyük getirisi ise 1 Kasım 1922'de saltanatı kaldırmak olmuştur. Kabul edilen bir kanunla, Halifelik ve saltanat birbirinden ayrılıp saltanat (halifeye ait sulta/otorite) kaldırılmış ve böylece Osmanlı Hilâfet Devleti, hukukî olarak sona erdirilmiştir. Aslında bu son, başta İngilizler olmak üzere İtilaf devletlerinin I. Dünya Savaşının neticesinde hedefledikleri sondu. Zira en son ayrılan İtilaf devleti askerleri olan İngiliz askerlerinin İstanbul’u terk etmesi, resmî kayıtlara göre bile düşmanın denize dökülmesiyle kazanılan büyük zaferden tam on üç ay sonradır.

Bu sonuç, Osmanlı topraklarını; I. Dünya Savaşının galibi ve dönemin dünya siyaset sahnesinin birinci devleti İngiltere ile İtilaf devletleri arasında bir yağmalama sahası haline getirmiştir. Hilâfet’in toprakları, ilk etapta yeraltı ve yerüstü zenginlikleri açısından kolay yutulabilir lokmalar haline getirilmiş ve 40’tan fazla devletçiğe bölünmüştür. Bu devletlerin tamamı, ideolojik olmayan, milliyetçiliğin zirve yaptığı ve çoğu, sömürgeci kâfirler tarafından masa başında cetvelle çizilmiş suni sınırların “vatan” olarak kutsandığı, suni yapılardan ibarettir. Her ne kadar hemen hepsinin bir kurtuluş ve bağımsızlık hikâyesi, kahramanları ve kahramanlıkları bulunsa da aslında hiçbiri -özellikle de dış politika konusunda- kendi stratejisini belirleyip rotasını çizebilecek kudrete sahip değildir. Geçen yüzyıllık zaman içerisinde -üslup ve vasıtaların ve dünya siyasetine hükmeden devletlerin arasındaki güç dengelerinin değişmesi dışında-, Hilâfet’in toprakları üzerinde kurulan bu kırk küsur devlette dünya siyasetindeki yerleri açısından herhangi bir değişiklik olmamıştır.

Türkiye’nin yüzyıllık dış politikasının detaylarına girmeden önce, dünya üzerinde dönen genel siyasetin dinamiklerine ve devletlerarası konuma değinmeden geçmek de tahlil ve değerlendirmelerimizde hatalı sonuçlara ulaşmamıza neden olabilir. Çünkü dünya siyasetinin her döneminde bu siyasete liderlik eden ve dünyayı kendi bakış açısına, ideolojisine veya çıkarlarına göre şekillendirmeye çalışan bir devlet mevcuttur. Mesela, Osmanlı İslam Devleti uzun süre bu liderliği sürdürmüş, ideolojisinin gereği olarak İslam risaletini cihat yoluyla aleme taşımıştır. Ardından, 1789 Fransız İhtilali neticesinde kapitalist ideoloji doğmuş ve bu durum yavaş yavaş Fransa’yı lider devlet konumuna taşımıştır. I. Dünya Savaşı’nın İtilaf devletlerinin galibiyetiyle sonuçlanmasının ardından da İngiltere’nin dünya siyasetindeki liderliği barizleşmiştir. Sonrasında, II. Dünya Savaşı meydana gelmiş ve bu savaşın sona ermesiyle ABD, devletlerarası siyasette birinci devlet konumuna yükselmiştir. Ancak bu sefer de dünya, ABD ile bu savaşın diğer galibi Sovyetler Birliği arasında -adına “Soğuk Savaş” da denilen- bir liderlik mücadelesine sahne olmuştur. Komünist ve kapitalist ideolojilerin lider devletleri arasındaki bu mücadele, 1991 yılında komünist ideolojinin çöküp onun yürütücülüğünü yapan Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla son bulmuş, bu andan itibaren ABD, dünya liderlik sahnesinde tek başına kalmıştır.

Dünya siyasetinde lider konumda olan devletin yanında; bugünün kapitalist dünyasında egemenliği/sömürüsü altında bulunan bölgelerdeki hâkimiyetlerini lider devlete karşı koruyup devam ettirmeye çalışan, çıkarları doğrultusunda lider devletin politikalarına karşı politikalar yürütebilme keyfiyetine sahip olup lider devletle sürekli rekabet halinde olan ideolojik devletler ikinci sırada gelir. Müstakil devletler ise kendi varlığı ve bekası doğrultusunda iç ve dış siyasetinde dilediği gibi hareket eden devletlerdir. Bu üç sınıf devlet dışında kalan devletler ise ya dış siyasetinde bir başka devlete çıkar bağı ile bağlanan “uydu” devlet ya da iç siyasetinin bir kısmında ve dış siyasetinde tamamen bir başka devlete bağlı olan “tabi” devletlerdir. Devletlerarası durum her ne kadar sabit olmayıp değişkenlik gösteren bir niteliğe sahip olsa da Osmanlı Hilâfet Devleti’nin yıkılmasının ardından İslam toprakları üzerinde milliyetçiliği yüceltme ve vatanı kutsama temeli üzerine kurulan gayri ideolojik devletlerin tamamı “tabi” ya da en iyi ihtimalle “uydu” devletlerdir.

Bu devletlerin üzerine kurulduğu esasların ve devletlerarası durumun dünya siyaseti üzerindeki tesirinin anlaşılmasından sonra, İslam toprakları üzerinde kurulan bu kırk küsur devletin bağımsızlığından bahsetmek; ya bölge halklarını yanıltmak ve bu devletlerin meşruiyetini sağlamak için yalanlar üzerine kurgulanmış bir siyasetin ya da bunu iddia edenlerin siyasi cehaletinin bir göstergesidir.

Bu değerlendirmelerin ışığında meseleyi ele alan siyasi basiret sahibi bütün akıllar, yeni kurulan Türk devletinin rotasının doğal olarak dönemin dünya siyaset sahnesinin birinci devleti olan İngiltere’nin yörüngesinde olacağını anlamakta zorlanmayacaklardır. Zira Osmanlı İslam Devletini yıkmayı başaran İngilizler, ivedi bir şekilde onun toprakları üzerinde diğer İtilaf devletleriyle birlikte pay kapma ve tasarruflarını kalıcı hale getirmenin gayreti içine girdiler. Onların Lozan görüşmelerinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni muhatap kabul etmeleri bile Osmanlı Hilâfeti’ni fiilen sona erdirmek niyetinde olduklarını göstermektedir.

Türkiye Cumhuriyeti, 29 Ekim 1923’te resmî olarak kurulduktan sonra kendi dış politik çizgisini güvenliğinin tesisi ve bekasının temini üzerine oluşturmuştur. “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesi üzerine oturtulduğu iddia edilen bu politika, ilk on yıldan sonra II. Dünya Savaşının etkisiyle bazı değişikliklere sahne olsa da tek parti yönetiminin sona erdiği 1950 yılına kadar bu şekilde devam etmiştir. Bu politika çerçevesinde 1925-1930 yılları arasında Bulgaristan, Sovyetler Birliği, İran ve Yunanistan sınırları için doğrudan bu ülkelerle, Suriye sınırı için ise Fransa ile “dostluk, güvenlik, tarafsızlık ve uzlaşma” başlıkları altında anlaşmalar imzalanarak sınır güvenliğinin ve barış ortamının korunmasına çalışılmıştır.

Lozan’da, Musul ve o dönem kendisine bağlı bir sancak olan Kerkük petrolleri sebebiyle çözülemeyen Irak sınırı meselesi ise Türkiye ve İngiltere arasında imzalanan 5 Haziran 1926 tarihli Ankara anlaşmasıyla çözülmüştür. Bu anlaşmaya göre; Türkiye’nin Irak sınırı da netleşmiş, Musul ve Kerkük Irak’a bırakılmıştır. Buna karşılık Irak, Musul’dan elde ettiği petrolün %10’unu 25 yıl boyunca Türkiye’ye verecektir. Türkiye, anlaşma gereği bu payı 4 yıl boyunca almış sonra da hakkını 500 bin sterline İngiltere’ye devretmiştir. Misak-ı Milli sınırları içinde olup da çok önemli petrol yataklarına sahip olan bu bölgenin geleceğine ilişkin bir anlaşmanın, Lozan’da diğer devletleri saf dışı bırakmak için oynanan bir oyunun ardından İngilizlerle baş başa yapılması, yalnızca Irak Krallığı’nın İngiliz sömürüsü altında olmasıyla açıklanamaz.

Yeni kurulmuş bir devletin kendi sınır güvenliğini sağlaması, kendi varlığını ve güvenliğini tehlikeye atacak unsurları ortadan kaldırması ve bekasının tesisi için barışçı bir dış politikayı benimsemesi elbette tabii ve kabul edilebilir bir durumdur. Ancak böyle bir dış politikayı benimsemesinin/benimsetilmesinin bunların dışında iki asli nedeni vardır. Bunlardan birincisi: Türkiye -hem Hilâfet’in son merkezi olan bir bölgede kurulmuş olması hem de sahip olduğu coğrafik konum ve stratejik özellikleri açısından-, dünya siyaset sahnesinde söz sahibi olan devletlerin gözünde her zaman önemli bir yere sahip olmuştur. Sahip olduğu bu önem onu hem batı hem de doğu siyaseti açısından üzerinde planların yapıldığı cazip bir ülke haline getirmiştir. Bu nedenle böyle bir dış politika, Türkiye üzerinde siyaseten etki sahibi olan İngilizlerin diğer devletlere ve onların Türkiye üzerindeki planlarına karşı bir koruma stratejisidir.

İkincisi ise; Türkiye’nin iç siyasetinde uygulanan politikalardan kaynaklanan bir zorunluluk halidir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruluş aşamasında başlatmış olduğu İslam’a karşı mücadelesini, kurulduktan sonra Müslüman halkı da bu mücadelenin hedefine koyarak yoğun bir şekilde sürdürürmüştür. “Batılılaşmak” ve “modernleşmek” adına İslam’a ait ne varsa hepsine elindeki bütün olanaklarla adeta bir savaş açmıştır. Çıkarılan Batı menşeili kanunlar, Batılılaşma adına birbiri ardına gelen ilke ve inkılâplarla ümmet açısından can yakıcı icraatlar yıllar boyu sürmüştür. Bu ilke ve inkılâpları koruma ve uygulama adına oluşturulan devrim kanunları ile bu kanunların yargı sürecini yürüten İstiklal Mahkemeleri’nin yapmış olduğu vahşiliklerin olumsuz etkileri, insanlar üzerinde bugün bile görülmektedir. Devlet, İslam’a karşı başlatmış olduğu mücadelenin bir benzerini azınlıklar -ve özellikle de Kürtler- konusunda da yürütmekteydi.

Devletin uygulamış olduğu bu iç politika, bütün gücünü ve enerjisi bu doğrultuda harcamasına sebep olmuştur. Dolayısıyla dıştan gelebilecek tehdit ve saldırılara karşı koyabilecek ne askerî gücü ve uygulamış olduğu politikalardan dolayı ne de bir halk desteği vardı. Bu yüzden barışçıl bir dış politika ile saldırılara karşı sınırların güvence altına alınması kaçınılmaz bir durum teşkil etmekteydi.

Batı’nın (İngilizlerin) yörüngesinde dönen Türkiye’nin, bu ilk on yıllık dış politikasının ardından sonraki süreçte herhangi bir politik değişim veya istikamet sapması yoktur. Dolayısıyla politik bir kırılma da söz konusu değildir. 1950 yılına kadar sürecek olan Türk dış politikasını ilk on yıldan ayıran husus; devletlerin silahlanma yarışına girdiği, devletlerarası ortamda kutuplaşmaların başladığı ve II. Dünya Savaşı’nın gelişinin iyiden iyiye hissedilip savaşın ve savaş sonrasının da dahil olduğu bir ortamda yürütülen/yürüttürülen bir dış politika olmasıdır.

İkinci Dünya Savaşı yaklaştıkça devletlerarası ortamdaki gerginlik bazı meselelerin yeniden ele alınması zorunluluğunu ortaya çıkardı. Mesela bunlardan birisi; Lozan’dan sonra askersizleştirilerek sınırsız sivil ve askerî trafiğe açık ve Milletler Cemiyeti himayesinde uluslararası bir komisyonun yönetimine bırakılan “Boğazlar meselesi”ydi. II. Dünya Savaşı’nın yaklaşmakta olduğu bu dönemde, Türkiye’nin boğazların statüsü hakkındaki endişelerini imzacı devletlere iletmesiyle süreç başlamış oldu. İngiltere, "Türkiye'nin Boğazlar Sözleşmesi'nin değiştirilmesi ile ilgili isteği haklı kabul edilmektedir." şeklindeki bir notayla bu talebe destek verdiğini ilan etti. Sovyetler Birliği’nin ve Balkan Antantı ülkelerinin de destek vermesiyle 20 Temmuz 1936’da “Boğazlar meselesi” Montrö’de yeniden ele alındı ve imzalanan anlaşmayla Türkiye'ye boğazlar üzerinde kontrol ve savaş gemilerinin geçişini düzenleme hakkı verildi.

“Hatay meselesi” de yine II. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde çözümlenen bir meseledir. Hatay’ı önemli kılan husus, Akdeniz’in birkaç önemli limanından biri olan İskenderun Körfezi’ne sahip olmasıdır. Hatay meselesi, Milletler Cemiyetinde İngilizlerin desteklediği Fransa-Türkiye görüşmelerine sahne olsa da herhangi bir sonuç alınamadı. Ancak İngiliz nüfuzunun etkili olduğu Milletler Cemiyeti, 1937 senesinde Hatay’ın bağımsızlığını kabul etti. Önce 2 Eylül 1938’de “Bağımsız Hatay Cumhuriyeti” kuruldu sonra da bu Cumhuriyet, 29 Haziran 1939’da Türkiye’ye katılma kararı aldı. Böylece stratejik öneme sahip İskenderun Körfezi konusundaki belirsizlik de netleştirilmiş oldu.

Savaş öncesi Türk dış politikasında yaşanan bu iki gelişme -Türkiye Cumhuriyeti’nin iradesinden ziyade-, savaşın adım adım yaklaştığı bu ortamda özellikle boğazların, savaşın seyrine müttefikler açısından olumsuz etki oluşturma ihtimalini ortadan kaldırmıştır. Sonuçta Hitler, II. Dünya Savaşı öncesinde 1933 yılından itibaren İsveç’le birlikte iyi ilişkiler çerçevesinde dünyanın en büyük donamamasını oluşturmakla meşguldü. Bu yüzden müttefikler tarafından bu donanmaya hem boğazların hem de İskenderun Körfezi’nin kapatılması gerekiyordu. Dolayısıyla -savaşın, Almanya karşısında müttefik olan iki devleti olan- İngiltere ve Sovyetler Birliği, Türkiye’nin talebine hemen destek vererek boğazların yeni statüsü için harekete geçtiler. Benzer senaryo, yine müttefik olan İngiltere ve Fransa arasında, Hatay meselesinde de yaşanmıştır.

1941 yılına gelindiğinde Almanya kendisiyle ittifak yapan Avrupa devletleri ile İngiltere, İsveç ve Portekiz dışında Avrupa’nın tamamını iki yıl içinde istila etti. 1941 yılı Nisan ayında Yunanistan’ı bozguna uğrattığında, kendi ittifakında olan Bulgaristan ile birlikte Türkiye sınırına dayanmıştı. Ancak Almanya aynı anda hem Türkiye’ye hem de Sovyetler Birliği’ne saldırmaya cesaret edemedi. Aynı zamanda Hitler, Türkiye’nin İngiltere vasıtasıyla müttefiklerle olan bağını ve bu bağ sebebiyle Almanya ile bir ittifak yapmayacağını, savaşa girerse müttefiklerin yanında gireceğini çok iyi biliyordu. Bu sebeple Almanya Türkiye’nin tarafsız kalması için diplomatik çabalarını yoğunlaştırdı; Türkiye’nin Müttefiklerle arasına girerek 18 Haziran 1941 yılında “Türk-Alman Saldırmazlık Paktı”nı imzalamayı başardı.

Bu dostluk anlaşmasıyla Almanya; istila ettiği Yunanistan, kendi ittifakında olan İtalya, Bulgaristan ve Romanya ile kapatmış olduğu güney hattını, Türkiye’nin stratejik konumunu da kullanarak Türkiye üzerinden gelebilecek bir müttefik saldırısıyla arkadan vurulma ihtimalini ortadan kaldırmış oldu. Nitekim Almanya, Türkiye ile anlaşıp kendi açısından bu güvenceyi elde ettikten hemen sonra Sovyetler Birliği’ne saldırı başlattı.[1]

II. Dünya Savaşı'nın ardından baş gösteren Sovyetler Birliği tehdidi ve savaşın çökerttiği ekonomiler, Batı bloku (Avrupa) üzerinde savaşın diğer kazanan tarafı olan ABD’nin elini güçlendirdi. İngiltere ise mağlup olmamasına rağmen savaş öncesindeki konumunu ve etkisini kaybetti. Böylelikle ABD, savaşta ekonomisi çöken ülkelere Marshall Planı çerçevesinde yardımlar yapmak suretiyle Avrupa devletleri üzerinde etki oluşturmaya çalıştı. Savaşa dahil olmamasına rağmen Türkiye’ye de ABD eliyle Marshall yardımları yapıldı. Türkiye bu yardımları ilk olarak 1948 yılında almaya başladı. Yardımların miktarı diğer yardım alan ülkelere nazaran çok düşüktü ancak ABD’nin Türkiye’ye ilk adımı atmış olması açısından önemi büyüktü.

Bu adım, Türk iç ve dış politikasında İngiliz ekseninden Amerikan eksenine doğru kaymanın fitilini ateşleyen ilk adımdır. Bu adımla birlikte ABD, Türkiye üzerinde nüfuz elde etmenin İngiliz ekseninde dönen laik Kemalist güruh üzerinden olmayacağının da farkındaydı. Bu sebeple ABD, bir taraftan doğudan toprak ve boğazlardan hak talebinde bulunan Sovyetler Birliği tehdidi ile diğer taraftan ülkenin içinde bulunduğu ekonomik durumu konusunda çıkmaza giren tek parti hükümetine; siyasi ve ekonomik yardım için demokrasiye/çok partili sisteme geçiş şartını öne sürdü.

Bu, aynı zamanda Türkiye’nin kendi iç siyasetinde yaşanacak olan bir değişimin başlangıcıdır. Daha önce iki defa denenen çok partili sisteme geçiş aşamaları da halkın kurucu otorite olan laik Kemalistlere olan nefreti sebebiyle çeşitli gerekçeler gösterilerek daha başlamadan sonlandırılmıştır. Bu sonuç, askerî güçle İngiliz yanlısı laik Kemalist kadrolar tarafından yürütülen kurucu tek parti iktidarının, ilke ve inkılap güzellemeleriyle Müslüman halkı getirdiği noktanın bir sonucudur. Savaşın dışında kalmış olsa da tek parti yönetimi, savaştan kaynaklanan ortam sebebiyle siyasi zorbalıklarının yanına ekonomik zorbalıkları da eklemiştir. Laik Kemalistler, çok partili sisteme geçmekle birlikte yine kendi kontrolleri altında kazandıkları 1946 seçimlerinin ardından, 1950 yılında bu ağır şartlar altında ilk kez normal bir seçime gittiler ve halkın kendilerine olan kini ve nefreti sebebiyle ağır bir yenilgi aldılar.

Bu seçimlerin ardından iktidara gelen Demokrat Parti yönetiminde Türkiye, Birleşmiş Milletler‘in yanında yer almış ve ABD’nin müttefiki olarak TBMM’nin 30 Haziran 1950 tarihli kararıyla Kore'ye asker göndermiştir. Bu gelişme, yeni yönetime gelen Demokrat Parti iktidarının dış siyasetteki ilk icraatlarından biri olarak, artan Sovyetler Birliği tehdidine karşı NATO'ya üye olabilmenin bir sınavıdır. Bunun neticesinde Türkiye’nin NATO’ya üyeliği gerçekleşmiş, bir başka ifadeyle ABD’nin NATO şemsiyesi altında Türkiye’ye fiilî olarak yerleşmesinin önü açılmıştır.

18 Şubat 1952 tarihinde Türkiye’nin NATO’ya kabulünün ardından, NATO sözleşmesinin üçüncü maddesi gereği ABD ile Türkiye arasında üs ve tesis kurulmasına yönelik ikili anlaşmalar yapıldı. ABD’nin üs ve tesisler kurmaya başlaması ise iki ülke arasında 23 Haziran 1954’te imzalanan “Askeri Kolaylıklar Anlaşması” sonrasıdır. Bugün itibarıyla Türkiye’de en meşhuru ve aynı zamanda harekât üssü olan Adana-İncirlik üssü dışında ABD’ye ait kırktan fazla üs ve tesis bulunmaktadır.

Bu gelişmelerin sonucunda Türk iç ve dış siyasetinde ciddi bir değişiklik meydana gelmesine rağmen bu, Batı Blokundan Doğu Blokuna geçiş gibi büyük bir kırılma değil, savaşın ardından devletlerarası durumdaki güç dengelerinin değişmesinden kaynaklanan bir eksen değişikliğidir. Sonuçta Türkiye’nin kurulduğu günden bu yana Batı Blokundaki yerinde bir değişiklik meydana gelmemiştir. Hatta Cumhuriyet tarihi boyunca Batı’nın hegemonyasından kurtulamadığı gibi doğuya doğru ekonomik ilişkiler dışında siyasi bir eğilimi hiç olmamıştır.

Ancak ABD tarafına kayan bu eksen değişikliği; Türkiye’nin kurucu gücü olan, devletin iç dinamiklerini oluşturup siyasetini elinde tutan İngilizler açısından kolay kabul edilebilecek bir durum olmamıştır. İngilizler bu gelişmelere rağmen, Ortadoğu kazanımlarını koruma altına almak adına Türkiye, İran, Irak ve Pakistan ile birlikte Bağdat Paktı’nı imzalamışlardır. Diğer taraftan Kıbrıs meselesinde yine Türkiye vasıtasıyla Amerika’nın ada üzerindeki amaçlarını boşa çıkarmayı başarmıştır. Özellikle Kıbrıs meselesi, o süreçte Türk dış siyasetini meşgul eden esas konu olmuştur. Nitekim Amerika, Kıbrıs’tan İngiliz üslerini ve dolayısıyla İngiliz varlığını söküp atmak için 1974 yılında Güney’de yapmış olduğu darbeye; İngilizler, adamları Ecevit eliyle karşılık vermiş ve Türk askerinin adanın kuzeyine çıkarma yapmasını sağlamıştır. Bu süreçte Türk–Amerikan ilişkileri ciddi şekilde gerilmiş ve ABD, Türkiye’ye birtakım ambargolar uygulamıştır.

Türkiye’nin NATO üyeliği fonksiyonu, Soğuk Savaş dönemi boyunca Sovyetler Birliği’ne karşı ABD’nin gözlem ve istihbarat faaliyetlerinde üs ve tesislerini kullandırmaktan ibaret kaldı. Ancak Soğuk Savaş döneminin sona ermesi ile Amerika’nın kendi çıkarlarına yönelik hamlelerinde Türkiye etkin rol oynamaya başladı. Türkiye, Özal döneminde Irak’ın Kuveyt’i işgali üzerine ABD’nin Irak’a başlatmış olduğu 1. Körfez Savaşına tam destek vererek bu yeni dış politika sürecini başlatmıştır.

Türk dış siyasetinde İngiltere ile Amerika arasında gelgitler yaşandığı dönem, 2002 yılında Erdoğan liderliğindeki AK Parti iktidarı ile yavaş yavaş sona ermiştir. Bugün itibariyle Türkiye, içeride kurumlar ve otorite üzerindeki İngiliz etkisinin kırılması ve NATO içinde almış olduğu aktif görevlerle dış siyasetini Amerika’nın yörüngesinde döndürmektedir. Amerika’nın doğrudan, NATO eliyle ya da Birleşmiş Milletler misyonu adı altında İslam coğrafyası üzerinde kendi çıkarlarını hayata geçirmeye yönelik müdahalelerinin tamamında Türkiye aktif rol oynar hale gelmiştir. Türkiye oynamış olduğu bu aktif rol sebebiyle, ABD’nin Bosna Hersek, Kosova, Irak ve Libya müdahalelerinde destek vermiş, Afganistan ve Suriye’de aktif görevlerde bulunmuştur ve bulunmaya devam etmektedir.

Bugün itibarıyla NATO üyesi Türkiye’nin dış siyasetinin Batı dünyası (günümüz için özellikle ABD) açısından önemini ana hatlarıyla maddeler halinde sıralayacak olursak:

1- NATO üyesi bir Türkiye, jeopolitik konumunun önemine bağlı olarak özellikle bu yüzyılda Batı dünyası açısından büyük önem arz etmektedir. Avrupa, Asya, Ortadoğu, Kafkaslar ve doğrudan deniz yoluyla K. Afrika ile bağlantısı bulunmakta, doğu ile batı arasında bir geçiş noktası oluşturmaktadır. Türkiye, yine jeopolitik konumu sebebiyle, Kafkaslar, Ortadoğu ve Doğu Akdeniz enerji kaynakları başta olmak üzere, doğunun enerji kaynaklarının batıya aktarımında doğrudan ya da transit önemli ve güvenli bir geçiş koridoru vazifesi görmektedir. İşte bu özellikleri sebebiyle Türkiye, başta ABD olmak üzere; ideolojisi gereği bu bölgeler üzerinde çıkar planları yapan sömürgeci kafirler açısından, bu planların hayata geçirilebilmesi için vazgeçilmesi mümkün olmayan bir konumdadır.

2- Türkiye, halkı Müslüman bir ülke olması sebebiyle ABD’nin çıkarları doğrultusunda operasyon yaptığı bütün İslam beldelerinde, müdahale sırasında veya hemen ardından; gerginliğin azaltılması, barış ve istikrarın sağlanması ya da huzur ve güven ortamının devam ettirilmesi gibi görevler Türk askeri eliyle yapılmaktadır. Türk askerine belde insanlarının güvenmesi ve sahiplenmesi, ABD’nin bu konuda işini kolaylaştırmaktadır. Bu sebeple halihazırda Türkiye’nin tamamı İslam beldesi olan 13 ülkede askerî varlığı bulunmaktadır. Irak’ta PKK ile mücadele kapsamında bulunan askerî varlığı hariç tutacak olursak, diğer ülkelerdeki askerî varlıklar yukarıdaki gerekçelerle ya NATO’nun ya da Birleşmiş Milletler’in faaliyetleri kapsamında görev yapmaktadır.

3- Bugün artık Batı devletleri, yıllarca yapmış oldukları zulümler sebebiyle Afrika ülkelerinde halkların tepkilerine maruz kalmakta, kendi fikirlerini, kültürlerini ve bunları sağlayacak eğitim kurumlarını bu ülkelere sokmakta zorluk yaşamaktadırlar. Bu nedenle artık bu ülkelerdeki eğitim işini; aynı eğitimi, fikirleri ve kültürü laik eğitim sistemi üzerinden veren “Türk okulları” almıştır. Bu okullar, Afrika ülkelerindeki en üst düzey okullardır ve elit kesimlerin öğrencilerine paralı olarak eğitim vermektedirler. Aynı zamanda başarılı fakir öğrencilere de kontenjan açan bu okullar, vermiş oldukları üst düzey eğitimle laik Batı kültürünün bu ülkelere yerleşmesini sağlamakta ve geleceğin devlet yönetiminde ve kurumlarında görev alacak bireylerin yetişmesine zemin hazırlamaktadırlar. Başka bir ifadeyle Batı'nın bu ülkelerdeki geleceğinin yatırımını ve alt yapısını Türkiye hazırlamaktadır. Bugün Türkiye’nin çeşitli vakıflar vasıtasıyla Afrika’da bu görevi yürüten 49 okulu bulunmaktadır.

4- Osmanlı Hilâfet Devleti'nin yıkılmasının ardından Hilâfet topraklarının merkezinde kurulmuş olan tek laik demokratik devlet olan Türkiye Cumhuriyeti; son yıllarda Amerikan siyasetinin egemen olduğu bazı İslam beldelerinde, özellikle kadınlar üzerinden başlatılan özgürleşme ve modernleşme hareketlerinin rol modeli konumundadır. Türkiye bu vasfıyla diğer İslam beldelerine örnek teşkil etmekte o bölgelerin halkları için; tatbik ettiği nizamlar, yaşam tarzı ve özgürlükleriyle Batı kültürünün adeta canlı bir taşıyıcısı durumundadır.

5- Türkiye’ye, son yıllarda dünya üzerinde meydana gelen devletlerin arasındaki taciz, çatışma ve hatta savaşlarda özellikle de doğu ülkeleri ve İslam beldeleri üzerinde kabul edilebilir bir arabuluculuk vasfı kazandırılmıştır. Türkiye bu vasfıyla Amerika’nın ambargolarının da açık kapısı durumundadır. Türkiye’nin ambargodan kısmen veya tamamen muaf tutulması; Türkiye’yi, ambargoya maruz kalan ülkenin dış ilişkilerinde önündeki tek açık kapı pozisyonuna getirmektedir.

NATO üyesi Türkiye’nin üslendiği bu görevlerin yanında, 100 yıllık politik geçmişini incelerken gördüğümüz gibi; Türkiye'nin dış siyasetinin tamamı, devletlerarası durumda lider ya da etkin olan devletlerin dış siyasetlerinin yörüngesinde dönmüştür. Türkiye 100 yıl boyunca yürütmüş olduğu dış politikanın tamamında kendi çıkarlarını gözetmiş olsa bile; ister istemez o devletlerin çıkarları doğrultusunda hareket etmek zorunda kalmıştır. Gerçekten siyasi basiretle ve duygulardan arındırılmış bir bakış açısıyla bakabilen bütün sağlıklı akıllar bunu kolaylıkla görebilir.

Sonuçta bu gerçeklik, Hilâfet topraklarının son başkentinde kurulmuş ve tamamen Batı yanlısı olan bir devlet için bile ne yazık ki böyledir. Dolayısıyla bu topraklarda kurulan diğer onlarca devletin çoğunun durumu, Türkiye'nin durumundan kat be kat daha kötüdür. Bu devletlerin her biri bugün bu sömürgeci kafirlerin pençesinde kıvranmakta, içeride ve dışarıda onları razı etmek üzerine kurulmuş düzenleri ve düzenlerin başına oturtulmuş işbirlikçi hain yöneticileri yüzünden; mallarını/servetlerini yağmalatmakta, canlarını kaybetmekte ve nesillerini heba etmektedirler. Çünkü bu devletlerin her biri, büyük bir bütünün, tek bir devletin, yani Osmanlı Hilâfet Devleti’nin parçalarıdır. Onlar Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın bu ümmete kesin olarak yasakladığı iki şeyi yaptılar: birincisi; bölünüp parçalandılar, ikincisi; bu bölünmüş ve parçalanmış halleriyle kafirleri razı etmek için çabaladılar. İşte bunlar, İslam topraklarında Müslümanların zillet içerisinde yaşamalarına sebep olan hususlardır.

İşte bu düşük halden yani zillet ortamından kurtulup yeniden izzet ve şerefe ulaşmanın yolu, bizi bu hale düşüren hususların tam tersini yapmak; bölünen parçaları bir araya toplamak ve kafirleri razı edecek bütün işlerden kaçınmaktır. Çözüm ise; sömürgecilerin bu topraklar üzerindeki tahakkümünü sonlandıracak, Müslümanların arasındaki suni sınırları kaldırıp kendilerini tek bir ümmet haline getirerek koruyup gözetecek, içeride İslam ahkamını tatbik ederek sorunları çözecek ve dışarıya İslam davetini taşıyacak İslami bir devletin varlığıdır. Çözüm, II. Râşidî Hilâfet Devleti’nin kurulmasıdır. Müslümanlar olarak bizlere düşen de Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in metoduna bağlı kalarak İslami Ümmet için ölüm-kalım meselesi anlamına gelen bu hedefe ulaşmak adına gücümüzü sonuna kadar kullanmaktır.

[يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اسْتَجِيبُوا للهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْيِيكُمْ وَاعْلَمُوا أَنَّ اللهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ وَأَنَّهُ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ] “Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’ın ve Rasûlü’nün çağrısına uyun ve bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer Yine bilin ki, O’nun huzurunda toplanacaksınız.”[2]



[1] 22 Haziran 1941

[2] Enfal Suresi 24


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz