TÜRKİYE’NİN YERİ AVRUPA BİRLİĞİ Mİ YOKSA İSLAM ÜMMETİNİN LİDERLİĞİ Mİ?

Muhammed Emin Yıldırım

Türkiye’nin 1963 yılında başlayan Avrupa Birliği’ne üyelik macerası aradan geçen 60 yıla, Avrupa ile kurulan ilişkilerde kültürel zehirlenme, ekonomik sömürü ve siyasi teslimiyet dışında hiçbir netice elde edilememesine rağmen ısrarla sürdürülmeye çalışılmaktadır. İktidarlar değişse de Türkiye Cumhuriyeti devleti yöneticilerinin Avrupa Birliği sevdası bir türlü bitmek bilmemektedir. Hatta bunun için 2011 yılında “Avrupa Birliği Bakanlığı” bile kurulmuştur. Halihazırda ise Türkiye-Avrupa ilişkileri, Dışişleri Bakanlığı bünyesindeki “Avrupa Birliği Başkanlığı” altında sürdürülmektedir. Türkiye Cumhuriyeti devleti yöneticilerinin kendilerini kapısında süründüren Avrupa Birliğine ve onların kokuşmuş değerlerine yönelik hayranlığı, akıllara “aşağılık kompleksi” kavramını getirmektedir. Zira Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin temelini oluşturan Ankara Anlaşmasına imza atan dönemin Başbakanı İsmet İnönü’nün, Avrupa Birliği hakkında “Beşeriyet tarihi boyunca insan zekasının vücuda getirdiği en cesur eser.”[1] şeklindeki ifadeleri Batı’ya meftun olmanın boyutlarını çarpıcı şekilde göstermektedir.

Esasında bu topraklarda Batılılaşmanın tarihçesi, bir buçuk asrı aşkın bir süreye dayanmaktadır. Bu süreç, kafir Batı’nın ilk etapta telkin, tavsiye ve ardından da dayatmasıyla “reform” adı altında gerçekleşmiştir. Herkese eşitlik kazandırıp İslam’ın Hıristiyanlığa, Müslümanların zimmilere olan üstünlüğünü ortadan kaldırmak suretiyle ve tarihe “gavura gavur denmeyecek” maddesiyle geçen Tanzimat Fermanı (1839) ile başlamıştır. Ardından adı “ıslahat” olan fakat maddeleri İngiliz ve Fransız elçileri tarafından yazılan ve gayrimüslimlere yeni haklar vererek Hıristiyanları fitne unsuru haline getiren Islahat Fermanı (1856) ile devam etmiştir. Daha sonra ilan edilen I. ve II. Meşrutiyetle ise Batı hayranı İttihat ve Terakki Partisinin gayri İslami yönetim arzusuyla İslam beldeleri biraz daha parçalanmıştır. Batıcılık, Türkçülük vb. ifsat akımları ortaya çıkmıştır. Son olarak laiklik esası üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti (1923) devleti ile Hilâfet kaldırılmıştır.

Devamında, Müslümanlara Hilâfet’i hatırlatan; “cihat”, “halife”, “İslam siyaseti” vb. bütün kavramlara savaş açılmıştır. Müslümanlara Batı kültüründen çıkan hayat tarzını benimsetmek için, “çağdaşlaşma” ve “uygarlık” adı altında siyasi, kültürel birçok alanda batıl devrim hareketleri gerçekleştirilerek, İslami hayat zihinlerden uzaklaştırılmıştır. Gerçekleştirilmek istenen nihai amaç ise; 100 yıl önce yıktıkları Osmanlı Hilâfet Devleti’nden sonra şimdi de İslam’ı bu topraklardan söküp atmaktır. İslam’ı hatırlatan bütün unsurları yok etmektir.

İşte Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından Müslümanlara dayatılarak günümüze kadar süregelen ve en son Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bu yılın temmuz ayında Litvanya’nın Vilnius şehrindeki NATO zirvesi öncesi yeniden Avrupa Birliği’ne üyelik çağrısında bulunması ile tekrar hortlatılan Avrupa’ya aidiyet hissi ve Avrupa Birliği değerlerini sahiplenip yaşatma çabaları, söz konusu bu çizgiyi takip etmektedir.

Şimdi, Avrupa Birliği’ne üye olmak için yapılan çalışmaların Türkiye’ye ne kazandırıp ne kaybettirdiğine, Avrupa’nın örnek alınması gereken bir model olup olmadığını anlamak için sürece, biraz daha yakından bakalım.

Türkiye-AB İlişkilerinin Tarihçesi

Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin tarihçesi bol oyalamacalı son derece karmaşık ve uzun bir süreci kapsamakta olup ana hatları şöyledir:

1- Ortaklık Başvurusu ve Ankara Anlaşması: Türkiye ile Avrupa Birliği’nin ilişkileri, Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) 31 Temmuz 1959 tarihinde ortaklık başvurusuyla başlamıştır. AET Bakanlar Konseyi, Türkiye’nin yapmış olduğu başvuruyu kabul ederek üyelik koşulları gerçekleşinceye kadar geçerli olacak bir ortaklık anlaşması imzalanmasını önermiştir. Böylece Ankara Anlaşması 12 Eylül 1963 tarihinde imzalanmış ve 1 Aralık 1964 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Ankara Anlaşması’nın 2. maddesinde Anlaşma’nın amacı şöyle belirtilmektedir: “Türkiye ekonomisinin hızlı kalkınmasını ve Türk halkının istihdam düzeyinin ve yaşam koşullarının yükseltilmesini sağlama gereğini göz önünde bulundurarak, taraflar arasındaki ticari ve ekonomik ilişkileri aralıksız ve dengeli olarak güçlendirmeyi özendirmektir.”[2] Fakat bu anlaşmadan sonra yapılan diğer anlaşmalar ve uygulamalar göstermiştir ki, ikili ilişkilerde kazanan hep Avrupa Birliği olmuş, Türkiye ise “Avrupa değerlerine yönelik sorumluluklarını yerine getirmediği” gerekçesiyle hep taviz veren, yakaran, bekleyen ve kaybeden taraf olmuştur.

2- Gümrük Birliği: Türkiye, 1995 yılında Avrupa Birliği ile Gümrük Birliği anlaşması imzalamıştır. Bu anlaşma ile Türkiye, Avrupa Birliği ülkeleriyle kısmen serbest ticaret yapma imkânı bulmuş olsa da tam üyelik hayaliyle, kendi ulusal dış ticaret politikasını belirleme yetkisini tek taraflı olarak AB’ye devretmiş, ağır bir taviz vermiştir. Gümrük Birliği, sanayi sektörünü kapsarken Türkiye’nin görece avantajlı olduğu tarım ve hizmet sektörünü dışlamıştır. Gümrük Birliği sayesinde AB ülkelerinden yapılan ithalat, ihracatın %30-%40’ı civarında daha yüksek seyretmiştir. Anlaşmanın imzalandığı 1995’ten günümüze dek geçen 20 yılı aşkın dönemde AB lehine verilen dış ticaret açığı 200 milyar dolardır. Bu tutar her yıl ortalama 10 milyar dolar dış ticaret açığı anlamına gelmektedir. Daha kötüsü; Avrupa Birliği’nin üçüncü ülkelerle yaptığı serbest ticaret anlaşmalarının yükümlülüklerine de uyulmak zorundadır. Örneğin; AB ile Kanada arasında gümrük vergisini kaldıran böyle bir anlaşma yapılsa Kanada, Türkiye’den vergisiz ithalat yapabilirken Türkiye vergi ödemek zorunda kalmaktadır. Avrupa Birliği tek taraflı çıkar elde ettiği bu anlaşmayı aradan geçen 28 yıla rağmen yenilemeye yanaşmamaktadır.

3- Katılım Süreci ve Müzakereler: Yarım asırdır devam eden ve yılan hikayesine dönen Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyelik süreci ise 1999 yılında Helsinki Zirvesi’nde başlamıştır. Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’ye “aday ülke” statüsü verilmiş ve 2005 yılında resmî müzakerelere başlanmıştır. Bu müzakereler, Türkiye’nin Avrupa Birliği’nin politika ve hukuk düzenlemelerini uyumlaştırması ve reformları gerçekleştirmesi üzerine odaklanmaktadır. Ancak 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi sonrası Türkiye’nin sıkı güvenlik politikalarını benimsemesi ve AK Parti iktidarının dış politikada Avrupa’nın çıkarlarına zarar verecek şekilde Amerika yörüngesinde hareket etmesi sonucu müzakereler, Avrupa Birliği tarafından dondurulmuştur. 2018 yılında AB komisyonu, Türkiye AB değerlerinden uzaklaştığı sürece AB’ye giriş müzakerelerinin tekrar başlamayacağını duyurdu. Süreç halen bu şekilde dondurulmuş haliyle devam etmektedir.

4- İlerleme Raporları: Avrupa Birliği, Türkiye’nin ilerlemesini değerlendirmek amacıyla düzenli olarak ilerleme raporları yayımlamaktadır. Bu raporlar, Türkiye’nin reform sürecindeki ilerlemelerini ve eksikliklerini belirlemektedir. Daha doğrusu bu raporlar, Avrupa’nın oyalama ve aşağılama politikasının bir gereği olarak Türkiye’ye sürekli yeni ödevler yüklemektedir. Coğrafi, ekonomik ve siyasi birçok noktada Avrupa ile çıkarları kesişen Türkiye’nin kendi egemenlik haklarını korumaya yönelik her adımı Avrupa tarafından sorun olarak kabul edilip ilerleme raporlarına eklenmektedir.

5- Engeller ve Sorunlar: Aslında Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin ana hattını engel ve sorunların oluşturduğunu söylesek yanılmış olmayız. Zira ilişkilerin seyri sürekli ortaya konulan engel ve sorunlar üzerinden devam etmektedir. Her ne kadar dinsizliğe doğru sürüklenmiş olsa da özünde bir Haçlı ruhu taşıyan Avrupa Birliği, çıkarlarını gerçekleştirmenin haricinde halkı Müslüman olan Türkiye’yi her zaman “düşman” olarak görmüş ve önüne engeller çıkarmıştır.

[وَلَنْ تَرْضٰى عَنْكَ الْيَهُودُ وَلَا النَّصَارٰى حَتّٰى تَتَّبِعَ مِلَّتَهُمْۜ قُلْ اِنَّ هُدَى اللّٰهِ هُوَ الْهُدٰىۜ وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ اَهْوَٓاءَهُمْ بَعْدَ الَّذ۪ي جَٓاءَكَ مِنَ الْعِلْمِۙ مَا لَكَ مِنَ اللّٰهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَص۪يرٍ] “Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hıristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır. De ki: ‘Doğru yol, ancak Allah’ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, ant olsun ki, Allah’tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.”[3]

Özellikle Kıbrıs sorunu, insan hakları ve demokrasi gibi konular, müzakerelerin ilerlemesini etkilemiştir. Mesela; Kıbrıs konusunda AB’nin izlediği politika, Türkiye’nin Avrupa Birliğine alınma ihtimalini ortadan kaldırmaktadır. Avrupa Birliği, Türkiye’nin tanımadığı Güney Kıbrıs’ı 2004 yılında üyeliğe kabul ederek Türkiye’nin önünü tıkamıştır. Böylece Birliğe yeni katılımlar noktasında söz hakkına sahip olan Güney Kıbrıs, Yunanistan’ı da arkasına alarak Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine onay vermeyeceğini açık ederek durumu iyice imkânsız hale getirmiştir. Benzer şekilde Avrupa Birliği, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki meşru haklarından doğan sondaj faaliyetlerini ve Ege Denizi’nde Yunanistan’ın küstah ve şımarık politikalarına Türkiye’nin verdiği haklı tepkileri, ilişkilerin ilerlememesi için bahane etmiştir.

Diğer taraftan Avrupa, “terör” tanımını kendi dinamiklerine göre keyfi bir şekilde yorumlayarak, Türkiye’de bölücü ve yıkıcı faaliyetler yürüten PKK gibi terör örgütlerinin faaliyetlerini desteklemekte ve bunları insan hakları kapsamında değerlendirilmesini talep etmektedir. Yine eşcinsel sapkınlık başta olmak üzere bireyin özgürlüğü adı altında aile birliğinin bozulmasını hedef alan bozguncu yasaların “demokratik reformlar” adı altında iç hukuka giydirilmesini şart koşmaktadır. Nitekim Türkiye, Avrupa bankalarından borç alabilmek ve Batılı kafirlere şirin görünmek için aile, nesil ve toplumu ifsat eden İstanbul Sözleşmesini imzalayıp hayata geçirmiştir. Her ne kadar 20 Mart 2021 tarihinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kararnamesiyle Türkiye Sözleşmeden çıkmış olsa da 6284 vb. kanunlar üzerinden Sözleşme, fiilî olarak uygulanmaya devam etmektedir.

Son olarak; Türkiye’nin yakın tarihte (2016) Avrupa Birliği ile imzaladığı “Vize Serbestisi Diyaloğu Mutabakat Metni ve Geri Kabul Anlaşması”na değinelim. Türkiye bu anlaşma kapsamında mültecilerin Avrupa’ya geçişini engellemek karşılığında Avrupa’dan vize muafiyeti elde edecekti. Fakat Türkiye anlaşmanın yükümlülüklerini yerine getirdiği halde Avrupa, vize muafiyeti konusunda tek bir adım bile atmadı. Hatta muafiyet bir yana eğitim, ticaret ve turizm gibi rutin işleyişin olduğu alanlarda bile Türk vatandaşlarının vize almasını zorlaştırmış durumdadır. Daha kötüsü; Avrupa’nın “geri itme” politikasının kurbanları olarak her yıl binlerce mülteci, Ege ve Akdeniz’de trajik şekilde ölmeye devam etmektedir.

Buraya kadar özetlemeye çalıştığımız konu başlıkları, Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin siyasi fotoğrafıdır. Çok açıktır ki Avrupa Birliği, Türkiye’yi Birliğe alma konusunda samimi değildir. Hiçbir zaman da olmayacaktır. Zaten Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinde asıl belirleyici olan siyasi ve ekonomik çıkarlardan ziyade din ve kültür meselesidir. Gerçekte AB üyeliği, hangi dinin, hangi medeniyetin, hangi din mensuplarının daha üstün olduğunu ispatlama çalışmalarıdır. Müslümanlar mı yoksa Hıristiyanlar mı daha üstündür? İslam mı yoksa Hıristiyanlık mı daha üstündür? İslam medeniyeti mi yoksa Batı medeniyeti mi daha değerlidir? Dolayısıyla AB’ye üyelik konusu değerlendirilirken bu temel perspektiften değerlendirilmelidir.

AB’ye üyelik konusunu neden özellikle bu açıdan ele almamız gerektiğini ortaya koymak için bazı Avrupalı yetkililerin geçmişten bugüne neler söylediğine bakalım:

-AB’nin Genişlemeden Sorumlu eski Temsilcisi Verhaugen şöyle demişti: “Sınırlarımızın Ortadoğu’ya komşu olacağını hayal bile etmek istemiyorum.”

-AB Parlamentosu eski Başkanı Nicole Fontain de şöyle söylemişti: “Türkiye’ye ‘evet’ dersek kime ‘hayır’ diyebiliriz?”

-Avrupa Hıristiyan Demokrat Partiler Başkanı Velgen ise “Türkiye’nin Avrupa’da yeri yoktur; çünkü Avrupa’nın kültürel ve insani değerlerine sahip değildir.”

-Avrupa Komisyonunun İç Pazar komiseri Hollandalı Frits Bolkenstein ise şöyle diyor: “Eğer Türkiye AB’ye kabul edilirse, Türklerin 300 yıldan fazla bir zaman önce Viyana önlerinde uğradıkları bozgunun anlamı kalmayacak... Böyle bir gelişmenin gerçekleşeceğini bilemiyorum ama eğer doğru çıkarsa 1683’te Viyana’nın kurtarılışı beyhude olacak... Türkiye’nin girişten önce muazzam değişikliklerden geçmesi, kimliğinin temel bir değişikliğe uğraması gerekir.”

Şimdi, “Türkiye’nin girişten önce muazzam değişikliklerden geçmesi, kimliğinin temel bir değişikliğe uğraması gerekir.” ifadesinin anlamını iyice düşünelim. Bu adam ne demek istiyor? Bizden ne istiyor? Neyi değiştireceğiz? Kullandığımız makine ve teçhizatı mı? Yani teknolojik alanda Batı’nın ulaştığı seviyenin daha da ötesine mi gitmemizi istiyor yoksa başka şeyleri mi? AB değerlerine, uyum yasalarına ve kriterlerine baktığımız zaman, bizden teknolojik alanda herhangi bir ilerleme istemedikleri, fakat hayat tarzı, yaşam biçimini ilgilendiren alanlarda Batı değerlerini, kurallarını gerçekleştirmemizi istedikleri çok açıktır.

Peki, kalkınmanın adresi olarak gösterilerek bizden kendilerine benzememiz istenilen Avrupa toplumunun hali nasıldır? Müslüman olarak böyle bir şeyi temenni etmesek de şu andaki Avrupa toplumunun vakıası ve istatistikler korkunç gerçeği yansıtıyor.

Avrupa’da yayımlanan istatistiklere göre; zina ürünü doğumlar %50’yi aşmıştır. Hatta bu oran, İngiltere’de %75’e kadar çıkmaktadır. Kadınların büyük kısmı tecavüze uğramış ve çocukların büyük kısmı cinsel tacize uğruyor hem de özbeöz velileri tarafından.

İngiltere’de yayımlanan bir araştırma; ülkedeki kadınların %80’inin, 18-24 yaş aralığındakilerin ise %97’sinin kamusal alanda cinsel tacize uğradığını ortaya koydu.[4] Aynı şekilde cinsiyet eşitliğinde zirvedeki İskandinav ülkelerinde tecavüz oranları korkunç seviyelere çıkmış durumdadır.[5] İstatistiklere göre; Almanya’da her yıl 50 bin ile 300 bin arasında çocuk, yakınları tarafından tecavüze uğruyor. 2020 yılında yayınlanan bir rapora göre; Avrupa ülkelerine giden 50 bin mülteci çocuğun kaybolduğu belirtiliyor.[6] Bu çocukların tehlikeli işler ve fuhuş sektöründe çalıştırıldıkları bizzat Avrupalı insan hakları kuruluşları tarafından dile getiriliyor. Sık sık gündeme gelmesine, konuya yönelik çalışmalar ve raporlar hazırlanmasına rağmen çocukların neden ve nasıl kaybolduğuna dair sorular halen yanıtlanmış değil.

Avrupa toplumlarında aileler tamamen parçalanmış vaziyettedir. Babalar, anneler ve çocukları, kardeşler ve kız kardeşler arasında; saygı, sevgi ve merhamet kayboldu. Hatta yaşları ilerlemiş, on binlerce erkek ve kadının sokaklarda yürüdüklerini ve beraberlerindeki köpekleri dost edinerek, parklarda dolaşmayı tercih ettiklerini görmek doğal işlerden oldu. Öyle ki, o köpekler onların meskenlerine, yemeklerine hatta yataklarına ortak oldular. Onların yalnızlıklarında onları teselli edecek tek şey, köpekleri oldu. Zira onlardan her birisi yalnız yaşıyor ve kendilerini teselli edecek bir şeyleri kalmamıştır. Kokuşmuş bir hayat anlayışının en canlı örneğini oluşturan erkek erkeğe, kadın kadına eşcinsel ilişkilerin kanunen serbest bırakılması neticesinde Avrupa toplumu artık yok olmanın eşiğine gelmiştir.

Netice olarak Avrupa, Türkiye toplumuna gösterildiği gibi “üstün bir medeniyet” inşa etmemiştir. Maddi anlamda bir kalkınma gerçekleştirmiş olsa da -ki bu kalkınma İslam beldelerini sömürerek olmuştur- insani, ahlaki ve manevi alanda büyük bir çöküntünün içine girmiştir. Genel özgürlük düşüncesi ile insanı, hayvandan daha aşağı seviyelere düşürmüşlerdir. Temel özgürlüklerin bir parçası olan mülkiyet özgürlüğü düşüncesi, menfaatçiliği bütün işlerde ölçü kabul etmiş ve kapitalist Avrupa, ham madde kaynağı ve pazar oluşturabilmek için bütün dünyayı sömürü alanı olarak görmüştür. Avrupa tarihi katliam, zulüm ve fesat ile yazılmış sömürgecilik tarihidir.

İşte Türkiye yöneticileri tarafından platonik bir aşkla Müslümanlara örnek gösterilen Avrupa’nın çıplak gerçeği budur. Bu gerçek bir şeye işaret edecekse o, kesinlikle ilerleme ve kalkınmaya değil, Avrupa’nın demokratik değerlerinin bozukluğunun ne kadar büyük olduğuna, çürüklüğüne ve pis kokusuna, Avrupa Birliğinin koskocaman bir yalan olduğuna işaret eder. Ona çağıran yöneticiler İslam’a ve Müslümanlara ihanet içinde olup hem dünyada hem de ahirette kaybetmeye mahkumdurlar.

Dolayısıyla halkı Müslüman olan Türkiye’nin yeri kesinlikle Avrupa Birliği veya kafir devletlerin yanı değildir. Türkiye’nin yeri, geçmişte olduğu gibi İslam ümmetinin liderliği olmalıdır. Türkiye’nin muhtaç olduğu kudret; Rabbimizin âlemlere rahmet olarak gönderdiği, insanların sorunlarını köklü bir çözüme ulaştırıp ilişkilerini adil ve sağlıklı bir şekilde düzenleyen İslam akidesinde, o akideye iman eden en hayırlı ümmetin evlatlarının davet ve cihat ruhunda, İslam coğrafyasının yeraltı ve yerüstü zenginliklerinde ve İslam tarihinin altın sayfalarında mevcuttur. Müslümanlar olarak yapmamız gereken, İslam’ın hüküm ve çözümlerini tatbik edecek olan Râşidî Hilâfet’i yeniden kurarak o kudrete, o izzete tekrar sahip olmaktır.

[اَلَّذ۪ينَ يَتَّخِذُونَ الْكَافِر۪ينَ اَوْلِيَٓاءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِن۪ينَۜ اَيَبْتَغُونَ عِنْدَهُمُ الْعِزَّةَ فَاِنَّ الْعِزَّةَ لِلّٰهِ جَم۪يعًاۜ] “Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinenler, onların yanında izzet (güç ve kudret) mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet yalnızca Allah’a aittir.”[7]


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz