HİLÂFET DÜNYADAKİ DENGELERİ NASIL DEĞİŞTİRECEK?

Yusuf Yavuzkan

İslâm, hayatın her alanına ilişkin fıtrata uygun, aklı ikna eden ve kalbi mutmain kılan, insanlığa huzur, mutluluk ve güvenlik sağlayan, karanlıkları parçalayıp beşeriyeti aydınlığa kavuşturan nizamlar, hükümler ve çözümlere sahip kapsamlı bir ideoloji olarak, hâkim olduğu her yerde ve her zaman diliminde karşı konulamaz bir güç kaynağı olmuştur. İslâm ideolojisini benimseyip ahkamını bir bütün olarak adaletle uygulayan devletler; tarih boyunca güçlü ve lider olmuş, cihat ve fetihler yoluyla İslâm topraklarını genişletmiş, İslâm davetini tüm dünyaya taşıyarak fethettiği toprakları imar ve ihya etmiştir. İslâm ahkamını adaletle uygulamakta acizlik, gevşeklik ve sorumsuzluk gösteren zalim yöneticilerin iktidarda olduğu dönemlerde ise tersine bir durum yaşanmıştır. Tarih boyunca inişli-çıkışlı süregelen bu devridaim, hakimiyeti sürdüğü sürece İslâm’ın dünyaya liderlik etmesine mâni olmamıştır. Emevî halifelerinin baskıcı dönemlerinden sonra Halife Ömer bin Abdulaziz ile yeni bir yükseliş ve yeniden toparlanma süreci başlamıştır. Müslümanların zafiyeti sonucu kaybedilen Kudüs, yaklaşık bir asır Haçlıların işgalinde kaldıktan sonra, İslâm’ı yüceltmek için harekete geçen Müslüman liderler sayesinde yeniden İslâm ile hayat bulabilmiştir. Moğol istilaları, Haçlı seferleri, Safevi saldırıları, Rus saldırıları gibi birçok kriz dönemlerinde gerileme, duraklama veya yenilgi yaşanmış olsa da Müslümanlar, İslâm’a yeniden sarıldıkları sürece kısa sürede ayağa kalkmayı başarmıştır. Fakat 15. Yüzyıldan itibaren Avrupalı ​​güçlerin sömürgeciliği, Afrika, Avrupa, Orta Doğu ve Asya'daki Müslüman çoğunluklu toplumları derinden etkileyip İslâm’dan uzaklaşmalarına neden olmuştur. O dönemde “Avrupa mucizesi” veya “büyük ayrışma” olarak tanımlanan, gerçekte modern sömürgeciliğin başlangıcını ifade eden süreçte Müslüman halklar, maddi ve manevi yönden bir gerileme, ardından yıkım sürecine girmiş, nihayetinde 6 asırlık Osmanlı Devleti tarih sahnesinden silinmiş ve temsilcisi olduğu Hilâfet, bir çırpıda kaldırılmıştır.

Bugün de İslâm ümmeti, tarihteki birçok çalkantılı dönem gibi bir çöküş ve hezimet dönemi yaşıyor. Fakat bugünü, geçmişteki krizlerden ayırt eden faktör, Müslümanları birleştiren bir gücün, yani Hilâfet’in olmayışıdır. Tarih boyunca Hilâfet, İslâm ümmetinin toprakları, halkları ve imkanları için birleştirici bir güç olmuştu. Bugün Hilâfet’in yokluğuyla birlikte İslâm topraklarının 50 küsur devletçiğe parçalanmış olması, daha da ötesi küresel sömürgecilik sisteminin şiddetli sömürüsü, işgali ve saldırısı altında olması, ümmeti adeta felç etmiştir. Suriye’de yaklaşık bir milyon Müslüman katledilip yerinden edilirken, bugün Gazze’de on binlerce Müslüman vahşice bombalanırken, Uygur Müslümanları Çin işkencesi altında acımasızca ezilirken tüm dünyanın, bilhassa Müslüman halkların aciz, zavallı ve çaresiz bir şekilde izlemekten başka hiçbir şey yapamamasının nedeni budur.

14 asırlık ihtişamlı bir tarihe sahip İslâm ümmeti bugün yine, eskiden olduğu gibi dünyanın süper gücü haline gelebilecek lider bir devlet olma potansiyeline sahiptir. Sömürgeci Batılı devletler ve coğrafyamızdaki uzantılarının tüm siyasi, fikrî ve kültürel saldırılarına rağmen İslâm ideolojisi sapasağlam ve eksiksiz kalmayı başarmıştır. İslâm ümmetinin akide, muamelat, ibadet, ukubat ve ahlak esasları yönünden berrak bir altyapısı vardır. Hilâfet Devleti’nin temeli, anayasası, yönetim, ekonomi, maliye, dış siyaset, harp siyaseti, eğitim ve sağlık siyaseti, tarım ve sanayi siyaseti, çevre, bilim ve teknoloji siyaseti, içtimai nizam gibi tüm fikrî, fıkhi ve kültürel bileşenleri mevcuttur. Kısacası; İslâm hadaratının tarih boyunca beşeriyete kazandırdığı ilim, kültür, sanat, icatlar, keşifler ve bilimsel katkıların haricinde İslâm nizamlarının bir anda ve bir bütün olarak uygulanabilmesini sağlayacak tüm teorik gereksinimleri halihazırda mevcuttur. Geriye sadece İslâm ümmetinin potansiyel güç kaynaklarını ve imkanlarını ortaya koymak ve Hilâfet’in ikamesi için bir an evvel harekete geçmek kalmıştır.

Günümüzde Müslümanların nüfusu, -2023 yılı itibariyle- 2 milyarı aşarak dünya nüfusunun yaklaşık %25’ine yaklaşmış durumda. Aynı akideye inanan, aynı ahkamı benimseyen, aynı hedefi gerçekleştirmek isteyen böylesi büyük bir ümmetin, -coğrafi mesafelerden dolayı tamamı olmasa da büyük bir çoğunluğunun (örneğin; sadece MENA/Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesi)- tek bir liderlik çatısı altında birleşmesi, nüfus bakımından Çin ve Hindistan’ın ardından dünyanın en büyük üçüncü devletinin ortaya çıkması anlamına gelecektir. Ayrıca İslâm, dünyanın en hızlı büyüyen dini konumunda (%1,84). Nüfus projeksiyonlarına göre; 2060 yılına kadar dünya nüfusu %32 artarken Müslüman nüfusunun %70 oranında artarak 3 milyarı aşacağı öngörülüyor. Buna göre; şu anda dünya nüfusunun yaklaşık 1/4’i olan Müslümanların, 1/3’i düzeyine yükseleceği anlamına geliyor. Üstelik bu artış, yalnızca doğum oranlarıyla değil aynı zamanda İslâm’a geçen gayrimüslimlerin sayısıyla da bağlantılı. Şu anda nispeten düşük olan bu oranın, Hilâfet Devleti’nin kurulmasıyla birlikte muazzam bir ivme kazanacağına şüphe yok.

Müslümanların nüfusunun, Ortadoğu’nun %91’i, Orta Asya’nın %89’u, Güneydoğu Asya’nın %40’ı, Güney Asya’nın %31’i, Afrika’nın %55’ini teşkil ettiği dikkate alındığında, Hilâfet Devleti dünyanın en stratejik coğrafyası üzerinde kurulmuş olacaktır.




Malezya ile Endonezya arasında bulunan ve Güney Çin Denizi ve Pasifik Okyanusu'nu Hint Okyanusu'na bağlayan Malakka Boğazı’ndan yılda yaklaşık 100 bin gemi geçiyor ve dünya ticaretinin %40’ını kontrol ediyor. Basra Körfezi çıkışındaki Hürmüz Boğazı’ndan dünya petrol üretiminin yaklaşık %18’i ve LNG üretiminin %35’i geçiyor. İspanya ile Fas arasındaki Cebelitarık Boğazı’ndan yılda yaklaşık 120 bin gemi geçiyor ve dünya ticaretinin yaklaşık %50’sini kontrol ediyor. Yemen ile Cibuti arasında bulunan ve Kızıldeniz’i Aden Körfezi’ne bağlayan Babülmendeb Boğazı’ndan yılda yaklaşık 20 binden fazla ham petrol gemisi geçiyor. Kızıldeniz’i Akdeniz’e bağlayan Süveyş Kanalı; dünya ticaretinin %12’sini, değeri yaklaşık 1 trilyon dolar olan konteyner trafiğinin %30’unu kontrol ediyor. Türkiye’nin İstanbul-Çanakkale Boğazları ise yılda yaklaşık 50 bin geminin ve yaklaşık 2,5 milyon varil petrolün geçişini kontrol ediyor. Görüldüğü gibi; yalnızca bu boğazların kontrolü bile tek başına Hilâfet Devleti’nin dünya ekonomisinin yarısından fazlasını elinde tutacağı anlamına geliyor.

 


 

2010 yılı rakamlarına göre sadece MENA bölgesi, dünya petrol rezervlerinin %60’ına, dünya kanıtlanmış doğalgaz rezervlerinin %45’ine ve dünya maden rezervlerinin %30’una sahip. Dünya toplam enerji üretiminin %83’ü, elektrik üretiminin %60’ı fosil yakıtlara bağımlı olduğundan yalnızca bu İslâm toprakları, dünya ekonomisi açısından hayati önem taşıyor. Bunun farkında olan fosil yakıt fakiri Batılı ülkeler, bağımlılıklarını azaltmak için alternatif enerji kaynakları, yenilenebilir enerji gibi yeni teknolojileri benimsemeye çalışsa da özellikle endüstri sektörlerinin daha uzun yıllar boyunca bu kaynaklara geçiş yapabilmesi, dolayısıyla fosil yakıtlara -yani Müslümanlara- bağımlılıktan kurtulması pek olası görünmüyor. İslâm coğrafyası, maden kaynakları açısından da oldukça zengin durumda. Petrol ve doğalgazın yanı sıra demir, fosfat, alüminyum, uranyum ve kömür kaynakları dünya ekonomisi ve sanayisi için son derece büyük önem taşıyor. 2023 yılı rakamlarına göre; Batılı devletlerin kuklası oldukları halde sadece Körfez bölgesinde 33 milyar dolarlık madencilik projeleri yürütülüyor; 22 milyar dolarlık proje de hazırlık aşamasında. Sadece Türkiye’de, dünya endüstriyel hammadde rezervinin %2,5’i bulunuyor. Dolayısıyla Batı sömürgeciliğinin haritadan silinmesi sonrasında ortaya çıkacak potansiyel, tahayyüllerin ötesinde olacak.

 


 

Tarıma gelince… Dünyada tarım arazisinin 1,5 milyar hektarlık kısmı ekilebilir alandır ve bu alanın büyük kısmı 10 ülkeye aittir. Müslümanların başındaki hain yöneticiler yüzünden, muazzam tarım potansiyeline ve dünya su rezervinin yaklaşık üçte birine sahip İslâm toprakları üzerinde kurulu hiçbir ülke maalesef bunlar arasında yer almıyor. Bu yüzden Hilâfet Devleti’nin öncelikli siyasetlerinden biri, tarım üzerine odaklanmak olacak; böylece hem kendi kendine yeterlilik kazanarak dışa bağımlılıktan kurtulacak hem de günümüzde insan sağlığını ciddi ölçüde tehdit eden genetiği değiştirilmiş gıda, hormon kullanımı ve benzeri sorunlara karşı gıda güvenliğini temin edecektir. Hayvancılık, balıkçılık, tohumculuk, tarımsal ve hayvansal üretim teknolojileri ve AR&GE çalışmaları da bu kapsamlı planın vazgeçilmez ayakları olacaktır.

Sanayiye gelince… Hilâfet Devleti’nin dış politikasının temeli harp sanayisidir. Harp sanayisi, ağır sanayi gerektirir. Ağır sanayi, bugün tasavvur edilenin aksine “fabrika üreten fabrikalar” demektir. Günümüzde halkı Müslüman ülkelerde bu anlamda ağır sanayi, nükleer teknoloji ve yüksek teknoloji gerektiren üretim yoktur. Hilâfet Devleti’nin en önemli önceliklerinden biri, ağır sanayi hamlesi olacaktır. Zira bu, sömürgeci devletlerin tekellerinde tuttukları, diğer dünyayı kendilerine bağımlı hale getirdikleri stratejik bir alandır. Makine sanayi, madencilik, metalurji, enerji, savunma sanayi ve kimya endüstrisi gibi alanlarda üretim, -halihazırda mevcut olsa da- Müslümanları dışa bağımlılıktan kurtarmaktan uzaktır.

Modern savunma sanayileri, askerî platformları geliştiren bir dizi ana sanayiden ve askerî platformları oluşturan bileşenleri ve parçaları geliştiren büyük bir destek sanayisinden oluşmaktadır. Hilâfet’in savunması için ihtiyaç duyulan havacılık ve uzay, denizcilik, elektronik sistemler, yarı iletken teknolojisi, nükleer teknoloji, otomobil ve bilgi teknolojisi gibi temel ve kritik endüstrileri geliştirmek için bir acil eylem planı uygulaması gerekecektir.

Hem Pakistan hem de Türkiye, İslâm dünyasında havacılık ve uzay konusunda en gelişmiş kabiliyetlere sahip ülkelerdir. Her iki ülke de şu anda kendi savaş uçaklarına sahip olmamakla birlikte, her ikisi de nihayetinde kendi savaş uçaklarını üretmek ve diğer ülkelerle ortaklaşa kendi jetlerini inşa etme kabiliyetine sahip olmak için programlar başlatmıştır. Her iki ülke de kompozit malzemeler ve uçak gövdeleri için kompozit kaplamalar üretme konusunda deneyim sahibidir. Türkiye bunu bir adım öteye taşıyarak 2025 yılına kadar ilk yerli savaş uçağını üretmeyi hedefliyor. Türkiye'nin havacılık firması Tusaş, F-16'nın yapımında yer almıştır ve F-35'in aviyonikleri de dahil olmak üzere bir dizi gelişmiş savaş uçağı bileşeninde deneyime sahiptir. İslâm dünyası, kendi savaş uçağını henüz üretememiş olsa da revizyon, tasarım, bakım ve onarım konusunda temel deneyime sahiptir.

Denilebilir ki; “özellikle harp sanayi ve ileri teknoloji gerektiren ağır sanayi sektörleri, uzun yıllar süren bilgi, deneyim, maliyet ve teknoloji gerektirirken Hilâfet bunlara nasıl sahip olacak?” Askerî platformlar pahalı bir sektör olduğu için Batılı ülkeler askerî platformlarını ihraç etmek için birbirleriyle rekabet etmektedir. Bunun bir sonucu olarak dünyadaki askerî güçlerin çoğu, savaş uçakları, denizaltılar ya da savaş gemileri gibi üretimlerde Batılı askerî platformlarına dayalıdır. Sovyetler Birliği'nin 1950'li ve 1960'lı yıllardan kalma askerî platformları hâlâ dünyadaki birçok ordunun büyük bölümünü oluşturmaktadır. Körfez ülkeleri ve Suudi Arabistan, gelişmiş askerî platformlara sahipken Pakistan, Mısır ve Türkiye'nin askerî platformları büyük ölçüde eski platformlardan ve bazı modern platformlardan oluşmaktadır. Bunların çok azı İslâm topraklarında üretilmektedir. Hilâfet kurulduğunda belirli bir askerî ve ekonomik kabiliyete ihtiyaç duyacaktır. Askerî kabiliyeti arttıkça, ekonomisi geliştikçe ve başta Batılı ülkeler olmak üzere dünya devletlerinin Müslümanların kaynaklarına bağımlılığı arttıkça Hilâfet Devleti, ileri teknolojiye sahip kapitalist devletler arasındaki rekabeti avantaja dönüştürmeyi başaracaktır. Dolayısıyla Hilâfet’in ihtiyaç duyacağı şey, gelişmiş savunma sanayisinden ziyade ekonomik güç ve askerî kabiliyettir. Gelişmiş savunma sanayileri, askerî kabiliyet arayışının bir sonucudur.

İşte Hilâfet Devleti; -yaş ortalaması yaklaşık 25-30 arası olan genç ve dinamik nüfusuyla, Allah’ın izniyle üzerinde kurulacağı coğrafyanın müthiş avantajıyla, dünya ticaretini ve mal sevkiyatını kontrol edebileceği stratejik denizleri, boğazları ve kanallarıyla, planlamasını şimdiden hazırladığı ekonomik kalkınma hamlesi dahilinde şaha kaldıracağı tarımı, hayvancılığı ve balıkçılığıyla, sahip olduğu muazzam yeraltı ve yerüstü kaynakları, stratejik madenleri, petrol, doğalgaz ve kömür rezervleriyle, başlatacağı ağır sanayi ve harp sanayi hamlesi ve ileri teknoloji transferiyle ve daha önemlisi, Batılı devletlerin her yönden bağımlı oldukları, güçlerini, nüfuzlarını, zenginliklerini, kaynaklarını ve insanlarını aldıkları İslâm toprakları üzerindeki kukla iktidarlarını, ajan yöneticilerini, şer üslerini, siyasi, ekonomik ve askerî varlıklarını ortadan kaldırarak küresel sömürgecilik sistemine ağır bir darbe vuracak olmasıyla ve çok daha önemlisi, İslâm akidesi temelinde adalet, insaf ve merhametle tatbik edeceği İslâm ahkamının gölgesinde mutlu ve izzetli olacak ümmetiyle, davet ve cihat yoluyla tüm dünyaya İslâm’ı taşımasıyla, asla sömürgeci ve işgalci olmayacak fetihleriyle, insanlığın hidayetine vesile olarak, küfrün karanlıklarında boğulmuş zavallı dünya halklarını İslâm’ın aydınlığına çıkarmasıyla- hiç kuşkusuz küresel dengeleri altüst edecek yepyeni bir çağ açacak ve kapitalist küfrün egemen olduğu Ortaçağ karanlığından beter bu zifiri karanlık çağı mutlaka kapatacaktır.

[وَمَا ذٰلِكَ عَلَى اللّٰهِ بِعَز۪يزٍ] “Muhakkak ki bu, Allah için hiç de zor değildir.”[1]

 



[1] İbrahim Suresi 20


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz