HİLÂFETSİZ 100 YILDA NELER YAŞADIK VE NELERİ KAYBETTİK?

Muhammed Emin Yıldırım

Sömürgeci kafir İngiltere ve yerli işbirlikçileri tarafından İslâmi hükümlerin hayat sahnesinden kaldırılmasının üzerinden bir asır geçti. Yaşadığımız bu çağda, İslâm ümmeti olarak bizler gözlerimizi Hilâfet’in olmadığı bir dünyaya açtık. Hal böyle olunca Hilâfet’in Müslümanlara sağladığı vahdeti, izzeti, onun dünya üzerindeki liderliğinin etkisini hissedemedik. Dahası 100 yıl boyunca laik rejimlerin Hilâfet’i karalayan siyasi ortamlarının gölgesinde hayatlarımızı idame ettirdik.

Hilâfet’in yıkılmasıyla neleri kaybettiğimizi iyi anlayabilmemiz için geçmişte onun gölgesinde yaşayan Müslümanların neye sahip olduklarını bilmemiz gerekir. Zira bir kişi ya da bir toplum sahip olduğu şeyin değerini, kıymetini, bilmez ve anlamaz ise onu kaybettiğinde yokluğunu hissetmez, yokluğuna üzülmez ve ona yeniden sahip olmak için gayret de göstermez. Bunun içindir ki Allah Azze ve Celle müminlere, birbirlerine öğüt verip hatırlatmayı emretmiş, hatırlatmanın fayda vereceğini bildirmiştir.

Şu bir gerçek ki Hilâfet varken Müslümanlar Rableriyle güçlü ve dinleriyle izzetliydiler. Müslümanlardan bir yönetici herhangi bir söz söylediğinde bu söz dünyanın dört bir tarafında duyulur ve yankı bulurdu, bir iş yaptığında kafirlerin kalplerine korku salardı. Peki ne demek bu? Hilâfet yıkılınca Müslümanlar Rablerini mi unuttular ya da dinlerini mi terk ettiler ki bundan dolayı zayıf düşsünler ve zelil olsunlar? Hayır! Rablerini unutmadılar, dinlerini de terk etmediler ama Allah’ın hükmünün gücü ve İslâm’ın eşsiz çözümlerinden mahrum kaldılar. Çünkü Hilâfet, Allah’ın yeryüzündeki hükmü, “La İlahe İllAllah” sözünün siyasi karşılığıdır. Hilâfet, İslâm’ın yeryüzündeki gücü ve izzetidir! Bu izzet ve güç inişiyle-çıkışıyla, 13 asır boyunca tarihin her tarafını kaplayan bir hakikat olarak kendini göstermiştir.

Lakin Batılı düşünürlerin kilise ve kraliyet zorbalığına karşı gerçekleştirdiği düşünce ve hemen sonrasında ortaya çıkan sanayi devrimleriyle birlikte tarihin akışı değişmeye başladı. Osmanlı Hilâfet Devleti’nin, -Arapçanın ihmali ve içtihadın zayıflaması başta olmak üzere- bir takım fikrî-siyasi zaafları neticesinde ihanetler baş gösterdi ve 3 Mart 1924’te Hilâfet ilga edildi. Ne olduysa bundan sonra oldu. İslâm ümmeti, çok büyük bir sarsıntı yaşadı. İslâm ahkamı terk edilerek sömürgeci Batı’nın kokuşmuş hayat nizamı -özellikle Türkiye’de- birebir kopyalanarak tatbik edilmeye başlandı. Süreç içerisinde İslâm toprakları -50’den fazla parçaya bölünerek- kafirlerin işgal ve sömürüsüne açık hale getirildi. Ümmetin her bir coğrafyası kanayan bir yaraya dönüştü. Hilâfetsiz geçen yüzyılda kaybettiğimiz şeyler o kadar çok, maruz kaldığımız zulümler o kadar büyük ki nereye baksak acı ve elem görüyoruz. Kültür ve haber portallarının tarih köşelerinde her gün Müslümanların yaşadığı işgal ve katliamları okuyoruz. Takvim yaprakları son yüzyıldır, kazandıklarımızı değil kaybettiklerimizi hatırlatıyor.

Hilâfetsiz ne kadar sahipsiz olduğumuzu daha iyi anlamamız açısından son yüzyılda başımıza gelen musibetlerin en sarsıcı olanlarından birkaçını buraya aktarmak istiyorum.

Mescid-i Aksa’nın İşgali ve Yahudi Varlığının Kurulması

Müslümanların ilk kıblesi olan Beytu’l-Makdis’in içinde yer aldığı ve Kur’an-ı Kerim’in İslâm akidesiyle ilişkilendirerek korunmasını farz kıldığı mübarek Filistin beldesi, henüz Hilâfet ilga edilmeden önce, 1917 yılında İngilizler tarafından işgal edildi. Osmanlı’yı Birinci Dünya Savaşı’na sokan Batı hayranı İttihat Terakki zihniyetinin savaş sonrası yurt dışına kaçarak Müslümanları yüz üstü bırakmasıyla İslâm beldeleri kafirlerin tahakkümü altına girmeye başladı. 7. Ordu Komutanı Mustafa Kemal’in Suriye-Filistin cephesinden İngilizlere direniş göstermeden on binlerce esir vererek geri çekilmesiyle ihanet zincirine bir halka daha eklendi ve Filistin beldesi, -ileride Yahudilere peşkeş çekilmek üzere- Osmanlı himayesinden koparıldı. Oysa Osmanlı’nın “hasta adam” denilen son döneminde bile Filistin’in bir karışından taviz verilmemiş, Halife Abdülhamid Han “ümmetin mülküdür” diyerek Filistin’i canı pahasına savunmuştu. Zaman içerisinde İngiltere’nin teşviki ve yardımıyla dünyanın birçok bölgesinden Yahudiler peyderpey Filistin topraklarına yerleştirildi ve nihayetinde 1948 yılında Birleşmiş Milletler kararıyla Yahudi varlığına “devlet” olma hakkı tanındı. İşgalci ve gasıp Yahudilerin Filistin’deki varlığını pekiştirebilmek için hain Arap rejimleri onunla savaşır gibi yaparak üç kez kaybettiler ve Yahudi varlığına birçok yeni toprak ile birlikte “yenilmezlik” unvanı bahşettiler. Böylece arkasına Batılı kafir devletleri alan, etrafını çevreleyen Arap rejimlerin zararından emin olan terör varlığı “İsrail” Mescid-i Aksa üzerindeki necis emellerini uygulamaya koyuldu.

1948 yılında Batı bölgeleri işgal edilen Kudüs kentinin Mescid-i Aksa’nın da bulunduğu doğu kesimi, 1967 yılında Siyonist “İsrail”in işgaline girdi. 1970-72 yılları arasında Mescid-i Aksa’yı çevreleyen surların hemen altında arkeolojik çalışma adı altında tünel kazılarına başlandı. 1974’ten başlayarak 1976’ya kadar süren yeni kazılar ise aralarında; Ubade bin Samit ile Şeddat bin Evs gibi sahabe kabirlerinin de bulunduğu Müslüman mezarlığının yok edilmesi ile devam etti. Ağlama duvarı yönünden kazılarını sürdüren işgalci Yahudiler, 1979 yılında Mescid-i Aksa’yı zemin altından doğu-batı yönünde ikiye böldüler. Yine aynı yıl yapılan resmî açılışla, tünel içinde küçük bir Yahudi ibadethanesi kullanılmaya başlandı.

1982 yılından sonra başlayan ikinci aşama yeni kazı ve yıkım çalışmalarında, çevredeki bazı Arap sakinlerin evleri kamulaştırıldı ya da doğrudan doğruya Yahudi yerleşimcilere verildi. Eylül 2000 tarihinde Ariel Şaron tarafından yapılan provokatif Aksa ziyareti, camiye yönelik en cüretkâr saldırılardan biri olarak tarihe geçti ve Aksa intifadasının başlamasına neden oldu. Bu süreç içinde 5 binden fazla Filistinli kardeşimiz şehit edildi. 2011 yılındaki Arap Baharı süreci ise Yahudi varlığına adeta altın bir fırsat sundu. Olayların trajik boyutlara ulaşması nedeniyle dünya kamuoyunun dikkati farklı önceliklere yönelirken, İslâm dünyasının da kendi içindeki çatışmaları nasıl önleyeceğine odaklanması, Siyonist işgalcilerin Kudüs’e yönelik eylemlerine cesaret verdi.

Gelinen aşamada adım adım Mescit’in içine bile giren işgalci askerler, tüm harem bölgesini kameralarla donatarak ibadethaneyi tam bir hapishaneye dönüştürdü. İçeriye girerken aranan Müslümanlardan “sakıncalı” bulunanlar, ibadetten alıkonulmakta ve Mescit adeta insansızlaştırılmaktadır.[1]

Mescid-i Aksa’ya yönelik altını oyma ve nihayetinde yıkmayı amaçlayan tüm bu sistematik çalışmaların yanında Yahudi varlığı “İsrail”, İslâm beldelerindeki rejimlerle yapılan “normalleşme” anlaşmalarından da cesaret alarak, Filistin halkını her gün keyfe keder katletmeye, evlerini ve arazilerini gasp etmeye, ele geçirdikleri her fırsatta çocuk, kadın demeden Filistin halkını aşağılamaya ve zindanlara doldurmaya devam ettiler. İşte tüm bu zulüm ve ihanetlere bir tepki olarak 7 Ekim’de Gazze’deki mücahitler tarafından Aksa Tufanı harekâtı başlatıldı. Hamas liderlerinden Dr. Sami Ebu Zühri yaşanan durumu; “Eğer Aksa Tufanı harekâtı başlamasaydı, Filistin davası unutulmaya yüz tutacak, Mescid-i Aksa Yahudilerin mabedine dönüşecekti.” cümleleriyle özetliyordu. Hilâfet’in yokluğunda Gazze bugün yıkıma, soykırıma ve açlığa terk edilmiş durumda.

Hama Katliamı

Hilâfetsiz geçen yüzyılda Müslümanların maruz kaldığı katliamların en vahşi olanlarından birisi de; 1982 yılında Suriye diktatörü Hafız Esad tarafından Hama halkına yönelik yapılan katliamdır. Bu katliam neticesinde resmî rakamlara göre; en az 25 bin Müslüman katledildi. 1970 yılında Suriye’de yönetimi ele geçiren Nusayri Hafız Esad rejimi, Yahudilerden eksik bir yanı kalmayacak hatta vahşetin boyutlarında onları geçecek kadar büyük cürümlere imza attı. 2000 yılındaki ölümüne kadar Suriye halkını zulüm, baskı ve işkence ile yönetti. Hafız Esad yönetiminde, 1970’ler ve 1980’lerin başında muhalif grupları, özellikle Müslüman Kardeşleri ortadan kaldırmak için planlanan kanlı eylemlerin en şiddetlisi 2 Şubat 1982’de başladı.

Hama ile ilgili MAZLUM-DER tarafından hazırlanan rapora göre; bu acımasız katliamda tanklarıyla dar sokaklara giremeyen askerî kuvvetler, uzun menzilli bombardıman topları ve tankları kullandılar, helikopterlerle bomba yağdırdılar, şehrin hedef alınan kesimini buldozerlerle yerle bir ettiler. Katliamdan kurtulan bazı Hamalıların anlattığına göre; çürüyen cesetlerin çıkardığı koku, bütün şehri kaplamıştı. Yıkılmış binaların kalıntıları altında, sokaklarda yaralılar ve ölüler bulunuyordu. Askerler tarafından cesetlere bile tecavüz edilmişti. Çatışmalar sırasında Hama dışında olup da ikamet yeri Hama olan birçok kişi infaz edildi. Saldırılar sırasında kentteki camilerin önemli bölümü yerle bir edildi. Hama’da üç ay boyunca ezan sesi duyulmadı. Yapılan tespitlere göre; bombardımanlarda 38 cami ve İslâmi merkez yok edildi.

Tıbbi müdahaleye izin verilmediği için binlerce yaralı ölüme terk edildi. Bazı Hamalı Müslümanlar da toplu mezarlara canlı canlı gömüldüler. Katliamın kurbanları arasında 40 günlük bebekler ve anne karnındaki embriyolar bile vardı. Bebekler, yalvaran annelerinin gözleri önünde balkonlardan aşağı atıldılar. Askerler, hamile bir kadının karnını delerek doğmamış çocuğun ölümüne neden oldular. Birçok çocuk haftalarca süren yiyecek sıkıntısı yüzünden hayatını kaybetti. Dehşetin en şiddetli şekilde yaşandığı Hama’da, çocuklar kendilerini savunabilmek için yaralı askerlerden aldıkları silahları kullanmak zorunda kaldılar. Askerler, mücevherlerini vermeyi reddeden kadınların ellerini kestiler. Birçok kadın, askerler tarafından işkence ve tecavüz edilerek öldürüldü. Kadın ve çocuklara karşı şiddet uygulamayı reddeden askerlerin cezası, ölüm oldu. Yaşlılar da ayrım yapılmaksızın infaz edildiler. Evlatlarını gömmeye çalışan yaşlılar, acımasızca öldürüldüler. Katliamın ardından şehirdeki kadın-erkek oranının değişmesi sonucu aileler geçimlerini sağlamakta zorlandılar. Askerler tarafından yağmalanan mağazalar daha sonra ateşe verilmek suretiyle şehir halkının gelir kaynakları yok edildi. Hama katliamından sonra 800 bin kadar Suriyeli ülkeyi terk etti.[2]

Suriye’nin bugünkü hali ise Hama’da yapılan katliamın boyutunu onlarca kat aşmış vaziyette. Hafız Esad’ın ardından yönetimi devralan oğul Beşşar Esad, 2011 yılında tıpkı Hama halkı gibi kendisine karşı ayaklanan Suriye halkını, kimyasal silah ve varil bombaları dahil en vahşi yöntemlerle bastırma yoluna giderek bir milyondan fazla Müslümanı katletti. Amerika ve Rusya’dan aldığı destek ile Suriye şehirlerinin büyük çoğunluğunu harabeye çevirdi. 9 milyon Suriyeli, rejimin vahşi katliamlarından korunmak için başka ülkelere göç etti. Hilâfet’in yokluğunda Suriye halkının yarısı mülteci olarak, -bir kısım rejim destekçisi azınlık hariç- diğer yarısı da esaret, işkence ve yoksulluk altında hayata tutunmaya çalışıyor.

Srebrenitsa Katliamı

Dedik ya; yüzümüzü nereye çevirsek acı ve elem var. Hilâfetsiz geçen yüzyılda ümmetin tarihi, her yerde kan ve gözyaşıyla yazılıyor. 11 Temmuz 1995’te Bosna Hersek’in Srebrenitsa şehrinde Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nün gözleri önünde daha doğrusu onların yardımı ve korumasıyla Sırplar tarafından Boşnak Müslümanlara yönelik vahşi bir katliam gerçekleştirildi. İnsanların kurbanlık koyun gibi boğazlandığı Srebrenitsa’da resmî verilere göre; 8 bin 373 Müslüman acımasızca öldürüldü.

Osmanlı Hilâfet Devleti’nin 1878’de Bosna bölgesinden ayrılması, Boşnak Müslümanları travmatik bir şekilde etkiledi. Zira Yugoslavya’daki (1919-1992) eğitim sistemi, Osmanlı’nın geçmişini tiksintiyle resmediyor ve onun değerlerini ortadan kaldırarak Müslüman kimliğin özüne saldırıyordu. Yugoslavya’nın dağılmasından sonra Bosna'yı ele geçirmek isteyen Sırplar, Yugoslav ordusunun silahlarıyla Müslüman Boşnaklara yönelik etnik temizlik başlattı. Bosnalı Müslümanlar, dünyadan hiçbir yardım görmeden izole edilmiş bir şekilde Batı’nın desteklediği Sırplara karşı güçleri yettiğince savaştılar. Cephane ve gıda yokluğu nedeniyle ölümler artınca direniş kırıldı ve on binlerce Müslüman, Birleşmiş Milletler tarafından -sözde- güvenli bölge ilan edilen, Hollandalı askerler tarafından korunulan Srebrenitsa’daki Potaçari kampına sığındı.

11 Temmuz 1995 sabahı, Sırp komutan Ratko Mladic, Hollanda askerlerinin hiçbir direnişiyle karşılaşmadan Srebrenitsa'ya girdi. BM Barış Gücü askerlerinin silahlardan arındırdığı kenti ele geçirmek, Sırplar için hiç zor olmadı. Hollandalıların Srebrenitsa'yı, hiçbir zorluk çıkarmadan teslim ettiğini gören katil Mladiç, Barış Gücü Komutanı Albay Karremans'la yaptığı bir toplantıda, kampın içindeki ve etrafındaki Boşnakların bir an önce kendisine teslim edilmesini istedi. Hollandalılar, mültecileri, kampı kuşatma altında tutan Sırplara teslim etmeye karar verdi. Bundan sonra kampta bulunan tüm Boşnaklar, Hollandalı BM askerleri tarafından silah zoruyla dışarı çıkmaya zorlandılar. Kendilerinin Sırplara teslim edildiğinde öldürüleceklerini söyleyen Boşnakların feryatlarına ve çığlıklarına aldırış etmeden onları zorla Sırpların ellerine teslim ettiler. Bu insanlara hiçbir şey yapmayacağını söyleyen Sırplar, 11 Temmuz 1995 ile 17 Temmuz 1995 tarihleri arasında 8 binden fazla genç ve yetişkin erkeği katlettiler.

Böylece Bosna Savaşının belki de en hunhar katliamları, bu insanların güvenliklerini sağlamakla yükümlü BM yetkililerinin gözleri önünde ve onların desteği ve onayı ile gerçekleştirildi. Daha sonraki yıllarda Hollandalı generallerin, katliam devam ederken Sırp generallerle birlikte yemek yediklerinin, içki kadehi tokuşturduklarının ve sohbet ettiklerinin görüntülendiği kasetlerin basına yansıması, olayın danışıklı dövüş olduğunu ortaya çıkardı. Hollandalılar, mültecileri Sırplara teslim etmekle yetinmemiş, onlara her türlü yardımı yapmış, hatta Sırp askerî araçlarına yakıt bile sağlamışlardı. Nihayetinde “küfür tek millettir” kaidesi, bu kez Bosna’da tahakkuk etti ve Müslümanlar nice evladını bu katliam neticesinde kaybetti.

Hilâfet’in yokluğunda, paramparça olan ve korumasız kalan Müslümanların yaşadığı katliamlar saymakla bitmez. Her biri ayrı bir makale hatta kitap konusu olan bu katliamları bir hatırlatma olması için sadece özetlemekle yetiniyorum.

Sabra ve Şatilla Katliamı

6 Eylül 1982’de, Yahudi varlığı “İsrail”in desteklediği aşırı sağcı Hıristiyan Falanjist milisler, Lübnan’ın başkenti Beyrut’un güneyinde bulunan Sabra ve Şatilla Filistin mülteci kamplarına, Yahudi ordusunun onayıyla ve gözetimi altında saldırarak çoğu kadın ve çocuk savunmasız 2 bin Filistinliyi cesetleri tanınmaz hale gelecek şekilde vahşice katlettiler.

Halepçe Katliamı

Irak'taki devrik Baas rejimi lideri Saddam Hüseyin, İran-Irak savaşında düşmana destek vermekle suçladığı Halepçe halkını, kimyasal silah kullanarak barbar bir şekilde katletti. Sinir ve Hardal gazı kullanarak yapılan saldırıdan sonra bölgede bir koku yayılmış ve kokunun neden kaynaklandığından habersiz olan 5 bin Halepçeli, evlerinin önünde veya kaçmaya çalışırken araçlarının içinde birbiri üzerine yığılarak öldüler. 7 binden fazla Halepçeli yaralandı. Halepçe, tarihe “Elma kokulu katliam” olarak geçti.

Hocalı Katliamı

SSCB’nin dağılma sürecine girmesiyle birlikte Ermenistan, Azerbaycan’a ait olan Karabağ bölgesinin dağlık kısmında hak iddia ederek Rusların desteği ile bölgeyi işgal etti. 25 Şubat 1992’de Dağlık Karabağ’ın en önemli noktalarından olan Hocalı’yı kuşatan Ermeni işgalciler, Rusların teknik imkanlarını kullanarak kenti, top ve tank ateşine tuttu; hatta saldırıda Rus askerlerinin bizzat yer aldığı bile kayıtlara geçti. 26 Şubat sabahına kadar süren katliam, 613 kişinin canına mal oldu.

Urumçi Katliamı

1876’dan bu yana Uygur Müslümanlarına yönelik zulüm ve asimilasyon politikası izleyen işgalci Komünist Çin rejimi, 5 Temmuz 2009’da Doğu Türkistan’ın Urumçi şehrinde tarihe geçecek bir katliama imza attı. İki kardeşlerinin ölümünü protesto eden Müslüman Uygurlar, Çin ordusu tarafından çocuk, kadın ayırt edilmeden katledildiler. Dünya Uygur Kongresi’nin verdiği bilgilere göre; bu katliamda binden fazla Müslüman, sadece inançlarından dolayı katledildi.

Doğu Guta Katliamı

Suriye diktatörü Beşşar Esad, tıpkı babası Hafız Esad gibi Suriye halkını demir yumruk ile yönetti. Onları en küçük insani haklardan bile mahrum etti. 2011 yılında yaşadıkları zulümden kurtulmak için kıyama kalkan Suriyeli Müslümanlar, Beşşar Esad rejimi tarafından çok büyük bir soykırıma tabi tutuldular. 22 Ağustos 2013 tarihinde Şam’ın kapısına dayanan Suriye halkı, Guta bölgesinde rejimin kimyasal saldırısına maruz kaldılar. Sarin Gazı kullanılarak yapılan kimyasal katliamda, bin 400’den fazla Müslüman acı içinde can verdi. Bu katliamdan sonra ABD ve Batı, Esad’a hiçbir yaptırım uygulamadığı gibi dönemin Dışişleri Bakanı John Kerry, Suriye rejiminin kimyasal silahlarının imhasını kabul ettiği için “Esad övgüyü hak ediyor” dedi.

Mısır’da Sisi tarafından gerçekleştirilen Rabia Katliamı, Özbekistan’da İslâm düşmanı Kerimov tarafından yapılan Andican Katliamı ve isimlerini buraya yazamadığımız nice katliam, dinmeyen acılarıyla birlikte ümmetin hafızasında hâlâ canlılığını korumaktadır. 7 Ekim’deki Aksa Tufanı’nın ardından Yahudi terör varlığının başlattığı ve 4 ayda çoğunluğu çocuk ve kadın olmak üzere 30 binden fazla Müslümanın şehit edildiği Gazze katliamı ise dünyanın gözü önünde devam etmektedir.

İşte, İslâm ümmetinin tarihine kara bir leke olarak geçen tüm bu katliam ve zulümler, Hilâfet’in yokluğundan kaynaklanmaktadır. Peki, Hilâfet olsaydı, kafirler ve onlara uşaklık yapan işbirlikçi zalim rejimler, Müslümanlara el uzatmaya cesaret edebilir miydi? Cüret edenlerin yaptıkları yanlarına kâr kalır mıydı? Kesinlikle hayır!

Hilâfet varken Müslümanların nasıl izzetli ve kudretli olduğunu gösteren birkaç örnek vererek makalemi bitirmek istiyorum. Rumların bir yöneticisi cüret edip Halife Harun Reşid’e bir tehdit mesajı göndermişti. Halife, bu tehdit karşısında ayrı bir kâğıt ile ona cevap yazmak yerine aynı mektubun arkasına; “Cevabı işitmeden ne olduğunu göreceksin!” diye yazarak mesajı geri göndermiş; ardından hemen hazırlattığı ordusuna bizzat kendisi komutanlık ederek Rum kâfirine gününü göstermişti.

Hilâfet varken sadece halifelerin veya komutanların sözü tesirli değildi; aynı zamanda herhangi bir Müslümanın sözü de o derece kıymetli ve değerliydi. Tarihçi el-Kelkeşendi “Measiru’l-İnaka Fi-Mealimi’l-Hilafe” adlı eserinde Abbasi Halifesi Mu’tasım Billah’ın Amuriye üzerine fetih düzenlemesine, Rumların elinde esir düşmüş bir Müslüman kadının; “Va Mu’tasımah!” haykırışının sebep olduğunu anlatır. Müslüman bir kadın Rumlara esir düşmüş ve bir Rum komutanın zulmüne maruz kalmıştı ve “Ey Mu’tasım!” diyerek nidada bulunmuş, yardım istemişti. Bu çığlığın atıldığından haberdar olan Halife, bizzat kendisinin komuta ettiği orduyla yola koyulmuş, kadını esaretten kurtarmış ve kâfirlerden intikamını almıştı.

Yine Hıttin Savaşına katılan Tarihçi, Bilgin İmadeddin el-İsfahani, Kudüs fatihi Selahaddin Eyyubi’nin -bugün Ürdün sınırları içinde yer alan- Kerak bölgesi Kontu Fransız Şövalye Reynald’ı bizzat elleriyle öldüğünü söyler. Zira Reynald, Müslümanların bir kervanına saldırmış, kervanın güvenliğini sağlayan muhafızları öldürmüş, malları yağmalamış, insanların izzet ve şerefini çiğnemiş ve bunları yaparken de “Muhammedinize söyleyin, sizi kurtarsın!” diye nida etmiştir. Bu haber, Selahaddin Eyyubi’ye ulaştığında “İşte ben, Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem adına, O’nun ümmetini müdafaa etmek üzere canımı ve hayatımı O’nun yoluna adadım!” diyerek ordusunu harekete geçirmiş, Haçlıları bozguna uğratmış, Rasulullah’a hakaret ederek bozgunculuk yapan Reynald’ı bizzat kendisi öldürmüştür.

Bunun gibi daha nice örnekler, Hilâfet tarihinin altın sayfalarındaki yerini korumakta ve yiğit liderler tarafından tekerrür ettirilmeyi beklemektedir. 57 liderin tek bir adam etmediği, doğusundan batısına dünyanın her yerinde işgal, zulüm ve katliamlara maruz kalan İslâm ümmetinin halifesiz geçen yüzyılı göstermiştir ki Hilâfet, Müslümanların en hayati davası, koruyucu kalkanı, çatısı ve demir kubbesidir. Onun kurulması için çalışmak, her Müslüman için hayat-memat meselesi olmalıdır.

Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmaktadır:

[إِنَّمَا الإمَامُ جُنَّةٌ يُقَاتَلُ مِنْ وَرَائِهِ وَيُتَّقَى بِهِ] “Muhakkak ki imam (halife) kalkandır. Onunla savaşılır ve korunulur.”[3]


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz