Sömürgeci kafir İngiltere ve yerli işbirlikçileri tarafından İslâmi
hükümlerin hayat sahnesinden kaldırılmasının üzerinden bir asır geçti.
Yaşadığımız bu çağda, İslâm ümmeti olarak bizler gözlerimizi Hilâfet’in
olmadığı bir dünyaya açtık. Hal böyle olunca Hilâfet’in Müslümanlara sağladığı
vahdeti, izzeti, onun dünya üzerindeki liderliğinin etkisini hissedemedik.
Dahası 100 yıl boyunca laik rejimlerin Hilâfet’i karalayan siyasi ortamlarının
gölgesinde hayatlarımızı idame ettirdik.
Hilâfet’in yıkılmasıyla neleri kaybettiğimizi iyi anlayabilmemiz için
geçmişte onun gölgesinde yaşayan Müslümanların neye sahip olduklarını bilmemiz
gerekir. Zira bir kişi ya da bir toplum sahip olduğu şeyin değerini, kıymetini,
bilmez ve anlamaz ise onu kaybettiğinde yokluğunu hissetmez, yokluğuna üzülmez
ve ona yeniden sahip olmak için gayret de göstermez. Bunun içindir ki Allah Azze
ve Celle müminlere, birbirlerine öğüt verip hatırlatmayı emretmiş,
hatırlatmanın fayda vereceğini bildirmiştir.
Şu bir gerçek ki Hilâfet varken Müslümanlar Rableriyle güçlü ve
dinleriyle izzetliydiler. Müslümanlardan bir yönetici herhangi bir söz
söylediğinde bu söz dünyanın dört bir tarafında duyulur ve yankı bulurdu, bir
iş yaptığında kafirlerin kalplerine korku salardı. Peki ne demek bu? Hilâfet
yıkılınca Müslümanlar Rablerini mi unuttular ya da dinlerini mi terk ettiler ki
bundan dolayı zayıf düşsünler ve zelil olsunlar? Hayır! Rablerini unutmadılar,
dinlerini de terk etmediler ama Allah’ın hükmünün gücü ve İslâm’ın eşsiz
çözümlerinden mahrum kaldılar. Çünkü Hilâfet, Allah’ın yeryüzündeki hükmü, “La
İlahe İllAllah” sözünün siyasi karşılığıdır. Hilâfet, İslâm’ın yeryüzündeki
gücü ve izzetidir! Bu izzet ve güç inişiyle-çıkışıyla, 13 asır boyunca tarihin
her tarafını kaplayan bir hakikat olarak kendini göstermiştir.
Lakin Batılı düşünürlerin kilise ve kraliyet zorbalığına karşı
gerçekleştirdiği düşünce ve hemen sonrasında ortaya çıkan sanayi devrimleriyle
birlikte tarihin akışı değişmeye başladı. Osmanlı Hilâfet Devleti’nin, -Arapçanın
ihmali ve içtihadın zayıflaması başta olmak üzere- bir takım fikrî-siyasi
zaafları neticesinde ihanetler baş gösterdi ve 3 Mart 1924’te Hilâfet ilga
edildi. Ne olduysa bundan sonra oldu. İslâm ümmeti, çok büyük bir sarsıntı
yaşadı. İslâm ahkamı terk edilerek sömürgeci Batı’nın kokuşmuş hayat nizamı -özellikle
Türkiye’de- birebir kopyalanarak tatbik edilmeye başlandı. Süreç içerisinde İslâm
toprakları -50’den fazla parçaya bölünerek- kafirlerin işgal ve sömürüsüne açık
hale getirildi. Ümmetin her bir coğrafyası kanayan bir yaraya dönüştü. Hilâfetsiz
geçen yüzyılda kaybettiğimiz şeyler o kadar çok, maruz kaldığımız zulümler o
kadar büyük ki nereye baksak acı ve elem görüyoruz. Kültür ve haber portallarının
tarih köşelerinde her gün Müslümanların yaşadığı işgal ve katliamları okuyoruz.
Takvim yaprakları son yüzyıldır, kazandıklarımızı değil kaybettiklerimizi
hatırlatıyor.
Hilâfetsiz ne kadar sahipsiz olduğumuzu daha iyi anlamamız açısından son
yüzyılda başımıza gelen musibetlerin en sarsıcı olanlarından birkaçını buraya
aktarmak istiyorum.
Mescid-i Aksa’nın
İşgali ve Yahudi Varlığının Kurulması
Müslümanların ilk kıblesi olan Beytu’l-Makdis’in içinde yer aldığı ve
Kur’an-ı Kerim’in İslâm akidesiyle ilişkilendirerek korunmasını farz kıldığı mübarek
Filistin beldesi, henüz Hilâfet ilga edilmeden önce, 1917 yılında İngilizler
tarafından işgal edildi. Osmanlı’yı Birinci Dünya Savaşı’na sokan Batı hayranı
İttihat Terakki zihniyetinin savaş sonrası yurt dışına kaçarak Müslümanları yüz
üstü bırakmasıyla İslâm beldeleri kafirlerin tahakkümü altına girmeye başladı. 7.
Ordu Komutanı Mustafa Kemal’in Suriye-Filistin cephesinden İngilizlere direniş
göstermeden on binlerce esir vererek geri çekilmesiyle ihanet zincirine bir
halka daha eklendi ve Filistin beldesi, -ileride Yahudilere peşkeş çekilmek
üzere- Osmanlı himayesinden koparıldı. Oysa Osmanlı’nın “hasta adam” denilen
son döneminde bile Filistin’in bir karışından taviz verilmemiş, Halife Abdülhamid
Han “ümmetin mülküdür” diyerek Filistin’i canı pahasına savunmuştu.
Zaman içerisinde İngiltere’nin teşviki ve yardımıyla dünyanın birçok
bölgesinden Yahudiler peyderpey Filistin topraklarına yerleştirildi ve
nihayetinde 1948 yılında Birleşmiş Milletler kararıyla Yahudi varlığına “devlet”
olma hakkı tanındı. İşgalci ve gasıp Yahudilerin Filistin’deki varlığını
pekiştirebilmek için hain Arap rejimleri onunla savaşır gibi yaparak üç kez kaybettiler
ve Yahudi varlığına birçok yeni toprak ile birlikte “yenilmezlik” unvanı
bahşettiler. Böylece arkasına Batılı kafir devletleri alan, etrafını çevreleyen
Arap rejimlerin zararından emin olan terör varlığı “İsrail” Mescid-i Aksa
üzerindeki necis emellerini uygulamaya koyuldu.
1948 yılında Batı bölgeleri işgal edilen Kudüs kentinin Mescid-i Aksa’nın
da bulunduğu doğu kesimi, 1967 yılında Siyonist “İsrail”in işgaline girdi. 1970-72
yılları arasında Mescid-i Aksa’yı çevreleyen surların hemen altında arkeolojik
çalışma adı altında tünel kazılarına başlandı. 1974’ten başlayarak 1976’ya
kadar süren yeni kazılar ise aralarında; Ubade bin Samit ile Şeddat bin Evs
gibi sahabe kabirlerinin de bulunduğu Müslüman mezarlığının yok edilmesi ile
devam etti. Ağlama duvarı yönünden kazılarını sürdüren işgalci Yahudiler, 1979
yılında Mescid-i Aksa’yı zemin altından doğu-batı yönünde ikiye böldüler. Yine
aynı yıl yapılan resmî açılışla, tünel içinde küçük bir Yahudi ibadethanesi
kullanılmaya başlandı.
1982 yılından sonra başlayan ikinci aşama yeni kazı ve yıkım
çalışmalarında, çevredeki bazı Arap sakinlerin evleri kamulaştırıldı ya da
doğrudan doğruya Yahudi yerleşimcilere verildi. Eylül 2000 tarihinde Ariel
Şaron tarafından yapılan provokatif Aksa ziyareti, camiye yönelik en cüretkâr
saldırılardan biri olarak tarihe geçti ve Aksa intifadasının başlamasına neden
oldu. Bu süreç içinde 5 binden fazla Filistinli kardeşimiz şehit edildi. 2011
yılındaki Arap Baharı süreci ise Yahudi varlığına adeta altın bir fırsat sundu.
Olayların trajik boyutlara ulaşması nedeniyle dünya kamuoyunun dikkati farklı
önceliklere yönelirken, İslâm dünyasının da kendi içindeki çatışmaları nasıl
önleyeceğine odaklanması, Siyonist işgalcilerin Kudüs’e yönelik eylemlerine
cesaret verdi.
Gelinen aşamada adım adım Mescit’in içine bile giren işgalci askerler,
tüm harem bölgesini kameralarla donatarak ibadethaneyi tam bir hapishaneye
dönüştürdü. İçeriye girerken aranan Müslümanlardan “sakıncalı” bulunanlar,
ibadetten alıkonulmakta ve Mescit adeta insansızlaştırılmaktadır.[1]
Mescid-i Aksa’ya yönelik altını oyma ve nihayetinde yıkmayı amaçlayan tüm
bu sistematik çalışmaların yanında Yahudi varlığı “İsrail”, İslâm beldelerindeki
rejimlerle yapılan “normalleşme” anlaşmalarından da cesaret alarak, Filistin
halkını her gün keyfe keder katletmeye, evlerini ve arazilerini gasp etmeye,
ele geçirdikleri her fırsatta çocuk, kadın demeden Filistin halkını aşağılamaya
ve zindanlara doldurmaya devam ettiler. İşte tüm bu zulüm ve ihanetlere bir
tepki olarak 7 Ekim’de Gazze’deki mücahitler tarafından Aksa Tufanı harekâtı
başlatıldı. Hamas liderlerinden Dr. Sami Ebu Zühri yaşanan durumu; “Eğer
Aksa Tufanı harekâtı başlamasaydı, Filistin davası unutulmaya yüz tutacak,
Mescid-i Aksa Yahudilerin mabedine dönüşecekti.” cümleleriyle özetliyordu. Hilâfet’in
yokluğunda Gazze bugün yıkıma, soykırıma ve açlığa terk edilmiş durumda.
Hama Katliamı
Hilâfetsiz geçen yüzyılda Müslümanların maruz kaldığı katliamların en
vahşi olanlarından birisi de; 1982 yılında Suriye diktatörü Hafız Esad
tarafından Hama halkına yönelik yapılan katliamdır. Bu katliam neticesinde resmî
rakamlara göre; en az 25 bin Müslüman katledildi. 1970 yılında Suriye’de
yönetimi ele geçiren Nusayri Hafız Esad rejimi, Yahudilerden eksik bir yanı
kalmayacak hatta vahşetin boyutlarında onları geçecek kadar büyük cürümlere
imza attı. 2000 yılındaki ölümüne kadar Suriye halkını zulüm, baskı ve işkence
ile yönetti. Hafız Esad yönetiminde, 1970’ler ve 1980’lerin başında muhalif
grupları, özellikle Müslüman Kardeşleri ortadan kaldırmak için planlanan kanlı
eylemlerin en şiddetlisi 2 Şubat 1982’de başladı.
Hama ile ilgili MAZLUM-DER tarafından hazırlanan rapora göre; bu acımasız
katliamda tanklarıyla dar sokaklara giremeyen askerî kuvvetler, uzun menzilli
bombardıman topları ve tankları kullandılar, helikopterlerle bomba yağdırdılar,
şehrin hedef alınan kesimini buldozerlerle yerle bir ettiler. Katliamdan
kurtulan bazı Hamalıların anlattığına göre; çürüyen cesetlerin çıkardığı koku,
bütün şehri kaplamıştı. Yıkılmış binaların kalıntıları altında, sokaklarda
yaralılar ve ölüler bulunuyordu. Askerler tarafından cesetlere bile tecavüz
edilmişti. Çatışmalar sırasında Hama dışında olup da ikamet yeri Hama olan
birçok kişi infaz edildi. Saldırılar sırasında kentteki camilerin önemli bölümü
yerle bir edildi. Hama’da üç ay boyunca ezan sesi duyulmadı. Yapılan tespitlere
göre; bombardımanlarda 38 cami ve İslâmi merkez yok edildi.
Tıbbi müdahaleye izin verilmediği için binlerce yaralı ölüme terk edildi.
Bazı Hamalı Müslümanlar da toplu mezarlara canlı canlı gömüldüler. Katliamın
kurbanları arasında 40 günlük bebekler ve anne karnındaki embriyolar bile
vardı. Bebekler, yalvaran annelerinin gözleri önünde balkonlardan aşağı
atıldılar. Askerler, hamile bir kadının karnını delerek doğmamış çocuğun
ölümüne neden oldular. Birçok çocuk haftalarca süren yiyecek sıkıntısı yüzünden
hayatını kaybetti. Dehşetin en şiddetli şekilde yaşandığı Hama’da, çocuklar
kendilerini savunabilmek için yaralı askerlerden aldıkları silahları kullanmak
zorunda kaldılar. Askerler, mücevherlerini vermeyi reddeden kadınların ellerini
kestiler. Birçok kadın, askerler tarafından işkence ve tecavüz edilerek
öldürüldü. Kadın ve çocuklara karşı şiddet uygulamayı reddeden askerlerin
cezası, ölüm oldu. Yaşlılar da ayrım yapılmaksızın infaz edildiler. Evlatlarını
gömmeye çalışan yaşlılar, acımasızca öldürüldüler. Katliamın ardından şehirdeki
kadın-erkek oranının değişmesi sonucu aileler geçimlerini sağlamakta
zorlandılar. Askerler tarafından yağmalanan mağazalar daha sonra ateşe verilmek
suretiyle şehir halkının gelir kaynakları yok edildi. Hama katliamından sonra
800 bin kadar Suriyeli ülkeyi terk etti.[2]
Suriye’nin bugünkü hali ise Hama’da yapılan katliamın boyutunu onlarca
kat aşmış vaziyette. Hafız Esad’ın ardından yönetimi devralan oğul Beşşar Esad,
2011 yılında tıpkı Hama halkı gibi kendisine karşı ayaklanan Suriye halkını,
kimyasal silah ve varil bombaları dahil en vahşi yöntemlerle bastırma yoluna giderek
bir milyondan fazla Müslümanı katletti. Amerika ve Rusya’dan aldığı destek ile
Suriye şehirlerinin büyük çoğunluğunu harabeye çevirdi. 9 milyon Suriyeli,
rejimin vahşi katliamlarından korunmak için başka ülkelere göç etti. Hilâfet’in
yokluğunda Suriye halkının yarısı mülteci olarak, -bir kısım rejim destekçisi
azınlık hariç- diğer yarısı da esaret, işkence ve yoksulluk altında hayata
tutunmaya çalışıyor.
Srebrenitsa Katliamı
Dedik ya; yüzümüzü nereye çevirsek acı ve elem var. Hilâfetsiz geçen
yüzyılda ümmetin tarihi, her yerde kan ve gözyaşıyla yazılıyor. 11 Temmuz
1995’te Bosna Hersek’in Srebrenitsa şehrinde Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nün
gözleri önünde daha doğrusu onların yardımı ve korumasıyla Sırplar tarafından
Boşnak Müslümanlara yönelik vahşi bir katliam gerçekleştirildi. İnsanların
kurbanlık koyun gibi boğazlandığı Srebrenitsa’da resmî verilere göre; 8 bin 373
Müslüman acımasızca öldürüldü.
Osmanlı Hilâfet Devleti’nin 1878’de Bosna bölgesinden ayrılması, Boşnak Müslümanları
travmatik bir şekilde etkiledi. Zira Yugoslavya’daki (1919-1992) eğitim sistemi,
Osmanlı’nın geçmişini tiksintiyle resmediyor ve onun değerlerini ortadan
kaldırarak Müslüman kimliğin özüne saldırıyordu. Yugoslavya’nın dağılmasından
sonra Bosna'yı ele geçirmek isteyen Sırplar, Yugoslav ordusunun silahlarıyla Müslüman
Boşnaklara yönelik etnik temizlik başlattı. Bosnalı Müslümanlar, dünyadan
hiçbir yardım görmeden izole edilmiş bir şekilde Batı’nın desteklediği Sırplara
karşı güçleri yettiğince savaştılar. Cephane ve gıda yokluğu nedeniyle ölümler
artınca direniş kırıldı ve on binlerce Müslüman, Birleşmiş Milletler tarafından
-sözde- güvenli bölge ilan edilen, Hollandalı askerler tarafından korunulan Srebrenitsa’daki
Potaçari kampına sığındı.
11 Temmuz 1995 sabahı, Sırp komutan Ratko Mladic, Hollanda askerlerinin
hiçbir direnişiyle karşılaşmadan Srebrenitsa'ya girdi. BM Barış Gücü
askerlerinin silahlardan arındırdığı kenti ele geçirmek, Sırplar için hiç zor
olmadı. Hollandalıların Srebrenitsa'yı, hiçbir zorluk çıkarmadan teslim
ettiğini gören katil Mladiç, Barış Gücü Komutanı Albay Karremans'la yaptığı bir
toplantıda, kampın içindeki ve etrafındaki Boşnakların bir an önce kendisine
teslim edilmesini istedi. Hollandalılar, mültecileri, kampı kuşatma altında
tutan Sırplara teslim etmeye karar verdi. Bundan sonra kampta bulunan tüm
Boşnaklar, Hollandalı BM askerleri tarafından silah zoruyla dışarı çıkmaya
zorlandılar. Kendilerinin Sırplara teslim edildiğinde öldürüleceklerini
söyleyen Boşnakların feryatlarına ve çığlıklarına aldırış etmeden onları zorla
Sırpların ellerine teslim ettiler. Bu insanlara hiçbir şey yapmayacağını
söyleyen Sırplar, 11 Temmuz 1995 ile 17 Temmuz 1995 tarihleri arasında 8 binden
fazla genç ve yetişkin erkeği katlettiler.
Böylece Bosna Savaşının belki de en hunhar katliamları, bu insanların
güvenliklerini sağlamakla yükümlü BM yetkililerinin gözleri önünde ve onların
desteği ve onayı ile gerçekleştirildi. Daha sonraki yıllarda Hollandalı
generallerin, katliam devam ederken Sırp generallerle birlikte yemek
yediklerinin, içki kadehi tokuşturduklarının ve sohbet ettiklerinin
görüntülendiği kasetlerin basına yansıması, olayın danışıklı dövüş olduğunu ortaya
çıkardı. Hollandalılar, mültecileri Sırplara teslim etmekle yetinmemiş, onlara
her türlü yardımı yapmış, hatta Sırp askerî araçlarına yakıt bile
sağlamışlardı. Nihayetinde “küfür tek millettir” kaidesi, bu kez Bosna’da
tahakkuk etti ve Müslümanlar nice evladını bu katliam neticesinde kaybetti.
Hilâfet’in yokluğunda, paramparça olan ve korumasız kalan Müslümanların
yaşadığı katliamlar saymakla bitmez. Her biri ayrı bir makale hatta kitap
konusu olan bu katliamları bir hatırlatma olması için sadece özetlemekle
yetiniyorum.
Sabra ve Şatilla
Katliamı
6 Eylül 1982’de, Yahudi varlığı “İsrail”in desteklediği aşırı sağcı
Hıristiyan Falanjist milisler, Lübnan’ın başkenti Beyrut’un güneyinde bulunan
Sabra ve Şatilla Filistin mülteci kamplarına, Yahudi ordusunun onayıyla ve
gözetimi altında saldırarak çoğu kadın ve çocuk savunmasız 2 bin Filistinliyi
cesetleri tanınmaz hale gelecek şekilde vahşice katlettiler.
Halepçe Katliamı
Irak'taki devrik Baas rejimi lideri Saddam Hüseyin, İran-Irak savaşında
düşmana destek vermekle suçladığı Halepçe halkını, kimyasal silah kullanarak barbar
bir şekilde katletti. Sinir ve Hardal gazı kullanarak yapılan saldırıdan sonra
bölgede bir koku yayılmış ve kokunun neden kaynaklandığından habersiz olan 5
bin Halepçeli, evlerinin önünde veya kaçmaya çalışırken araçlarının içinde
birbiri üzerine yığılarak öldüler. 7 binden fazla Halepçeli yaralandı. Halepçe,
tarihe “Elma kokulu katliam” olarak geçti.
Hocalı Katliamı
SSCB’nin dağılma sürecine girmesiyle birlikte Ermenistan, Azerbaycan’a
ait olan Karabağ bölgesinin dağlık kısmında hak iddia ederek Rusların desteği
ile bölgeyi işgal etti. 25 Şubat 1992’de Dağlık Karabağ’ın en önemli
noktalarından olan Hocalı’yı kuşatan Ermeni işgalciler, Rusların teknik
imkanlarını kullanarak kenti, top ve tank ateşine tuttu; hatta saldırıda Rus
askerlerinin bizzat yer aldığı bile kayıtlara geçti. 26 Şubat sabahına kadar
süren katliam, 613 kişinin canına mal oldu.
Urumçi Katliamı
1876’dan bu yana Uygur Müslümanlarına yönelik zulüm ve asimilasyon
politikası izleyen işgalci Komünist Çin rejimi, 5 Temmuz 2009’da Doğu
Türkistan’ın Urumçi şehrinde tarihe geçecek bir katliama imza attı. İki
kardeşlerinin ölümünü protesto eden Müslüman Uygurlar, Çin ordusu tarafından
çocuk, kadın ayırt edilmeden katledildiler. Dünya Uygur Kongresi’nin verdiği
bilgilere göre; bu katliamda binden fazla Müslüman, sadece inançlarından dolayı
katledildi.
Doğu Guta Katliamı
Suriye diktatörü Beşşar Esad, tıpkı babası Hafız Esad gibi Suriye halkını
demir yumruk ile yönetti. Onları en küçük insani haklardan bile mahrum etti. 2011
yılında yaşadıkları zulümden kurtulmak için kıyama kalkan Suriyeli Müslümanlar,
Beşşar Esad rejimi tarafından çok büyük bir soykırıma tabi tutuldular. 22
Ağustos 2013 tarihinde Şam’ın kapısına dayanan Suriye halkı, Guta bölgesinde
rejimin kimyasal saldırısına maruz kaldılar. Sarin Gazı kullanılarak yapılan
kimyasal katliamda, bin 400’den fazla Müslüman acı içinde can verdi. Bu
katliamdan sonra ABD ve Batı, Esad’a hiçbir yaptırım uygulamadığı gibi dönemin Dışişleri
Bakanı John Kerry, Suriye rejiminin kimyasal silahlarının imhasını kabul ettiği
için “Esad övgüyü hak ediyor” dedi.
Mısır’da Sisi tarafından gerçekleştirilen Rabia Katliamı, Özbekistan’da İslâm
düşmanı Kerimov tarafından yapılan Andican Katliamı ve isimlerini buraya
yazamadığımız nice katliam, dinmeyen acılarıyla birlikte ümmetin hafızasında hâlâ
canlılığını korumaktadır. 7 Ekim’deki Aksa Tufanı’nın ardından Yahudi terör
varlığının başlattığı ve 4 ayda çoğunluğu çocuk ve kadın olmak üzere 30 binden
fazla Müslümanın şehit edildiği Gazze katliamı ise dünyanın gözü önünde devam
etmektedir.
İşte, İslâm ümmetinin tarihine kara bir leke olarak geçen tüm bu katliam
ve zulümler, Hilâfet’in yokluğundan kaynaklanmaktadır. Peki, Hilâfet olsaydı,
kafirler ve onlara uşaklık yapan işbirlikçi zalim rejimler, Müslümanlara el
uzatmaya cesaret edebilir miydi? Cüret edenlerin yaptıkları yanlarına kâr kalır
mıydı? Kesinlikle hayır!
Hilâfet varken Müslümanların nasıl izzetli ve kudretli olduğunu gösteren birkaç
örnek vererek makalemi bitirmek istiyorum. Rumların bir yöneticisi cüret edip
Halife Harun Reşid’e bir tehdit mesajı göndermişti. Halife, bu tehdit
karşısında ayrı bir kâğıt ile ona cevap yazmak yerine aynı mektubun arkasına; “Cevabı
işitmeden ne olduğunu göreceksin!” diye yazarak mesajı geri göndermiş;
ardından hemen hazırlattığı ordusuna bizzat kendisi komutanlık ederek Rum
kâfirine gününü göstermişti.
Hilâfet varken sadece halifelerin veya komutanların sözü tesirli değildi;
aynı zamanda herhangi bir Müslümanın sözü de o derece kıymetli ve değerliydi.
Tarihçi el-Kelkeşendi “Measiru’l-İnaka Fi-Mealimi’l-Hilafe” adlı eserinde
Abbasi Halifesi Mu’tasım Billah’ın Amuriye üzerine fetih düzenlemesine,
Rumların elinde esir düşmüş bir Müslüman kadının; “Va Mu’tasımah!”
haykırışının sebep olduğunu anlatır. Müslüman bir kadın Rumlara esir düşmüş ve
bir Rum komutanın zulmüne maruz kalmıştı ve “Ey Mu’tasım!” diyerek
nidada bulunmuş, yardım istemişti. Bu çığlığın atıldığından haberdar olan Halife,
bizzat kendisinin komuta ettiği orduyla yola koyulmuş, kadını esaretten kurtarmış
ve kâfirlerden intikamını almıştı.
Yine Hıttin Savaşına katılan Tarihçi, Bilgin İmadeddin el-İsfahani, Kudüs
fatihi Selahaddin Eyyubi’nin -bugün Ürdün sınırları içinde yer alan- Kerak
bölgesi Kontu Fransız Şövalye Reynald’ı bizzat elleriyle öldüğünü söyler. Zira
Reynald, Müslümanların bir kervanına saldırmış, kervanın güvenliğini sağlayan
muhafızları öldürmüş, malları yağmalamış, insanların izzet ve şerefini çiğnemiş
ve bunları yaparken de “Muhammedinize söyleyin, sizi kurtarsın!” diye
nida etmiştir. Bu haber, Selahaddin Eyyubi’ye ulaştığında “İşte ben,
Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem adına, O’nun ümmetini müdafaa etmek üzere
canımı ve hayatımı O’nun yoluna adadım!” diyerek ordusunu harekete geçirmiş,
Haçlıları bozguna uğratmış, Rasulullah’a hakaret ederek bozgunculuk yapan
Reynald’ı bizzat kendisi öldürmüştür.
Bunun gibi daha nice örnekler, Hilâfet tarihinin altın sayfalarındaki
yerini korumakta ve yiğit liderler tarafından tekerrür ettirilmeyi
beklemektedir. 57 liderin tek bir adam etmediği, doğusundan batısına dünyanın
her yerinde işgal, zulüm ve katliamlara maruz kalan İslâm ümmetinin halifesiz
geçen yüzyılı göstermiştir ki Hilâfet, Müslümanların en hayati davası, koruyucu
kalkanı, çatısı ve demir kubbesidir. Onun kurulması için çalışmak, her Müslüman
için hayat-memat meselesi olmalıdır.
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmaktadır:
[إِنَّمَا الإمَامُ جُنَّةٌ يُقَاتَلُ مِنْ
وَرَائِهِ وَيُتَّقَى بِهِ] “Muhakkak ki imam (halife)
kalkandır. Onunla savaşılır ve korunulur.”[3]


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış