Öncelikle “işgal” kavramını netleştirmekle
başlayalım. Günümüzde “işgal”, “bir egemen gücün askerî aygıtının, o egemen
gücün kendi egemenlik alanının yasal sınırları dışında kalan egemen bir toprak
üzerinde uyguladığı geçici kontrol” olarak tanımlanıyor. Kuralları, hakları,
sorumlulukları vs. 1907 Lahey Konvansiyonu, Cenova Konvansiyonları ve
uluslararası savaş hukuku gibi temel metinlere dayandırılıyor. Buna göre;
işgal, bir “devletin” savaş açtığı başka bir toprağı “geçici” olarak elinde
bulundurmasını ifade ediyor. İşgalci devlet, işgal ettiği topraklarda belirli
bir düzen sağlamak amacıyla geçici bir süre orada bulunduktan sonra ayrılıp
yönetimi halka terk etmelidir. Kendi topraklarına katacaksa bunun adı “işgal”
değil “ilhak”tır. Amerika da Irak’ı bu şekilde işgal edip 2011 yılında işgaline
son verdi. Devlet olmayan bir yapının, örgütün veya çetenin istilası ise
hukuktaki “işgal” kavramını karşılamaz. Dolayısıyla işgalci, ordusuyla gelmiş
bir devlet olmadıkça ve işgali geçici nitelikte olmadıkça yapılan istilanın
hukuki dayanağı yoktur.
Her ne kadar uluslararası hukukta böyle
tanımlanmışsa da aslında günümüzde “işgal” kavramı, kapitalist ideoloji
sayesinde sistematik bir hale gelen sömürgeciliğin bir aracı halini almıştır. “Fetih”
kavramı ise İslâm ideolojisinin bir aracıdır. Bu iki araç arasında önemli
farklar bulunur: İşgal, ülkeye ve halkına karşıdır; fetih sadece halkı yöneten
iktidarları hedef alır. İşgal, sömürü ve tahakküm amaçlıdır; fetih, İslâm’ı
tanıtma amaçlıdır. İşgal, istila ve yayılmacılık amaçlıdır; fetih, yayılmacı
değil genişlemecidir. İşgalde halkın güvenliği yoktur; fetihte ise halkın malı,
canı, namusu, malvarlığı güven altındadır. İşgalde zorlama vardır; fetihte tebaayı
zorlamak yoktur.
Tarihte işgal, -Moğol işgalleri ve Haçlı
seferlerinden malum olduğu üzere- genelde zalim devletlerin diğer devletleri ve
halklarını yağmalamak, topraklarını tahrip etmek, cezalandırmak amacıyla
yürüttükleri geçici zorba yönetimlerdi ve işgalci güçler maksatlarına
ulaştıktan sonra kendi sınırlarına geri dönerlerdi. Günümüzde ise işgalci
devletler, işgallerini doğrudan veya dolaylı olarak kalıcılaştırmak, bunu “uluslararası
hukuk” adı altında meşrulaştırmak peşindedir. Meşrulaşmaya çalışan, doğrudan ve
kalıcı işgalin en bariz örneği, Yahudi varlığının Filistin toprakları
üzerindeki işgalidir. ABD’nin Irak ve Afganistan işgallerinde ise güdümlerinde
olan iktidarlar yoluyla dolaylı tahakküm amaçlamıştı.
Tarihteki fetihlerin uygulamaları ve sonuçları
ile tarihte ve günümüzdeki işgallerin uygulamaları ve sonuçları arasındaki
bariz uçurum, farkı anlamaya kâfidir. Yine de kimi oryantalistler ve Batı
düşüncesinden etkilenenlerce fetih de bir işgal olarak gösterilmek istenir.
Çünkü onlara göre; bir toprak parçası üzerinde dinî gerekçelerle hak iddia
edilemez, bu eyleme kutsallık atfedilemez, bunun bir “kurtuluş” olduğu
söylenemez. Onlara göre; fethedilen topraklar, “kurtarılmış bölgeler” olarak
addedilemez. Oysa bu yaklaşım, vakıanın net anlaşılamamasından kaynaklanır. “Açmak”
kökünden gelen “fetih” kelimesi, “o toprakların İslâm’a açılmasını yani İslâm
ahkamının adalet ve merhametle uygulanmasını” ifade eder. Yani maksat; o
toprakları ele geçirmek, halkına zulmetmek ve asimile etmek, varlıklarını
yağmalamak, üzerlerinde zorba bir rejim inşa etmek değildir. Herhangi bir
komutanın herhangi bir bölgeyi, “İslâm” adı altında Müslümanlardan oluşan bir
orduyla ele geçirip orada yağma, talan, zulüm ve despotluk yapması, fethin
maksadına uygun kabul edilemez. Her ne kadar şer’î manada bu bir fetih kabul
edilip o topraklar İslâm toprağı haline gelse de fethin maksadına uygun bir
uygulama olmaktan uzaktır. Dolayısıyla tarihte birtakım yöneticilerin veya
komutanların kötü uygulamalarına bakarak “fetih” kavramını “işgal” olarak
tanımlamak, İslâm’a yönelik bir saldırıdır. Tıpkı “cihat” kavramına yapıldığı
gibi, Kur’an’da vasfedilen ve evvela Allah Rasulü, ardından selef-i salihinin
icra ettiği fetih kavramının çarpıtılması kabul edilemez.
Bir diğer mesele, devletler arasındaki
ilişkilerle ilgilidir. Geçmişte devletler arasında kimi zaman savaş, kimi zaman
barış olur; bir devlet yıkılırken başka bir devlet kurulur, topraklar devletler
arasında el değiştirir. Hiçbir devletin, bugün olduğu gibi daimî ve kalıcı
sınırları olmazdı. Ancak Ortaçağ sonrasında Avrupa devletleri arasında
asırlardır süregelen güç mücadeleleri ve düşmanlıkların sona erdirilmesi
maksadıyla varılan uzlaşmayla birlikte ortaya çıkan “uluslararası hukuk”, “uluslararası
ilişkiler”, “uluslararası düzen” gibi kavramlar, başlangıçta sadece Avrupa
devletlerini ilgilendirirken sömürgecilik döneminin başlaması ve dünyaya egemen
olmasıyla birlikte tüm toprakları ve milletleri ilgilendiren, hatta bağımlı hale
getiren bir statüko biçimini aldı. Ulus devletlerin doğmasıyla birlikte,
aralarındaki ilişkileri uluslararası düzen çerçevesinde ele alan; sınırları
belirlenmiş, uluslararası hukuk, uluslararası anlaşmalar ve uluslararası
kurumların kararlarıyla bağımlı devletler sistemi dünyaya egemen oldu. Başka
bir ifadeyle; kendi ideolojileri ve yönetim sistemleri olmayan, halklarının
iradesini temsil etmeyen, uluslararası düzenin patronları tarafından tayin
edilen yöneticilerin iktidarda olduğu devletler türemiş oldu. Kapitalist
ideolojinin hâkim olduğu, sömürgecilik sisteminin aktif bir şekilde yürütüldüğü
bu düzen, adeta yepyeni bir ekosistem inşa etti.
Yeni sömürgelerde büyük ölçüde yok edilen insan
gücünün yerine geçmek üzere Osmanlı Devleti’nin hâkimiyet ve nüfuz alanı
dışında kalan Batı ve Güney Afrika sahillerinden 19.yy.ın ikinci yarısına kadar
devam eden dört asırlık zaman içinde başta Portekizliler olmak üzere
İspanyollar, Hollandalılar, Fransızlar, İngilizler ve diğer Avrupa devletlerine
mensup tüccarlar tarafından 100 milyon civarında insan köleleştirilip
götürüldü. Tarihte benzerine rastlanmayan şekilde yürütülen köle ticaretinde,
Afrika’nın hür insanları bir ticaret malı haline getirilerek kıtalar arası
kurulan köle pazarlarında satıldı.
Sömürgeciliğin bir başka aracı olan misyonerlik
faaliyetleri sonucu Amerika’da 16.yy. öncesinde hiç Hıristiyan nüfus yokken
bugün 1 milyara yaklaşan nüfusuyla kıtada yaşayanların tamamına yakınını Hıristiyanlar
oluşturmaktadır. Yine 1900’lerin başında Afrika kıtasında toplam 10 milyon
civarında tahmin edilen Hıristiyanların sayısı, bugün 1 milyarı aşmakta olan
nüfus içinde 350 milyon civarındadır. Asya’da yine misyonerlik faaliyetleri
neticesinde Hıristiyan olanların sayısı 300 milyondan fazladır.
Osmanlı Hilâfet Devleti’nin gerileme dönemine
girmesiyle başlayan süreçte yükselişe geçen kapitalist sömürgecilik, 18.yy.dan
itibaren İslâm topraklarını en uç noktalardan başlayarak yavaş yavaş kemirmeye,
beldeleri İslâm Devleti’nin elinden almaya ve oluşturdukları ulus-devlet ekosistemine
dahil etmeye başladı. Bu süreç, II. Dünya Savaşı sonrasına kadar devam etti.
Daha doğrusu; I. Dünya Savaşı sonrasında başlayan bu sürecin -“kurtuluş
savaşları”, “ulusal özgürlük mücadeleleri” adı altında başlatılmış olsa da
geniş manada günümüzdeki ulus-devlet yapılanmasının- tamamlanması, II. Dünya
Savaşı sonrasında başlayan -sözde- bağımsızlık hareketleri ile sağlandı. Başka
bir ifadeyle; ağırlıklı olarak İngiliz ve Fransız sömürgeciliği ile temsil
edilen ilkel sömürgecilik döneminin, Amerikan emperyalizmi ile temsil edilen
yeni sömürgecilik dönemine dönüşmesiyle birlikte, -sözde- bağımsızlıklarına
kavuşmuş ulus-devletler ortaya çıktı. Öyle ki 1960 yılında Birleşmiş Milletler
üyesi ülke sayısı 99 iken 1980 yılında bu sayı, 154’e yükselmiş, yani 55 yeni
ulus-devlet daha peyda olmuştur. Ancak Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile Sovyet
Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) arasında o zaman süregelen “Soğuk Savaş”
ortamı, bu devletleri, “Batı” ile “Doğu” kampları arasında zaten bölmüş
durumdaydı. Sömürgecilerin bu sömürge devletler üzerindeki nüfuz ve iktidar
mücadeleleri, siyasi müdahaleler veya askerî darbeler yoluyla gerçekleşirken,
kimi zaman da -konumuzun odağı olan- askerî işgaller yoluyla yürütüldü.
Kapitalist sömürgecilik, küresel hakimiyetini
sağlamak için -dergimizin diğer makalelerinde de çeşitli boyutlarıyla ele
alınan- muhtelif şekillerde dünyayı işgal ve istila ediyor. Burada ise daha
ziyade askerî işgallere ve türlerine kısaca değineceğiz.
15.yy.dan itibaren Portekiz ve İspanyol
sömürgeciliği ile başlayıp Fransız, İngiliz, Hollanda, İtalyan ve diğer
sömürgecilik modellerine evrilen bu süreç, günümüzde Amerikan emperyalizminin
hakimiyeti sonucu yeni ve farklı boyutlar kazandı.
Osmanlı Hilâfet Devleti yıkılmadan önce Kuzey
Afrika’dan Endonezya’ya kadar İslâm topraklarına ayak basmaya başlayan
sömürgeci güçler daha ziyade askerî işgal yöntemini kullanıyor, ülkeleri talan
edip servetlerini yağmalıyordu. I. Dünya Savaşı sonrasında hız kazanan bu süreç;
aslında sömürgecilerin kazanımlarını kaybetmekten korkması nedeniyle doğrudan askerî
yönetimi esas almalarına, halka yönelik vahşi katliamlar işlemelerine,
insanları köleleştirmelerine neden oluyordu. O dönemde halklar arasında çıkan
ayaklanmalar ve isyanlar acımasızca bastırılıyor, bunların tekrarlanmamasına
yönelik çareler aranıyordu. Neredeyse tüm mazlum ve savunmasız halkları hedef
alan bu vahşi saldırılar, Osmanlı Hilâfet Devleti’nin yıkılmasıyla doruk
noktasına ulaştı. Ortaya, onlarca ulus-devlet çıktı; iktidarlarına Batılı
efendilerine sadık yöneticiler getirildi, devletin tüm anayasal ve yasal
altyapısı Batılı mevzuata göre tanzim edildi. Buna rağmen bazı kritik bölgeler
işgal altında tutulmaya devam etti. Örneğin; İran (İngiltere ve SSCB), Libya,
Mısır (Süveyş) ve Pakistan (Keşmir ve Bangladeş) sık sık işgallere ve
saldırılara maruz kalırken, “Cemiyet-i Akvam mandaları” adı altında, bilhassa “Ortadoğu’nun
kalbi” mesabesinde olan Suriye ve Lübnan (Fransa 1923-1945), Filistin (İngiltere
1923-1948), Ürdün (1921-1946) ve Irak’ta (1922-1932), manda rejimleri kuruldu.
II. Dünya Savaşı’nda klasik Avrupalı
sömürgecilerin güç kaybetmesi ve sahneye yeni süper güç olarak ABD ve SSCB’nin
ortaya çıkıp Soğuk Savaş’ın başlaması ve dolayısıyla dünyanın “Batı” ve “Doğu”
blokları adı altında ikiye bölünmesiyle birlikte, sömürgeciler arasında yeni
bir nüfuz mücadelesi başladı. Böylece ilkel sömürgecilik dönemi yavaş yavaş
sona erdi. SSCB nüfuzu altındaki Balkanlar, Orta Asya ve Kafkasları doğrudan
işgal ve tahakküm altında tutarken, ABD uzun müddet boyunca İngiltere ve Fransa’nın
sömürgelerini ele geçirmekle uğraştı. Sömürgeleri; “bağımsızlık” ve “özgürlük”
propagandası altında, -Avrupalı sömürgecilerin askerî işgallerini ve siyasi
nüfuzlarını sona erdirmeye yönelik- halk ayaklanmalarına ve askerî darbelere
teşvik etti. O dönemde -Türkiye de dahil- pek çok Ortadoğu ve Afrika ülkesinde onlarca
askerî darbe yaşandı. Sömürgeciler, bu topraklardan çekilmek ve fiilî
işgallerini sona erdirmek zorunda kaldılar. Ancak iktidarın yeni elitleri, ABD’nin
yeni sömürgecilik yaklaşımının sonucu olarak sömürgecilik ekosistemi içinde
kalmaya devam ettiler.
Siyasi, askerî, ekonomik ve kültürel boyutlarıyla
Amerikan tipi yeni sömürgecilik modeli, doğrudan askerî işgali öngörmüyor olsa
da; Soğuk Savaş’ın sona ermesi, Komünist SSCB’nin yıkılıp kapitalist ABD’nin
küresel zaferini ilan etmesi, “iki kutuplu dünya düzeni”nden “tek kutuplu dünya
düzeni”ne geçilmesi, ABD’nin yeniden ilkel sömürgeciliğe başvurmasında etkili
oldu. Zira uzun süredir nüfuzu altına alamadığı bazı jeopolitik rekabet
alanlarına ağırlığını koymaya karar verdi. Böylece 11 Eylül 2001 olayından
sonra Güneydoğu Asya’nın kalbinde yer alan, -Çin, Rusya, Orta Asya ve Hint
Okyanusu çemberinde kritik bir rol oynayan- Afganistan’ı fiilen işgal etti.
Hızını alamayan küstah ABD yönetimi, çok geçmeden Ortadoğu’nun kalbinde yer
alan, -İran, Türkiye, Şam toprakları ve Arap Yarımadası arasında en önemli ülke
olan- Irak’ı fiilen işgal etti. 2000’li yılların başından itibaren Putin
yönetimindeki Rusya’nın da giderek güç kazanmasıyla birlikte Rusya da benzer
adımlar atarak; 2008 yılında Abhazya ve Güney Osetya’yı, 2014 yılında Kırım ve
Sivastopol’ü işgal etti.
Ancak “işgal” kavramı, yalnızca ABD’nin doğrudan askerî
müdahalede bulunmasıyla sınırlı kalmadı. Soğuk Savaş sona erdikten sonra
misyonunu tamamlayan ve varsayımsal olarak dağılması gereken NATO paktını
yeniden işlevsel hale getirerek sömürgeci dış politik gündeminde önemli bir
araç olarak kullanmaya devam etti. 1990’lı yılların sonunda Bosna ve Kosova’da
aktif bir şekilde kullanılan NATO güçleri, 2000’li yıllardan itibaren görev
kapsamının tüm dünya çapına genişletilmesiyle birlikte sadece Batı Avrupa ve ABD’yi
korumakla görevli bir teşkilat olmaktan fazlası olduğunu kanıtladı. 2001-2016 yılları
arasında Akdeniz’de “terörizmle mücadele” operasyonu; 2001-2014 yılları arasında
Afganistan işgaline iştirak; 2009-2016 arasında Somali açıklarında “korsanlıkla
mücadele” misyonu; 2012 yılından günümüze Türkiye’de sürdürülen Patriot “füze
savunma” misyonu ve 2015-2021 yıllarında Afganistan’da yürütülen “Kararlı
Destek” misyonu, bunlardan sadece birkaçıydı.
Özellikle iç savaşların ve bölgesel çatışmaların
hüküm sürdüğü topraklara yönelik Birleşmiş Milletler “barışı koruma” misyonları
da işgalin farklı bir türü olan benzer bir fonksiyon üstlendi. Somali iç
savaşı, Sudan iç savaşı ve Darfur krizi, Pakistan-Hindistan savaşları,
Tacikistan iç savaşı, Doğu Timor krizi, Bosna ve Kosova krizleri, Yahudi
varlığının güvenliği, Körfez krizi, İran-Irak savaşı, Lübnan iç savaşı, Arap
Baharı ayaklanmaları, Yemen savaşı, Kıbrıs anlaşmazlığı, Batı Sahra
anlaşmazlığı ve Afrika’daki onlarca kriz bölgesi gibi dünyanın pek çok sıcak
noktasında yürütülen BM misyonları, her zaman sömürgeci işgal politikasının bir
parçası oldu. Keza küresel sömürgeci güçlerin, Türkiye’nin de dahil olduğu
dünyanın birçok bölgesine kurduğu yüzlerce askerî üs ve deniz kontrolüne
yönelik savaş gemilerinin yanı sıra askerî tatbikatlar bahanesiyle yapılan konuşlandırmalar,
işgale modern anlamlar kazandırdı. Resmî rakamlara göre; ABD, kendi toprakları
haricinde, 200 binden fazla askerini dünya genelinde konuşlandırılmış durumda.
Üstelik askerî danışmanlık, askerî teknoloji ve askerî muharebe sistemleri
üzerindeki hakimiyet de dikkate alındığında askerî işgalin, tahayyüllerin
ötesinde olduğu öngörülebilir.
Dolayısıyla günümüzde, askerî anlamda “fiilî
işgal” kavramını yalnızca Afganistan ve Irak’ın işgali gibi bariz müdahalelerden
ibaret görmek mümkün değildir. Aksine diğer modern boyutları ve yansımalarıyla
birlikte düşünüldüğünde; aslında İslâm topraklarının çok büyük bir kısmının
Batılı sömürgeciliğin işgali ve istilası altında olduğuna şüphe yoktur.
Dikkatinizi çekmiştir; makale boyunca Filistin’deki
İngiliz manda yönetimi tarafından desteklenen çeteler üzerinde başlayan ve 1948’de
devletleşen Yahudi varlığının “işgali”ne hiç değinmedim. Gazze’de süregelen
vahşi soykırım ve gündemimizden hiç düşmeyen Filistin meselesini nazarıitibara
alarak nevi şahsına münhasır ve benzersiz bir örnek olan “İsrail” işgalini özel
olarak ele almak istedim.
Hilâfet’i nihayet yıkabilmiş olmanın ve 6 asırlık
Osmanlı Devleti’ne son vermenin kibriyle birinci devlet konumuna yerleşen
İngiltere, tarih boyunca Haçlı seferleri ile sembolize edilen İslâm-Küfür,
Doğu-Batı mücadelesinde nihai olarak kazanılan zaferin kalıcılaşmasını temin
etmek üzere inşa edilen kendilerine sadık ulus-devletlerin yanı sıra, adeta bir
emniyet supabı olarak İslâm topraklarının kalbine bir hançer saplamayı
planladığında; 1917 Balfour Deklarasyonu ile Yahudilere Filistin topraklarında
bir devlet vaadinde bulunmakla işe başlamıştı. İngiliz manda yönetiminin
himayesi ve desteği altında yayılan, silahlanan ve çeteleşen Yahudiler, 1948
yılına kadar 30 yıl içinde Filistin topraklarının önemli bir kısmını kemirecek
ve devletlerini ilan edecek bir seviyeye gelmişti. Batılı devletler, kendi
uluslararası hukuklarına aykırı olduğu halde Birleşmiş Milletler nezdinde bu
işgalci “devletin” varlığını kabul ve ilan etmekten çekinmemişlerdi. Zira “İsrail”,
sadece Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, Ermenistan’ın Karabağ’ı işgali veya Hindistan’ın
Keşmir’i işgali gibi bir işgal değildi. Ortada ne bir devlet ne bir ordu ne de
geçici süre vardı. Silahlı terör örgütlerinin, hukuku paspas eden ihlalleriyle
dolu bir istila söz konusuydu. Aradaki fark, çeteden devlete evrilmiş “İsrail”in
“yenilmezliği” ve “kalıcı devamlılığı” iken, diğerleri, günün birinde sona
erebilecek “geçici işgaller” olarak kabul ediliyordu. Zaten uluslararası
hukukta da “işgal” kavramı “geçici” olarak ifade ediliyordu. “İsrail” ise bu
tanımın tamamen dışında ve istisnası kabul edilerek kurulmuştu. Zira “İsrail”
aslında sadece sıradan bir devlet veya işgal değil, aksine Batı sömürgeciliğinin
“sigortası” olarak kabul ediliyordu. Sigortanın olmaması demek, sistemin
yanması demekti. Başka bir deyimle; şayet günün birinde “İsrail” yok olursa,
yani çevresindeki Arap devletlerinden oluşan koruma kalkanı kırılırsa, yani
bunu başarabilecek Hilâfet Devleti gibi bir güç ortaya çıkmışsa, artık Batı
sömürgeciliğinin sonu gelmiş demektir. İşlediği soykırım ve katliamlara rağmen,
hukuku ve anlaşmaları ayaklar altına almasına rağmen, tüm dünya halklarının
öfkesine ve tepkisine karşı vahşetini sürdürebilmesine rağmen hâlâ ABD ve
Avrupa ülkelerinin “sınırsız” ve “sarsılmaz” desteğini almaya devam etmesinin
başka bir izahatı yoktur.
İşte o yüzden rahatlıkla diyebiliriz ki; son
birkaç asırdır dünyayı istila edilen, halkların geleceğini karartan, ülkelerin
zenginliğini acımasızca talan eden, insanlığı tarihin en dip seviyesine düşüren
küresel sömürgecilik sisteminin işgaline son vermenin ilk adımı, Yahudi varlığını
kökünden söküp atacak Râşidî Hilâfet Devleti’nin kurulmasıyla atılacaktır. Tüm
dünya halklarının nefretini bir hayli celbetmiş olan bu metamorfoz varlığın yok
edilmesi için aslında tarihî bir fırsat vardır ve Allah’ın izniyle bu ümmet, bu
fırsatı bu defa kaçırmayacak, ikamesi mukadder olan Râşidî Hilâfet Devleti
yalnızca İslâm ümmetinin değil, tüm dünya halklarının gönüllerinde taht
kuracaktır.
[وَسَيَعْلَمُ الَّذِينَ ظَلَمُوا أَيَّ مُنقَلَبٍ يَنقَلِبُونَ] “Zalimlik yapanlar, çok yakında nasıl bir yıkılışla yıkıldıklarını
göreceklerdir.” [Şuara Suresi 227]


Yorumlar