İslâm, hayatın her alanına ilişkin fıtrata uygun, aklı ikna eden ve kalbi
mutmain kılan, insanlığa huzur, mutluluk ve güvenlik sağlayan, karanlıkları
parçalayıp beşeriyeti aydınlığa kavuşturan nizamlar, hükümler ve çözümlere
sahip kapsamlı bir ideoloji olarak, hâkim olduğu her yerde ve her zaman
diliminde karşı konulamaz bir güç kaynağı olmuştur. İslâm ideolojisini
benimseyip ahkamını bir bütün olarak adaletle uygulayan devletler; tarih
boyunca güçlü ve lider olmuş, cihat ve fetihler yoluyla İslâm topraklarını
genişletmiş, İslâm davetini tüm dünyaya taşıyarak fethettiği toprakları imar ve
ihya etmiştir. İslâm ahkamını adaletle uygulamakta acizlik, gevşeklik ve
sorumsuzluk gösteren zalim yöneticilerin iktidarda olduğu dönemlerde ise
tersine bir durum yaşanmıştır. Tarih boyunca inişli-çıkışlı süregelen bu
devridaim, hakimiyeti sürdüğü sürece İslâm’ın dünyaya liderlik etmesine mâni
olmamıştır. Emevî halifelerinin baskıcı dönemlerinden sonra Halife Ömer bin
Abdulaziz ile yeni bir yükseliş ve yeniden toparlanma süreci başlamıştır.
Müslümanların zafiyeti sonucu kaybedilen Kudüs, yaklaşık bir asır Haçlıların
işgalinde kaldıktan sonra, İslâm’ı yüceltmek için harekete geçen Müslüman
liderler sayesinde yeniden İslâm ile hayat bulabilmiştir. Moğol istilaları,
Haçlı seferleri, Safevi saldırıları, Rus saldırıları gibi birçok kriz
dönemlerinde gerileme, duraklama veya yenilgi yaşanmış olsa da Müslümanlar, İslâm’a
yeniden sarıldıkları sürece kısa sürede ayağa kalkmayı başarmıştır. Fakat 15. Yüzyıldan
itibaren Avrupalı güçlerin sömürgeciliği, Afrika,
Avrupa, Orta Doğu ve Asya'daki Müslüman çoğunluklu toplumları derinden etkileyip
İslâm’dan uzaklaşmalarına neden olmuştur. O dönemde “Avrupa mucizesi” veya
“büyük ayrışma” olarak tanımlanan, gerçekte modern sömürgeciliğin başlangıcını
ifade eden süreçte Müslüman halklar, maddi ve manevi yönden bir gerileme,
ardından yıkım sürecine girmiş, nihayetinde 6 asırlık Osmanlı Devleti tarih
sahnesinden silinmiş ve temsilcisi olduğu Hilâfet, bir çırpıda kaldırılmıştır.
Bugün de İslâm ümmeti, tarihteki birçok çalkantılı dönem gibi bir çöküş
ve hezimet dönemi yaşıyor. Fakat bugünü, geçmişteki krizlerden ayırt eden
faktör, Müslümanları birleştiren bir gücün, yani Hilâfet’in olmayışıdır. Tarih
boyunca Hilâfet, İslâm ümmetinin toprakları, halkları ve imkanları için
birleştirici bir güç olmuştu. Bugün Hilâfet’in yokluğuyla birlikte İslâm
topraklarının 50 küsur devletçiğe parçalanmış olması, daha da ötesi küresel
sömürgecilik sisteminin şiddetli sömürüsü, işgali ve saldırısı altında olması, ümmeti
adeta felç etmiştir. Suriye’de yaklaşık bir milyon Müslüman katledilip yerinden
edilirken, bugün Gazze’de on binlerce Müslüman vahşice bombalanırken, Uygur
Müslümanları Çin işkencesi altında acımasızca ezilirken tüm dünyanın, bilhassa
Müslüman halkların aciz, zavallı ve çaresiz bir şekilde izlemekten başka hiçbir
şey yapamamasının nedeni budur.
14 asırlık ihtişamlı bir tarihe sahip İslâm ümmeti bugün yine, eskiden
olduğu gibi dünyanın süper gücü haline gelebilecek lider bir devlet olma
potansiyeline sahiptir. Sömürgeci Batılı devletler ve coğrafyamızdaki
uzantılarının tüm siyasi, fikrî ve kültürel saldırılarına rağmen İslâm
ideolojisi sapasağlam ve eksiksiz kalmayı başarmıştır. İslâm ümmetinin akide,
muamelat, ibadet, ukubat ve ahlak esasları yönünden berrak bir altyapısı
vardır. Hilâfet Devleti’nin temeli, anayasası, yönetim, ekonomi, maliye, dış
siyaset, harp siyaseti, eğitim ve sağlık siyaseti, tarım ve sanayi siyaseti,
çevre, bilim ve teknoloji siyaseti, içtimai nizam gibi tüm fikrî, fıkhi ve
kültürel bileşenleri mevcuttur. Kısacası; İslâm hadaratının tarih boyunca
beşeriyete kazandırdığı ilim, kültür, sanat, icatlar, keşifler ve bilimsel
katkıların haricinde İslâm nizamlarının bir anda ve bir bütün olarak
uygulanabilmesini sağlayacak tüm teorik gereksinimleri halihazırda mevcuttur. Geriye
sadece İslâm ümmetinin potansiyel güç kaynaklarını ve imkanlarını ortaya koymak
ve Hilâfet’in ikamesi için bir an evvel harekete geçmek kalmıştır.
Günümüzde Müslümanların nüfusu, -2023 yılı itibariyle- 2 milyarı aşarak
dünya nüfusunun yaklaşık %25’ine yaklaşmış durumda. Aynı akideye inanan, aynı
ahkamı benimseyen, aynı hedefi gerçekleştirmek isteyen böylesi büyük bir
ümmetin, -coğrafi mesafelerden dolayı tamamı olmasa da büyük bir çoğunluğunun
(örneğin; sadece MENA/Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesi)- tek bir liderlik
çatısı altında birleşmesi, nüfus bakımından Çin ve Hindistan’ın ardından
dünyanın en büyük üçüncü devletinin ortaya çıkması anlamına gelecektir. Ayrıca İslâm,
dünyanın en hızlı büyüyen dini konumunda (%1,84). Nüfus projeksiyonlarına göre;
2060 yılına kadar dünya nüfusu %32 artarken Müslüman nüfusunun %70 oranında
artarak 3 milyarı aşacağı öngörülüyor. Buna göre; şu anda dünya nüfusunun
yaklaşık 1/4’i olan Müslümanların, 1/3’i düzeyine yükseleceği anlamına geliyor.
Üstelik bu artış, yalnızca doğum oranlarıyla değil aynı zamanda İslâm’a geçen
gayrimüslimlerin sayısıyla da bağlantılı. Şu anda nispeten düşük olan bu
oranın, Hilâfet Devleti’nin kurulmasıyla birlikte muazzam bir ivme kazanacağına
şüphe yok.
Müslümanların nüfusunun, Ortadoğu’nun %91’i, Orta Asya’nın %89’u,
Güneydoğu Asya’nın %40’ı, Güney Asya’nın %31’i, Afrika’nın %55’ini teşkil
ettiği dikkate alındığında, Hilâfet Devleti dünyanın en stratejik coğrafyası
üzerinde kurulmuş olacaktır.
Malezya ile Endonezya arasında bulunan ve Güney Çin Denizi ve Pasifik Okyanusu'nu Hint Okyanusu'na bağlayan Malakka Boğazı’ndan yılda yaklaşık 100 bin gemi geçiyor ve dünya ticaretinin %40’ını kontrol ediyor. Basra Körfezi çıkışındaki Hürmüz Boğazı’ndan dünya petrol üretiminin yaklaşık %18’i ve LNG üretiminin %35’i geçiyor. İspanya ile Fas arasındaki Cebelitarık Boğazı’ndan yılda yaklaşık 120 bin gemi geçiyor ve dünya ticaretinin yaklaşık %50’sini kontrol ediyor. Yemen ile Cibuti arasında bulunan ve Kızıldeniz’i Aden Körfezi’ne bağlayan Babülmendeb Boğazı’ndan yılda yaklaşık 20 binden fazla ham petrol gemisi geçiyor. Kızıldeniz’i Akdeniz’e bağlayan Süveyş Kanalı; dünya ticaretinin %12’sini, değeri yaklaşık 1 trilyon dolar olan konteyner trafiğinin %30’unu kontrol ediyor. Türkiye’nin İstanbul-Çanakkale Boğazları ise yılda yaklaşık 50 bin geminin ve yaklaşık 2,5 milyon varil petrolün geçişini kontrol ediyor. Görüldüğü gibi; yalnızca bu boğazların kontrolü bile tek başına Hilâfet Devleti’nin dünya ekonomisinin yarısından fazlasını elinde tutacağı anlamına geliyor.
2010 yılı rakamlarına göre sadece MENA bölgesi, dünya petrol
rezervlerinin %60’ına, dünya kanıtlanmış doğalgaz rezervlerinin %45’ine ve
dünya maden rezervlerinin %30’una sahip. Dünya toplam enerji üretiminin %83’ü,
elektrik üretiminin %60’ı fosil yakıtlara bağımlı olduğundan yalnızca bu İslâm
toprakları, dünya ekonomisi açısından hayati önem taşıyor. Bunun farkında olan
fosil yakıt fakiri Batılı ülkeler, bağımlılıklarını azaltmak için alternatif
enerji kaynakları, yenilenebilir enerji gibi yeni teknolojileri benimsemeye
çalışsa da özellikle endüstri sektörlerinin daha uzun yıllar boyunca bu
kaynaklara geçiş yapabilmesi, dolayısıyla fosil yakıtlara -yani Müslümanlara- bağımlılıktan
kurtulması pek olası görünmüyor. İslâm coğrafyası, maden kaynakları açısından
da oldukça zengin durumda. Petrol ve doğalgazın yanı sıra demir, fosfat,
alüminyum, uranyum ve kömür kaynakları dünya ekonomisi ve sanayisi için son
derece büyük önem taşıyor. 2023 yılı rakamlarına göre; Batılı devletlerin
kuklası oldukları halde sadece Körfez bölgesinde 33 milyar dolarlık madencilik
projeleri yürütülüyor; 22 milyar dolarlık proje de hazırlık aşamasında. Sadece
Türkiye’de, dünya endüstriyel hammadde rezervinin %2,5’i bulunuyor. Dolayısıyla
Batı sömürgeciliğinin haritadan silinmesi sonrasında ortaya çıkacak potansiyel,
tahayyüllerin ötesinde olacak.
Tarıma gelince… Dünyada tarım arazisinin 1,5 milyar hektarlık kısmı
ekilebilir alandır ve bu alanın büyük kısmı 10 ülkeye aittir. Müslümanların
başındaki hain yöneticiler yüzünden, muazzam tarım potansiyeline ve dünya su
rezervinin yaklaşık üçte birine sahip İslâm toprakları üzerinde kurulu hiçbir
ülke maalesef bunlar arasında yer almıyor. Bu yüzden Hilâfet Devleti’nin
öncelikli siyasetlerinden biri, tarım üzerine odaklanmak olacak; böylece hem
kendi kendine yeterlilik kazanarak dışa bağımlılıktan kurtulacak hem de
günümüzde insan sağlığını ciddi ölçüde tehdit eden genetiği değiştirilmiş gıda,
hormon kullanımı ve benzeri sorunlara karşı gıda güvenliğini temin edecektir.
Hayvancılık, balıkçılık, tohumculuk, tarımsal ve hayvansal üretim teknolojileri
ve AR&GE çalışmaları da bu kapsamlı planın vazgeçilmez ayakları olacaktır.
Sanayiye gelince… Hilâfet Devleti’nin dış politikasının temeli harp
sanayisidir. Harp sanayisi, ağır sanayi gerektirir. Ağır sanayi, bugün tasavvur
edilenin aksine “fabrika üreten fabrikalar” demektir. Günümüzde halkı
Müslüman ülkelerde bu anlamda ağır sanayi, nükleer teknoloji ve yüksek
teknoloji gerektiren üretim yoktur. Hilâfet Devleti’nin en önemli önceliklerinden
biri, ağır sanayi hamlesi olacaktır. Zira bu, sömürgeci devletlerin
tekellerinde tuttukları, diğer dünyayı kendilerine bağımlı hale getirdikleri
stratejik bir alandır. Makine sanayi, madencilik, metalurji, enerji, savunma
sanayi ve kimya endüstrisi gibi alanlarda üretim, -halihazırda mevcut olsa da-
Müslümanları dışa bağımlılıktan kurtarmaktan uzaktır.
Modern savunma sanayileri, askerî platformları geliştiren bir dizi ana
sanayiden ve askerî platformları oluşturan bileşenleri ve parçaları geliştiren
büyük bir destek sanayisinden oluşmaktadır. Hilâfet’in savunması için ihtiyaç
duyulan havacılık ve uzay, denizcilik, elektronik sistemler, yarı iletken
teknolojisi, nükleer teknoloji, otomobil ve bilgi teknolojisi gibi temel ve
kritik endüstrileri geliştirmek için bir acil eylem planı uygulaması
gerekecektir.
Hem Pakistan hem de Türkiye, İslâm dünyasında havacılık ve uzay konusunda
en gelişmiş kabiliyetlere sahip ülkelerdir. Her iki ülke de şu anda kendi savaş
uçaklarına sahip olmamakla birlikte, her ikisi de nihayetinde kendi savaş
uçaklarını üretmek ve diğer ülkelerle ortaklaşa kendi jetlerini inşa etme
kabiliyetine sahip olmak için programlar başlatmıştır. Her iki ülke de kompozit
malzemeler ve uçak gövdeleri için kompozit kaplamalar üretme konusunda deneyim
sahibidir. Türkiye bunu bir adım öteye taşıyarak 2025 yılına kadar ilk yerli
savaş uçağını üretmeyi hedefliyor. Türkiye'nin havacılık firması Tusaş,
F-16'nın yapımında yer almıştır ve F-35'in aviyonikleri de dahil olmak üzere
bir dizi gelişmiş savaş uçağı bileşeninde deneyime sahiptir. İslâm dünyası,
kendi savaş uçağını henüz üretememiş olsa da revizyon, tasarım, bakım ve onarım
konusunda temel deneyime sahiptir.
Denilebilir ki; “özellikle harp sanayi ve ileri teknoloji gerektiren
ağır sanayi sektörleri, uzun yıllar süren bilgi, deneyim, maliyet ve teknoloji
gerektirirken Hilâfet bunlara nasıl sahip olacak?” Askerî platformlar
pahalı bir sektör olduğu için Batılı ülkeler askerî platformlarını ihraç etmek
için birbirleriyle rekabet etmektedir. Bunun bir sonucu olarak dünyadaki askerî
güçlerin çoğu, savaş uçakları, denizaltılar ya da savaş gemileri gibi üretimlerde
Batılı askerî platformlarına dayalıdır. Sovyetler Birliği'nin 1950'li ve
1960'lı yıllardan kalma askerî platformları hâlâ dünyadaki birçok ordunun büyük
bölümünü oluşturmaktadır. Körfez ülkeleri ve Suudi Arabistan, gelişmiş askerî
platformlara sahipken Pakistan, Mısır ve Türkiye'nin askerî platformları büyük
ölçüde eski platformlardan ve bazı modern platformlardan oluşmaktadır. Bunların
çok azı İslâm topraklarında üretilmektedir. Hilâfet kurulduğunda belirli bir
askerî ve ekonomik kabiliyete ihtiyaç duyacaktır. Askerî kabiliyeti arttıkça, ekonomisi
geliştikçe ve başta Batılı ülkeler olmak üzere dünya devletlerinin
Müslümanların kaynaklarına bağımlılığı arttıkça Hilâfet Devleti, ileri
teknolojiye sahip kapitalist devletler arasındaki rekabeti avantaja dönüştürmeyi
başaracaktır. Dolayısıyla Hilâfet’in ihtiyaç duyacağı şey, gelişmiş savunma
sanayisinden ziyade ekonomik güç ve askerî kabiliyettir. Gelişmiş savunma
sanayileri, askerî kabiliyet arayışının bir sonucudur.
İşte Hilâfet Devleti; -yaş ortalaması yaklaşık 25-30 arası olan genç ve dinamik nüfusuyla, Allah’ın izniyle üzerinde kurulacağı coğrafyanın müthiş avantajıyla, dünya ticaretini ve mal sevkiyatını kontrol edebileceği stratejik denizleri, boğazları ve kanallarıyla, planlamasını şimdiden hazırladığı ekonomik kalkınma hamlesi dahilinde
şaha kaldıracağı tarımı, hayvancılığı
ve balıkçılığıyla, sahip olduğu muazzam yeraltı ve yerüstü
kaynakları, stratejik madenleri, petrol, doğalgaz ve kömür rezervleriyle, başlatacağı ağır
sanayi ve harp sanayi hamlesi ve
ileri teknoloji transferiyle ve daha önemlisi,
Batılı devletlerin her yönden bağımlı oldukları, güçlerini, nüfuzlarını,
zenginliklerini, kaynaklarını ve insanlarını aldıkları İslâm toprakları
üzerindeki kukla iktidarlarını, ajan yöneticilerini, şer üslerini, siyasi,
ekonomik ve askerî varlıklarını ortadan kaldırarak küresel sömürgecilik sistemine ağır bir darbe vuracak olmasıyla ve çok daha önemlisi, İslâm akidesi temelinde adalet, insaf ve
merhametle tatbik edeceği İslâm ahkamının gölgesinde mutlu ve izzetli olacak ümmetiyle, davet ve cihat
yoluyla tüm dünyaya İslâm’ı
taşımasıyla, asla sömürgeci ve işgalci olmayacak fetihleriyle, insanlığın
hidayetine vesile olarak, küfrün karanlıklarında boğulmuş zavallı dünya halklarını İslâm’ın aydınlığına çıkarmasıyla- hiç kuşkusuz küresel dengeleri altüst edecek yepyeni bir çağ açacak ve kapitalist
küfrün egemen olduğu Ortaçağ karanlığından beter bu zifiri karanlık çağı
mutlaka kapatacaktır.
[وَمَا ذٰلِكَ عَلَى اللّٰهِ بِعَز۪يزٍ] “Muhakkak ki bu,
Allah için hiç de zor değildir.”[1]


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış