Kendi peygamberlerinin diliyle lanetlenen bir kavim olan Yahudiler, gasp
ettikleri mübarek topraklarda 75 yıldır her türlü kötülüğü ve bozgunculuğu yaptılar.
Necis postalları ile Mescid-i Aksa’yı kirlettiler. Filistinli kardeşlerimizi
çocuk, yaşlı, kadın demeden katlettiler. İki milyondan fazla Filistinliyi,
Gazze açık hava hapishanesine hapsedip en basit insani haklardan bile mahrum
ettiler. Dünyanın gözü önünde yaşanan bu zulüm ve katliamlar karşısında artık
canlarına tak eden Filistinli Müslümanlar, zelil bir hayattansa izzetli bir
ölümü tercih ederek, 7 Ekim Cumartesi sabahı “Aksa Tufanı” adını verdikleri bir
harekât ile işgalci Yahudi varlığına karşı saldırı ve kıyama başladılar.
İman silahını kuşanan mücahitler, işgal edilen topraklara motosikletler ile
karadan, paramotorlar ile havadan giriş yaptılar. Mücahitler, mübarek topraklar
üzerinde örülmüş duvarları aştılar, çekilmiş demir telleri yıktılar. Yahudi
varlığının askerî karargâhlarına, hapishanelerine, karakollarına ve stratejik
üslerine saldırdılar. “Demir kubbe” ile güvende olduğunu zanneden korkak
Yahudileri, sokak ve caddelerde yaka paça yakaladılar, yerlerde burunlarını
sürttüler, yüzlerce işgalciyi öldürdüler ve yüzlercesini esir aldılar.
Böylece, 1948 yılından beri Arap yönetimlerin korkaklığından, Türkiye ve
diğer İslâm beldelerindeki yöneticilerin sessizliğinden cesaret alan terör
varlığı “İsrail”in aslında ne kadar güçsüz ve korkak olduğu tüm dünya
tarafından görülmüş oldu. On yıllardır çeşitli kurgu ve toplum mühendisliği
çalışmalarıyla İslâm ümmetine pazarlanan “yenilmez ‘İsrail’”, “dünyayı ‘İsrail’
yönetiyor” gibi sömürgeci Batı menşeli argümanlar, birkaç saat içinde çöktü. Yaşadığı
hezimet dolayısıyla şok yaşayan ve şiddetli bir şekilde sarsılan Yahudi varlığı
ise meselenin varlık-yokluk meselesi olduğunu ilan edip Gazze’ye yönelik topyekûn
katliam hareketi başlattı. Her gün yüzlerce savunmasız Müslümanı, binlerce
tonluk bombalarla katleden “İsrail”in bu saldırılarıyla birlikte Filistin
meselesi tekrar dünyanın gündeminin ilk sırasına yerleşti.
İslâmi beldelerde Müslüman halklar, mücahitlerin zaferini selamlayarak,
Yahudi varlığını tel’in eden gösteriler ve basın açıklamalarıyla meydanlara
indiler, camilerde Filistin halkının zaferi ve kurtuluşu için dualar ettiler. “İsrail”
merkezli firmalara ve “İsrail”in katliamlarına destek açıklaması yapan
şirketlere karşı eşi, benzeri görülmemiş boykot kampanyası başlattılar.
Türkiye’nin dört bir yanında ve diğer İslâmi beldelerde Müslümanlar, Yahudi
varlığına karşı bundan önceki savaşlarda olmadığı kadar tepki göstererek,
orduların harekete geçmesi için yöneticilere çağrıda bulundular. Aynı şekilde
Müslüman âlimler de sorumluluklarını hatırlayarak, İslâmi irade ortaya
koydular. Dünya Âlimler Birliği ilk defa somut İslâmi çözüm üzerinde ittifak
edilen bir fetva yayınlayarak Filistin’in kurtuluşu için Müslümanların
ordularının seferber edilmesinin farziyet olduğunu açıkladılar. Gazze’yi
soykırım ve yıkıma terk etmenin, Allah’a ve Rasulü’ne ihanet sayıldığını, büyük
günahlardan olduğunu bildirdiler. Yani -tabiri caizse- Filistinli
kardeşlerimizin ölümü, İslâm ümmetinin dirilişine vesile oldu.
Hiç şüphe yok ki Filistin ve Mescid-i Aksa, İslâm ümmetinin göz bebeği
olan kutsal bir davadır. Dünyadaki tüm Müslümanların, buranın savunulması ve
kurtarılması noktasında ittifak ettiği ortak bir derttir. İslâm hukukuna göre;
Müslümanlar dinlerinde, kanlarında, ırzlarında ve Allah Azze ve Celle’nin
korunmasını emrettiği diğer yüksek değerler konusunda birbirlerine denk iken, savaşları
ve barışları bir iken, en yakındaki en uzaktakinin yardımına koşmakla sorumlu
tutulmuşken, Filistin’i diğer meselelerden ayrıştıran ve daha önemli hale
getiren, onun İslâm akidesine bağlanmış olmasıdır.
Zira “Filistin” -veya daha özel adıyla “Kudüs”- dediğimizde, Müslümanlar
açısından ilk akla gelen, onun kutsal bir mekân olduğu meselesidir. Nitekim Kur’an-ı
Kerim İsrâ Suresi’nin ilk ayetinin inişiyle birlikte bu meseleyi, İslâm akidesi
ile ilişkilendirmiş yani Kudüs’ün kutsallığı konusunda hükmünü ortaya koymuştur:
[سُبْحَانَ الَّذ۪ٓي اَسْرٰى بِعَبْدِه۪ لَيْلًا
مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَى الْمَسْجِدِ الْاَقْصَا الَّذ۪ي بَارَكْنَا
حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ اٰيَاتِنَاۜ اِنَّهُ هُوَ السَّم۪يعُ الْبَص۪يرُ] “Kulu Muhammed'i bir gece Mescid-i Haram'dan (Kâbe'den)
yola çıkararak, kendisine bazı mucizelerimizi, ayetlerimizi gösterelim diye,
çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya (Kudüs'e) ulaştıran Allah, her
türlü noksanlıktan uzaktır. O her şeyi işiten ve her şeyi görendir.”[1]
Bu ayet, üçüncü mescit yani Medine’de Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi
ve Sellem’in hicretinin ardından inşa edilmiş olan Mescid-i Nebevi henüz
inşa edilmemiş iken inmişti. Rabbimiz Mescid-i Aksa’nın etrafını da mübarek
kıldığını söyleyerek onun kutsiyetine daha bir ayrıcalık katmıştır. Zira ayet, Mescid-i
Aksa’nın İsra hadisesinin varış noktası olarak burayı işaret etmiş, Miraç
hadisesinin gerçekleştiği yani Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in
göğe yükseliş noktasının burası olduğu da hadislerle bildirilmiştir.
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem Medine’de İslâm Devleti’ni
kurduktan dört yıl sonra, Hicri 15-Miladi 636 yılında Ebu Ubeyde RadiyAllahu
Anh komutasındaki İslâm orduları Kudüs’ü kuşattılar. Dönemin halifesi Ömer RadiyAllahu
Anh, Patrik Sophronius’dan Kudüs’ün anahtarlarını bizzat kendi elleriyle
teslim aldı. Ayrıca kutsallığından ötürü Kudüs, kıble Kâbe olarak
değiştirilinceye kadar yaklaşık bir sene on ay Müslümanların kıblesi olmuştur.
Ömer RadiyAllahu Anh Kudüs’ün anahtarlarını teslim aldığında halka,
mabetlerini koruma ve Kudüs’ün güvenliğini sağlamak adına yazılı bir emanname
sunmuştur. Bunun karşılığında Yahudilerden hiçbir kimseye oturma izni
verilmemesi noktasında onlardan söz almıştır. Bölgedeki Hıristiyan sakinleri
cizyelerini ödemek kaydıyla emniyet ve huzur içinde günlük yaşamlarını sürdürdüler.
Bu sözleşme patriklerce de korunmuş ve günümüze kadar gelmiştir.
O günden beri Kudüs/Filistin İslâm toprağı olmuş ve İslâm hükümlerinin
yürürlükte olduğu bir şehir olmuştur. Güvenliği Müslümanlar tarafından
sağlanan, sakinlerinin İslâm tabiiyetini taşıdıkları ve tarih boyunca
Müslümanların canla başla savunageldikleri bir İslâm diyarı olmuştur. Bundan
dolayı kıyamet saati gelinceye kadar herhangi bir işgal durumunda Kudüs’ün
korunması ve savunulması bütün Müslümanlar üzerine farzdır. Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem Mescid-i Aksa’nın kutsallığı hakkında şöyle buyurmaktadır:
[لَا تُشَدُّ الرِّحَالُ إِلَّا إِلَى
ثَلَاثَةِ مَسَاجِدَ: الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ، وَمَسْجِدِي هَذَا، وَالْمَسْجِدِ
الْأَقْصَى] “Şu üç mescit dışında,
başkasına ziyaret için seyahate çıkılmaz: Mescid-i Harâm, şu benim mescidim
(Mescid-i Nebevi) ve Mescid-i Aksâ.”[2]
İşte tüm bu şer’i deliller, tarihi hakikatler ve Osmanlı Hilâfet Devleti’nin
son günlerine kadar süregelen uygulamalar, Kudüs’ü, Mescid-i Aksa’yı ve bir
bütünde Filistin’i diğer İslâmi beldelerden farklı kılmıştır. Büyük İslâm
komutanı, Kudüs fatihi Selahaddin Eyyubi, bu kutsallık nedeniyle Mescid-i Aksa’yı
Haçlı işgalinden kurtarana kadar kendisine gülmeyi yasaklamıştır. Osmanlı Halifesi
Sultan Abdülhamid, bu kutsallık sebebiyle Filistin’den bir parça toprak isteyen
Yahudi heyetine, “Ben Filistin’de tek bir karış bile toprak satamam. Çünkü o
bana değil, ümmete aittir… Yahudiler milyonlarını kendilerine saklasınlar.
Belki bir gün Hilâfet yıkılınca Kudüs’ü tek kuruş dahi ödemeden elde
edeceklerdir. Filistin’den bir karış toprak vermektense, vücudumun lime lime
edilmesine razı olurum…” cevabını vererek Filistin’i hayatı pahasına
savunmuştur.
Filistin’in kutsallığı açısından durum böyledir. Müslümanların orayı
sahiplenmesinin, özel ilgi göstermesinin diğer nedenlerinden biri de mübarek
Filistin beldesinin Allah’ın Kur’an’da lanetlediği Yahudiler tarafından gasp
edilmiş olmasıdır. Yahudilerin Rasulullah’a olan ihanetleri, iman edenlere olan
şiddetli düşmanlıkları, alınlarındaki zillet damgasından dolayı insanlıktan
nasiplenmemiş karakterleri, özellikle de kadın, çocuk demeden Filistinli
Müslümanlara yönelik katliamları, Yahudilerin oradan sökülüp atılması için
Müslümanları Filistin davası etrafında iyice birleştirmiştir. Hatta sadece
Müslümanlar değil dünyada Müslüman olmayan halklar, Yahudilere olan öfkeleri
nedeniyle her zaman Filistin halkını desteklemişlerdir. Nitekim “İsrail”in
Gazze’de yaptığı son katliamlara karşı Amerika ve Avrupa ülkelerinde
yüzbinlerce insan, Filistin halkını destekleyen etkinlikler gerçekleştirdiler.
Halkı Müslüman olmayan bazı ülkeler, “İsrail”le tüm ilişkilerini kestiler.
Yine Filistin’i mazlum coğrafyalardan ayıran diğer bir özellik ise Müslüman
halkının taşıdığı cihat ruhu ve topraklarını savunma konusunda ısrarla
sürdürdükleri direniş iradesidir. Osmanlı Hilâfeti’nin son döneminde İttihat
Terakki’nin ihaneti ve Mustafa Kemal’in Filistin cephesinden çekilmesi
neticesinde 1917’de İngilizler tarafından işgal edildiği andan itibaren başlayan,
1948’de gasıp Yahudi varlığının kurulmasından sonra şiddetlenerek devam eden ve
75 yıldır nesilden nesle tevarüs eden Filistinli Müslümanların direniş
mücadelesi, İslâm ümmetinin saygısını kazanarak, Filistin’i sahiplenme
konusunda her Müslümana ilham kaynağı olmuştur. Filistinli Müslümanlar,
çevresindeki Arap rejimlerinin ve diğer İslâm beldeleri yönetimlerinin
ihanetine rağmen davalarını aynı kararlılıkla sürdürmüşlerdir. Yahudi
varlığının tüm baskı, abluka ve zulümlerine rağmen 7 Ekim sabahı “İsrail”i
hezimete uğratan Aksa Tufanı, bu direniş iradesinin en somut göstergesidir.
Dolayısıyla Filistin Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın mübarek toprak
vasfının hakkını verir bir şekilde hem üzerinde yaşayan halkın direnişi hem de
ümmetin onu sahiplenmesi açısından kalplerdeki ayrıcalıklı yerini her zaman
korumaktadır.
Son olarak belirtmek gerekir ki, bu ayrıcalık elbette diğer mazlum
coğrafyaları ötekileştiren, ihmal ettiren bir ayrıcalık değildir. Zira İslâm
ümmeti tek bir ümmettir ve toprakları da acıları da sevinçleri de tektir. Rasulullah
SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in buyurduğu gibi: [مثَلُ الْمُؤْمِنِينَ فِي تَوَادِّهِمْ وتَرَاحُمِهِمْ وتَعاطُفِهِمْ ،
مَثَلُ الْجَسَدِ إِذَا اشْتَكَى مِنْهُ عُضْوٌ تَداعَى لهُ سائِرُ الْجسدِ
بالسهَرِ والْحُمَّى] "Müminler birbirlerini
sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler.
Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa
ve ateşli hastalığa tutulurlar."[3]
Filistin’e bahşedilen ayrıcalık ise yukarıda ifade ettiğimiz gibi vahiy
yoluyla Rabbimizin verdiği bir ayrıcalıktır. Filistin bizim olduğu gibi işgal
altındaki Keşmir de bizimdir. Yemen bizim olduğu gibi Doğu Türkistan da
bizimdir. Irak ve Çeçenistan da bizimdir. Suriye de bizimdir, Bosna da
bizimdir. Filistin ile birlikte tüm İslâmi beldelerin kafirlerin ve tağuti
rejimlerin tasallutundan kurtarılması ve tek bir çatı altında birleştirilmesi
için çalışmak farzdır. Bu çatı; hiç kuşkusuz Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın
vaadi, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in müjdesi olan Râşidî Hilâfet
Devleti’dir.
Râşidî Hilâfet Devleti kurulduğunda, ilk iş olarak orduların seferber
edilmesiyle gasıp Yahudi varlığı, mübarek Mescid-i Aksa topraklarından sökülüp
atılacaktır. İslâm ümmeti yeniden eski izzet ve şerefini kuşanacak, başta
Roma’nın fethi olmak üzere müjdeden müjdeye, zaferden zafere koşacaktır,
biiznillah. Rabbimizden o günleri yakınlaştırmasını niyaz ediyorum.
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:
[فَإِذَا كَانَتْ بِبَيْتِ الْمَقْدِسِ
فَثَمَّ عُقْرُ دَارِهَا وَإنْ يُخْرِجُهَا قَوْمٌ فَتَعُودُ إِلَيْهِمْ أَبَداً] “…sonra Hilâfet tekrar Kudüs’e döner. Kudüs, Hilâfet’in
yerleştiği evi/makamı olur. Onu sonsuza dek kimse oradan çıkartamayacaktır.”


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış