Tarih boyunca
merhamet ve adaletle üç kıtaya hükmetmiş Osmanlı, dünyanın her neresinde bir
mezalim olduysa oraya yardım elini uzatmaktan asla geri durmamıştır. Bu konuda
dil, din, ırk gözetmeksizin her türlü imkânı seferber eden, hiçbir
fedakârlıktan kaçınmayan bir devletti.
Osmanlı Hilâfet
Devleti bu nedenle “cihanın koruyucusu” anlamına gelen “cihan-penah” olarak
anılıyordu. Öyle ki “Osmanlı” dendiğinde Müslümanlar nezdinde dinin bekçisi,
imanın bekçisi, ırzın ve namusun bekçisi, can ve malın bekçisi, kutsal
beldelerin bekçisi ve Müslümanların kılıcı akla geliyordu. İşte Müslümanlar, bu
kılıcın gölgesi altında sömürgeci kâfirlerin korkusu olmadan uzun seneler emin
ve güvenilir bir hayat yaşadılar. Çünkü onları zulmün ve mezalimin her
türlüsünden koruyacak olan bir kalkanları vardı. Aynen Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’in hadisinde işaret ettiği gibi: “İmam (halife) bir
kalkandır; onunla korunulur ve onunla savaşılır.”
1500’lü yıllarda
sömürgeci Portekiz, Hindistan’a karşı tam bir tehdit unsuru hâline gelmiş,
Hindistan’dan mukaddes topraklara olan hac yolunu da tehdit etmeye başlayınca
Müslümanlar tek çareyi dönemin en güçlü İslam devleti olan Osmanlı’dan yardım
istemekte bulmuştur. Zamanın Halifesi olan Kanuni; Papalığa, Portekiz’e ve
bunların birinci destekçisi olan Alman İmparatorluğu’na karşı cihat ilan
etmiştir. Hindistan Müslümanlarının yardım çağrısına Kanuni Sultan Süleyman,
önce 2000 kişilik ilk donanmayı 1531’de Diu’ya göndererek karşılık vermiş, daha
sonra 1538 yılında Hadım Süleyman Paşa komutasındaki Hilâfet Donanması ile de Hıristiyan
dünyasının Hindistan’a doğrudan müdahalesini önlemiştir.
Endülüs Müslümanları,
1501-1502 yıllarında II. Bayezid’den yardım istediler. II. Bayezid, 1505
yılında Kemal Reis kumandasında bir donanmayı Endülüs Müslümanlarının yardımına
gönderdi. Kemal Reis, İspanya kıyılarını ve Balear Adaları’nı vurdu ve çok
sayıda Müslüman’ı bu mezalimden kurtararak güvenli bir şekilde Kuzey Afrika’ya
taşıdı.
Görüldüğü gibi;
Osmanlı Hilâfet Devleti, okyanus ötesinde zulme maruz kalan Müslümanlar için
ordularını harekete geçirmede bir an bile tereddüt etmemiştir. Çünkü Osmanlı,
dış siyasetini Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın; [وَاِنِ
اسْتَنْصَرُوكُمْ فِي الدّ۪ينِ فَعَلَيْكُمُ النَّصْرُ] “Sizden, dinlerini korumak için yardım
isterlerse kardeşlerinize yardım etmeniz üzerinize vaciptir!” ayeti üzerine
temellendiriyordu.
Müslümanların hamisi
Osmanlı bu koruma ve kalkan görevini sadece Müslümanlar için değil, her nerde bir
mazlum toplum ve zulme uğramış birisi varsa onun için de yapıyordu.
Bugün; Müslümanlara
zulmeden, İslam’ın tüm şiarlarına savaş açan Fransa’nın, İspanya ile yaptığı
savaşta esir olan Kral’ı, Osmanlı Sultanı Kanuni Sultan Süleyman'dan kendisini
kurtarması için yardım istemiş, Sultan Süleyman da 1526 yılında kendisine yardım
edeceğine dair bir mektup göndermişti. Böylece, o dönem, Osmanlı Devleti'nin
desteğini alan Fransa, İspanya istilasından kurtulmuştu.
Yine İsveç, 1742
yılında Rusya karşısında zor durumda kalmış ve İsveç'in imdadına Osmanlı Sultanı
I. Mahmut yetişmişti. Osmanlı Devleti'nin yardımı üzerine İsveç Kralı, Osmanlı
sultanının rızası dışında hareket etmeyeceğini mektubunda belirtmişti.
Bu hamilik ve kalkan
görevini Osmanlı, 3 Mart 1924 yılına yani Hilâfet yıkılıncaya kadar sürdürdü. Hilâfet’in
yıkılmasıyla beraber Osmanlı enkazı üzerine kurulan yeni Cumhuriyet, “yurtta
sulh cihanda sulh” anlayışı ile hareket ederek dünyada mezalime uğrayan
Müslümanların imdadına koşmaz oldu. Müslümanların yardım çığlıklarına karşı
kulaklarını tıkadı. Ulus-devlet anlayışı içerisinde politikalar benimsedi. Dış
siyasetini bu eksen üzerine kurdu. Hâlbuki Osmanlı Hilâfet Devleti, Allah Subhanehu
ve Teâlâ’nın yüce kitabında “ancak Müslümanlar kardeştir” ayetini ya
da Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in “Müslüman Müslümanın
kardeşidir. Ona zulmetmez ve onu düşmanına teslim etmez” hadisini kendisine
düstur edinerek hüküm sürdüğü yıllar boyunca Müslümanlara yönelik nerede bir
mezalim varsa anında müdahale etti. O mezalimi kökünden söküp atmak için
ordularını göndermede bir an bile tereddüt etmedi.
Fakat bugün Müslüman kardeşlerinin
yardımlarına icabet etmeyen Türkiye Cumhuriyeti, bugün maalesef sömürgeci
Batılı devletlerin talepleri doğrultusunda orduları yürütmekten çekinmemektedir.
Roller değişti; bugün Türkiye, dünyanın birçok beldesinde zulme ve katliama
uğrayan Müslümanların değil sömürgeci kâfir devletlerin işlerini yürütür bir
duruma geldi.
Meclis'ten 71 Yılda
76 Yurt Dışına Asker Gönderme Tezkeresine İzin
Türkiye’deki
iktidarlar, sömürgeci Batılı devletleri razı ve memnun etmek ve işgallerini
meşrulaştırmak adına, BM veya NATO şemsiyesi altında yurt dışına asker gönderilmesi
için 76 kez izin verdi. TSK, bugüne kadar geçen tezkerelerle başta Kore olmak
üzere Kıbrıs, Filistin, Somali, Bosna Hersek, Afganistan, Irak, Suriye, Libya
ve Azerbaycan'ın arasında bulunduğu birçok ülkeye asker gönderdi.
1950: Türkiye’nin
Kore’ye Asker Göndermesi
Türkiye, 1950 sonrası
dönemde ilk kez hiç tanımadığı bir coğrafyada bulunan Kore’ye asker gönderdi.
Sırf Amerika istedi diye ordu büyük bir maceraya atıldı. Sömürgeci kâfir
devletler sırf kendi çıkarlarını ve askerî hedeflerini gerçekleştirmek adına,
halkı Müslüman olan ülkelerin ordularını bir aparat ve taşeron olarak
kullanmaktan geri durmadı. Nitekim George Soros, 2002’de, Sabancı Üniversitesi’ndeki
konferansında “Türkiye’nin en iyi ihracat ürünü, ordusudur.” demişti.
Yine aynı şekilde ABD eski Savunma Bakanı John Dulles, Kore Savaşı sırasında, “Müttefik
güçler, en ucuz askeri, Türkiye'den temin ediyor; bir Türk askerinin maliyeti
23 cent'e denk geliyor.” demişti. Aynı şeklide “1 Mart tezkeresi”
döneminde, Hürriyet gazetesi şöyle bir haber yayımlamıştı: “Amerikan ordusu
Afganistan’daki bin askeri için ayda 28 milyon dolar harcıyor, bin Türk askeri için
4.5 milyon dolar harcanıyor. Türkiye aynı görevi altı kat ucuza yapıyor.
Türkiye’nin Irak’a 10 bin asker göndermesi, ABD için her ay 240 milyon dolar
tasarruf demek.”
2009 yılında,
Amerikan eski Başkanı Reagan, hatıralarını anlattığı “Reagan Günceleri” isimli
kitabının bir bölümünde, Turgut Özal’la çok iyi şekilde anlaştıklarını
belirterek şöyle diyordu: “Türkiye, güvenliğimizin bir parçası, bir Türk
askeri yılda 6 bin dolara mal oluyor, şayet onu bir Amerikan askeriyle
değiştirmeye mecbur kalırsak, maliyet 90 bin dolara çıkıyor.” Görüldüğü
üzere Amerika, kendi askeri yerine Türk askerini bir yakıt olarak gönderiyor ve
bu duruma Türkiye iktidarları tarafından göz yumuluyordu.
1974: Kıbrıs Barış
Harekâtı
Türkiye bu defa da Hilâfet’i
yıkan diğer bir sömürgeci ve işgalci olan İngilizlerin yeşil ışık yakmasıyla
1974 yılında Kıbrıs’a askerî operasyon düzenledi. Türkiye’deki iktidar
sahipleri, Cumhuriyet’in kuruluşundan bugüne kadar her daim sömürgeci
kâfirlerin istek ve talepleri doğrultusunda hareket etmişler, onlar istedikleri
zaman ordu göndermişler, sair zamanda ise ordularını kışlalara hapsetmişlerdir.
Bosna Hersek'ten
Afganistan'a
Türk askeri, Körfez
Krizi sonrasında dünyanın farklı köşelerindeki savaş ortamlarında görev aldı.
Bu amaçla TBMM'nin izniyle Türk askeri, Bosna-Hersek'ten Afganistan'a kadar
geniş bir coğrafyada görev yaptı. Hükümetler; Aralık 1992'de iki ayrı
tezkereyle Somali ve Bosna Hersek'e, Şubat 1997'de “İsrail”-Filistin çatışmalarının
yaşandığı El-Halil'e, Nisan 1997 ve Temmuz 1998'de Arnavutluk'a, Ekim 1998'de
Kosova'ya, Ekim 2001'de Afganistan'a asker gönderdi. Yine Lübnan’a BM Geçici
Görev Gücü (UNIFIL) kapsamında orduyu gönderdi.
Yine TSK deniz
unsurlarının, Aden Körfezi, Somali karasuları ve açıkları, Arap Denizi ve
mücavir bölgelerde görevlendirilmesi için Şubat 2009’da asker gönderildi.
Türkiye, BM Güvenlik
Konseyi kararları çerçevesinde, Libya'da -sözde- istikrar ve güvenliğin yeniden
tesisine yönelik uluslararası çabalara çok boyutlu katkıda bulunmak üzere Ocak
2020’de TSK'nın yabancı ülkelere gönderilmesine izin verdi.
Türk Askeri, Mali ve
Orta Afrika'da
Türk ordusu, 2014’te
BM kapsamında birçok ülke ve coğrafyadaki faaliyetlerine Mali ve Orta Afrika
Cumhuriyeti'ni de ekledi. BM'nin, Mali ve Orta Afrika Cumhuriyeti'nde icra ettiği
harekât ve misyonlar kapsamında yurt dışına asker gönderdi. Aynı şekilde Kasım
2020 tarihli kararı ile TSK'nin, "Türkiye Cumhuriyeti ile Azerbaycan
Cumhuriyeti Arasında Stratejik Ortaklık ve Karşılıklı Yardım Anlaşması
hükümlerinden kaynaklanan taahhütleri yerine getirmek, ateşkesin tesisi,
ihlallerin önlenmesi, bölgede barış ve istikrarın sağlanması amacıyla hudut,
şümul, miktar ve zamanı Cumhurbaşkanınca takdir ve tayin olunacak şekilde,
Ortak Merkezin görevlerinin ifası yönünde hareket etmek" üzere yabancı
ülkelere gönderilmesine izin verdi.
TSK, Kuzey Irak’a
sınır ötesi askerî operasyonlarının yanı sıra Suriye’ye de askerî operasyonlar
gerçekleştirdi. Suriye'ye ilk harekâtı Şah Fırat Operasyonu ile 22 Şubat
2015'te gerçekleştirdi. Bunu sırasıyla 2016 yılında Fırat Kalkanı Harekâtı,
2017 İdlib operasyonu, 2018 Zeytin Dalı Harekâtı, 2019 Barış Pınarı Harekâtı
takip etti. Türkiye, Amerikan planları, talepleri ve izni doğrultusunda bu
askerî operasyonları gerçekleştirirken diğer yandan Suriye’de Banyas halkının
ileri gelenleri bir mektupla o dönem başbakan olan Erdoğan’dan yardım
istemişlerdi. Söz konusu mektupta; “Sizden, Banyas ili ve çevre köylerindeki
kardeşlerinizin içinde bulunduğu kan gölüne ‘dur!’ demenizi rica ediyoruz.
Suçları ‘Allah… Suriye… Özgürlük…’ demekten başka bir şey olmayan
kardeşlerinizin bugün El-Beyda kasabasının caddelerinde ve sokaklarında dökülen
kanlarının yüzü suyu hürmetine kuşatma ve katliamı durdurmak için zat-ı âlilerinizi
acilen müdahale etmeye çağırıyoruz!” demişlerdi. Peki, Erdoğan
Müslümanların bu yardım çağrısı karşısında ne yaptı? Her zaman yaptığı gibi
cılız kınama açıklamaları ile yetindi. Müslümanların çağrılarına icabet etmedi.
O, soykırım ve katliama son verecek ordularını göndermedi. Fakat aynı Erdoğan,
Amerika’nın talebi doğrultusunda Suriye’deki mücahitlerin direncini kırma adına
az önce zikrettiğimiz askeri operasyonları gerçekleştirmişti.
Böylece Meclis'ten 71
yılda 76 yurt dışına asker gönderme tezkeresine izin çıktı.
Tüm bunlara ek olarak
başta Irak, Suriye ve Katar olmak üzere Türkiye’nin Asya, Afrika ve Avrupa
olmak üzere üç kıtada 10’dan fazla ülkede askerî varlığı bulunuyor.
Fakat Türkiye, bölgedeki
çıkarları için ordusunu Amerika’nın emrine amade kılarken, her fırsatta ordunun
büyüklüğü ile övünen iktidar bugün, Gazze’de büyük bir katliam ve soykırım yaşayan
Filistinli kardeşlerinin yardım çığlıklarını duymazlıktan geliyor. Amerika’nın
talepleri doğrultusunda Ukrayna’ya askerî ekipman, İHA ve SİHA’larını gönderen
Türkiye, işgalci gasıp Yahudi varlığının Gazze ve Filistin’in diğer
bölgelerinde sistematik bir şekilde uyguladığı mezalim, katliam ve soykırıma
son verecek olan ordularını Aksa’ya göndermedi.
Sadece Aksa’ya mı?
Amerika, Irak’ta ve
Afganistan’da büyük bir katliama imza atarken; Rusya, Orta Asya, Kafkaslara ve
Suriye’ye saldırırken; Hindu müşrikleri, Keşmir’de Müslümanlara yönelik büyük
bir mezalim gerçekleştirirken; Çin, Doğu Türkistan’da asimilasyon ve sistematik
bir soykırım gerçekleştirirken; Sırp kasapları, Bosna ve Kosova’da uzun yıllar
Müslümanları katlederken bu yöneticiler, her zaman yaptıkları gibi estiler,
gürlediler fakat bir türlü yağmadılar. Müslümanlara dönük tüm bu katliamları,
tribünden maç seyreder gibi seyrettiler. Üç maymunu oynadılar. Tüm bu mezalim
karşısında sadece cılız açıklama yapmakla yetindiler. Sömürgeci kâfirler için
ordularını harekete geçiren bu yöneticiler, Müslümanların izzeti ve şerefi,
namusu ve ırzları söz konusu olduğunda Allah için, Rasulü için, Müslümanlar
için ordularını maalesef seferber etmediler. Bilakis onların işgallerini
güvence altına almak ve meşrulaştırmak için askerlerini seferber ettiler. Hatta
bununla da yetinmeyip daha da ileri giderek işgalci kâfirlerin Müslümanları
katleden NATO ve BM gibi paktlarında yer aldılar. Müslümanların safında değil
kâfirlerin safında yer almayı tercih ettiler. İslam beldelerinin sömürgeci
kâfirler tarafından daha kolay bir şekilde işgal edilmesi ve daha kolay bir
lokma haline getirilmesi için onlara askerî destek verdiler. Sömürgeci Batılı
devletlerin güdümünde olan bu yöneticiler, sömürgeci kâfirlerin İslam
beldelerinde varlıklarını ve çıkarlarını korumak adına kendilerini ve
ordularını sömürgeci kâfirlerin emrine amade kıldılar.
Bununla birlikte
yaklaşık 1400 yıldır İslam’ın tarihî sürecine baktığımızda; devlet başkanları/halifeler,
kâfirler tarafından Müslümanlara yapılan saldırılara, katliamlara ve ihanetlere
onların saflarında yer alarak, cılız kınama mesajları yayımlayarak, onlar adına
konferanslar ve siyasi oturumlar düzenleyerek değil bilakis cihat aşkı ile
tutuşan ordularıyla/güçle karşılık vermiştir. Müslümanların ırzları, namusları
ve kutsallarını korumak söz konusu olduğunda ordularını asla kışlalara
hapsetmemişlerdir. Sömürgeci kâfire had bildirmek için anında ordularını
harekete geçirmişlerdir. Bugün olduğu gibi Müslümanları yalnızlığa ve
çaresizliğe asla terk etmemişlerdir. Zilleti asla kabul etmemişlerdir.
Dolayısıyla bugün
yapılması gereken; geçmişte olduğu gibi kâfire had bildiren izzetli ve şerefli
halifelerin ve ordu komutanlarının şanlı yolunu takip etmektir. Başta Amerika
olmak üzere mübarek toprakları işgal eden gasıp Yahudi varlığını ve diğer
sömürgeci devletleri, havucu topraktan söker gibi İslam beldelerinden tüm
kökleriyle beraber sökecek olan orduların seferber edilmesidir.
[وَمَا لَكُمْ
لَا تُقَاتِلُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَالْمُسْتَضْعَف۪ينَ مِنَ الرِّجَالِ
وَالنِّسَٓاءِ وَالْوِلْدَانِ الَّذ۪ينَ يَقُولُونَ رَبَّنَٓا اَخْرِجْنَا مِنْ
هٰذِهِ الْقَرْيَةِ الظَّالِمِ اَهْلُهَاۚ وَاجْعَلْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ
وَلِيًّاۚ وَاجْعَلْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ نَص۪يرًاۜ] “Size ne oldu da Allah yolunda ve ‘Rabbimiz,
bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize
katından bir yardımcı yolla!’ diyen çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar
uğrunda savaşmıyorsunuz?” [Nisa Suresi 75. Ayet]


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış