İSLÂM COĞRAFYASINDA İŞGAL SORUNU

Yusuf Yavuzkan

Öncelikle “işgal” kavramını netleştirmekle başlayalım. Günümüzde “işgal”, “bir egemen gücün askerî aygıtının, o egemen gücün kendi egemenlik alanının yasal sınırları dışında kalan egemen bir toprak üzerinde uyguladığı geçici kontrol” olarak tanımlanıyor. Kuralları, hakları, sorumlulukları vs. 1907 Lahey Konvansiyonu, Cenova Konvansiyonları ve uluslararası savaş hukuku gibi temel metinlere dayandırılıyor. Buna göre; işgal, bir “devletin” savaş açtığı başka bir toprağı “geçici” olarak elinde bulundurmasını ifade ediyor. İşgalci devlet, işgal ettiği topraklarda belirli bir düzen sağlamak amacıyla geçici bir süre orada bulunduktan sonra ayrılıp yönetimi halka terk etmelidir. Kendi topraklarına katacaksa bunun adı “işgal” değil “ilhak”tır. Amerika da Irak’ı bu şekilde işgal edip 2011 yılında işgaline son verdi. Devlet olmayan bir yapının, örgütün veya çetenin istilası ise hukuktaki “işgal” kavramını karşılamaz. Dolayısıyla işgalci, ordusuyla gelmiş bir devlet olmadıkça ve işgali geçici nitelikte olmadıkça yapılan istilanın hukuki dayanağı yoktur.

Her ne kadar uluslararası hukukta böyle tanımlanmışsa da aslında günümüzde “işgal” kavramı, kapitalist ideoloji sayesinde sistematik bir hale gelen sömürgeciliğin bir aracı halini almıştır. “Fetih” kavramı ise İslâm ideolojisinin bir aracıdır. Bu iki araç arasında önemli farklar bulunur: İşgal, ülkeye ve halkına karşıdır; fetih sadece halkı yöneten iktidarları hedef alır. İşgal, sömürü ve tahakküm amaçlıdır; fetih, İslâm’ı tanıtma amaçlıdır. İşgal, istila ve yayılmacılık amaçlıdır; fetih, yayılmacı değil genişlemecidir. İşgalde halkın güvenliği yoktur; fetihte ise halkın malı, canı, namusu, malvarlığı güven altındadır. İşgalde zorlama vardır; fetihte tebaayı zorlamak yoktur.

Tarihte işgal, -Moğol işgalleri ve Haçlı seferlerinden malum olduğu üzere- genelde zalim devletlerin diğer devletleri ve halklarını yağmalamak, topraklarını tahrip etmek, cezalandırmak amacıyla yürüttükleri geçici zorba yönetimlerdi ve işgalci güçler maksatlarına ulaştıktan sonra kendi sınırlarına geri dönerlerdi. Günümüzde ise işgalci devletler, işgallerini doğrudan veya dolaylı olarak kalıcılaştırmak, bunu “uluslararası hukuk” adı altında meşrulaştırmak peşindedir. Meşrulaşmaya çalışan, doğrudan ve kalıcı işgalin en bariz örneği, Yahudi varlığının Filistin toprakları üzerindeki işgalidir. ABD’nin Irak ve Afganistan işgallerinde ise güdümlerinde olan iktidarlar yoluyla dolaylı tahakküm amaçlamıştı.

Tarihteki fetihlerin uygulamaları ve sonuçları ile tarihte ve günümüzdeki işgallerin uygulamaları ve sonuçları arasındaki bariz uçurum, farkı anlamaya kâfidir. Yine de kimi oryantalistler ve Batı düşüncesinden etkilenenlerce fetih de bir işgal olarak gösterilmek istenir. Çünkü onlara göre; bir toprak parçası üzerinde dinî gerekçelerle hak iddia edilemez, bu eyleme kutsallık atfedilemez, bunun bir “kurtuluş” olduğu söylenemez. Onlara göre; fethedilen topraklar, “kurtarılmış bölgeler” olarak addedilemez. Oysa bu yaklaşım, vakıanın net anlaşılamamasından kaynaklanır. “Açmak” kökünden gelen “fetih” kelimesi, “o toprakların İslâm’a açılmasını yani İslâm ahkamının adalet ve merhametle uygulanmasını” ifade eder. Yani maksat; o toprakları ele geçirmek, halkına zulmetmek ve asimile etmek, varlıklarını yağmalamak, üzerlerinde zorba bir rejim inşa etmek değildir. Herhangi bir komutanın herhangi bir bölgeyi, “İslâm” adı altında Müslümanlardan oluşan bir orduyla ele geçirip orada yağma, talan, zulüm ve despotluk yapması, fethin maksadına uygun kabul edilemez. Her ne kadar şer’î manada bu bir fetih kabul edilip o topraklar İslâm toprağı haline gelse de fethin maksadına uygun bir uygulama olmaktan uzaktır. Dolayısıyla tarihte birtakım yöneticilerin veya komutanların kötü uygulamalarına bakarak “fetih” kavramını “işgal” olarak tanımlamak, İslâm’a yönelik bir saldırıdır. Tıpkı “cihat” kavramına yapıldığı gibi, Kur’an’da vasfedilen ve evvela Allah Rasulü, ardından selef-i salihinin icra ettiği fetih kavramının çarpıtılması kabul edilemez.

Bir diğer mesele, devletler arasındaki ilişkilerle ilgilidir. Geçmişte devletler arasında kimi zaman savaş, kimi zaman barış olur; bir devlet yıkılırken başka bir devlet kurulur, topraklar devletler arasında el değiştirir. Hiçbir devletin, bugün olduğu gibi daimî ve kalıcı sınırları olmazdı. Ancak Ortaçağ sonrasında Avrupa devletleri arasında asırlardır süregelen güç mücadeleleri ve düşmanlıkların sona erdirilmesi maksadıyla varılan uzlaşmayla birlikte ortaya çıkan “uluslararası hukuk”, “uluslararası ilişkiler”, “uluslararası düzen” gibi kavramlar, başlangıçta sadece Avrupa devletlerini ilgilendirirken sömürgecilik döneminin başlaması ve dünyaya egemen olmasıyla birlikte tüm toprakları ve milletleri ilgilendiren, hatta bağımlı hale getiren bir statüko biçimini aldı. Ulus devletlerin doğmasıyla birlikte, aralarındaki ilişkileri uluslararası düzen çerçevesinde ele alan; sınırları belirlenmiş, uluslararası hukuk, uluslararası anlaşmalar ve uluslararası kurumların kararlarıyla bağımlı devletler sistemi dünyaya egemen oldu. Başka bir ifadeyle; kendi ideolojileri ve yönetim sistemleri olmayan, halklarının iradesini temsil etmeyen, uluslararası düzenin patronları tarafından tayin edilen yöneticilerin iktidarda olduğu devletler türemiş oldu. Kapitalist ideolojinin hâkim olduğu, sömürgecilik sisteminin aktif bir şekilde yürütüldüğü bu düzen, adeta yepyeni bir ekosistem inşa etti.

Yeni sömürgelerde büyük ölçüde yok edilen insan gücünün yerine geçmek üzere Osmanlı Devleti’nin hâkimiyet ve nüfuz alanı dışında kalan Batı ve Güney Afrika sahillerinden 19.yy.ın ikinci yarısına kadar devam eden dört asırlık zaman içinde başta Portekizliler olmak üzere İspanyollar, Hollandalılar, Fransızlar, İngilizler ve diğer Avrupa devletlerine mensup tüccarlar tarafından 100 milyon civarında insan köleleştirilip götürüldü. Tarihte benzerine rastlanmayan şekilde yürütülen köle ticaretinde, Afrika’nın hür insanları bir ticaret malı haline getirilerek kıtalar arası kurulan köle pazarlarında satıldı.

Sömürgeciliğin bir başka aracı olan misyonerlik faaliyetleri sonucu Amerika’da 16.yy. öncesinde hiç Hıristiyan nüfus yokken bugün 1 milyara yaklaşan nüfusuyla kıtada yaşayanların tamamına yakınını Hıristiyanlar oluşturmaktadır. Yine 1900’lerin başında Afrika kıtasında toplam 10 milyon civarında tahmin edilen Hıristiyanların sayısı, bugün 1 milyarı aşmakta olan nüfus içinde 350 milyon civarındadır. Asya’da yine misyonerlik faaliyetleri neticesinde Hıristiyan olanların sayısı 300 milyondan fazladır.

Osmanlı Hilâfet Devleti’nin gerileme dönemine girmesiyle başlayan süreçte yükselişe geçen kapitalist sömürgecilik, 18.yy.dan itibaren İslâm topraklarını en uç noktalardan başlayarak yavaş yavaş kemirmeye, beldeleri İslâm Devleti’nin elinden almaya ve oluşturdukları ulus-devlet ekosistemine dahil etmeye başladı. Bu süreç, II. Dünya Savaşı sonrasına kadar devam etti. Daha doğrusu; I. Dünya Savaşı sonrasında başlayan bu sürecin -“kurtuluş savaşları”, “ulusal özgürlük mücadeleleri” adı altında başlatılmış olsa da geniş manada günümüzdeki ulus-devlet yapılanmasının- tamamlanması, II. Dünya Savaşı sonrasında başlayan -sözde- bağımsızlık hareketleri ile sağlandı. Başka bir ifadeyle; ağırlıklı olarak İngiliz ve Fransız sömürgeciliği ile temsil edilen ilkel sömürgecilik döneminin, Amerikan emperyalizmi ile temsil edilen yeni sömürgecilik dönemine dönüşmesiyle birlikte, -sözde- bağımsızlıklarına kavuşmuş ulus-devletler ortaya çıktı. Öyle ki 1960 yılında Birleşmiş Milletler üyesi ülke sayısı 99 iken 1980 yılında bu sayı, 154’e yükselmiş, yani 55 yeni ulus-devlet daha peyda olmuştur. Ancak Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) arasında o zaman süregelen “Soğuk Savaş” ortamı, bu devletleri, “Batı” ile “Doğu” kampları arasında zaten bölmüş durumdaydı. Sömürgecilerin bu sömürge devletler üzerindeki nüfuz ve iktidar mücadeleleri, siyasi müdahaleler veya askerî darbeler yoluyla gerçekleşirken, kimi zaman da -konumuzun odağı olan- askerî işgaller yoluyla yürütüldü.

Kapitalist sömürgecilik, küresel hakimiyetini sağlamak için -dergimizin diğer makalelerinde de çeşitli boyutlarıyla ele alınan- muhtelif şekillerde dünyayı işgal ve istila ediyor. Burada ise daha ziyade askerî işgallere ve türlerine kısaca değineceğiz.

15.yy.dan itibaren Portekiz ve İspanyol sömürgeciliği ile başlayıp Fransız, İngiliz, Hollanda, İtalyan ve diğer sömürgecilik modellerine evrilen bu süreç, günümüzde Amerikan emperyalizminin hakimiyeti sonucu yeni ve farklı boyutlar kazandı.

Osmanlı Hilâfet Devleti yıkılmadan önce Kuzey Afrika’dan Endonezya’ya kadar İslâm topraklarına ayak basmaya başlayan sömürgeci güçler daha ziyade askerî işgal yöntemini kullanıyor, ülkeleri talan edip servetlerini yağmalıyordu. I. Dünya Savaşı sonrasında hız kazanan bu süreç; aslında sömürgecilerin kazanımlarını kaybetmekten korkması nedeniyle doğrudan askerî yönetimi esas almalarına, halka yönelik vahşi katliamlar işlemelerine, insanları köleleştirmelerine neden oluyordu. O dönemde halklar arasında çıkan ayaklanmalar ve isyanlar acımasızca bastırılıyor, bunların tekrarlanmamasına yönelik çareler aranıyordu. Neredeyse tüm mazlum ve savunmasız halkları hedef alan bu vahşi saldırılar, Osmanlı Hilâfet Devleti’nin yıkılmasıyla doruk noktasına ulaştı. Ortaya, onlarca ulus-devlet çıktı; iktidarlarına Batılı efendilerine sadık yöneticiler getirildi, devletin tüm anayasal ve yasal altyapısı Batılı mevzuata göre tanzim edildi. Buna rağmen bazı kritik bölgeler işgal altında tutulmaya devam etti. Örneğin; İran (İngiltere ve SSCB), Libya, Mısır (Süveyş) ve Pakistan (Keşmir ve Bangladeş) sık sık işgallere ve saldırılara maruz kalırken, “Cemiyet-i Akvam mandaları” adı altında, bilhassa “Ortadoğu’nun kalbi” mesabesinde olan Suriye ve Lübnan (Fransa 1923-1945), Filistin (İngiltere 1923-1948), Ürdün (1921-1946) ve Irak’ta (1922-1932), manda rejimleri kuruldu.

II. Dünya Savaşı’nda klasik Avrupalı sömürgecilerin güç kaybetmesi ve sahneye yeni süper güç olarak ABD ve SSCB’nin ortaya çıkıp Soğuk Savaş’ın başlaması ve dolayısıyla dünyanın “Batı” ve “Doğu” blokları adı altında ikiye bölünmesiyle birlikte, sömürgeciler arasında yeni bir nüfuz mücadelesi başladı. Böylece ilkel sömürgecilik dönemi yavaş yavaş sona erdi. SSCB nüfuzu altındaki Balkanlar, Orta Asya ve Kafkasları doğrudan işgal ve tahakküm altında tutarken, ABD uzun müddet boyunca İngiltere ve Fransa’nın sömürgelerini ele geçirmekle uğraştı. Sömürgeleri; “bağımsızlık” ve “özgürlük” propagandası altında, -Avrupalı sömürgecilerin askerî işgallerini ve siyasi nüfuzlarını sona erdirmeye yönelik- halk ayaklanmalarına ve askerî darbelere teşvik etti. O dönemde -Türkiye de dahil- pek çok Ortadoğu ve Afrika ülkesinde onlarca askerî darbe yaşandı. Sömürgeciler, bu topraklardan çekilmek ve fiilî işgallerini sona erdirmek zorunda kaldılar. Ancak iktidarın yeni elitleri, ABD’nin yeni sömürgecilik yaklaşımının sonucu olarak sömürgecilik ekosistemi içinde kalmaya devam ettiler.

Siyasi, askerî, ekonomik ve kültürel boyutlarıyla Amerikan tipi yeni sömürgecilik modeli, doğrudan askerî işgali öngörmüyor olsa da; Soğuk Savaş’ın sona ermesi, Komünist SSCB’nin yıkılıp kapitalist ABD’nin küresel zaferini ilan etmesi, “iki kutuplu dünya düzeni”nden “tek kutuplu dünya düzeni”ne geçilmesi, ABD’nin yeniden ilkel sömürgeciliğe başvurmasında etkili oldu. Zira uzun süredir nüfuzu altına alamadığı bazı jeopolitik rekabet alanlarına ağırlığını koymaya karar verdi. Böylece 11 Eylül 2001 olayından sonra Güneydoğu Asya’nın kalbinde yer alan, -Çin, Rusya, Orta Asya ve Hint Okyanusu çemberinde kritik bir rol oynayan- Afganistan’ı fiilen işgal etti. Hızını alamayan küstah ABD yönetimi, çok geçmeden Ortadoğu’nun kalbinde yer alan, -İran, Türkiye, Şam toprakları ve Arap Yarımadası arasında en önemli ülke olan- Irak’ı fiilen işgal etti. 2000’li yılların başından itibaren Putin yönetimindeki Rusya’nın da giderek güç kazanmasıyla birlikte Rusya da benzer adımlar atarak; 2008 yılında Abhazya ve Güney Osetya’yı, 2014 yılında Kırım ve Sivastopol’ü işgal etti.

Ancak “işgal” kavramı, yalnızca ABD’nin doğrudan askerî müdahalede bulunmasıyla sınırlı kalmadı. Soğuk Savaş sona erdikten sonra misyonunu tamamlayan ve varsayımsal olarak dağılması gereken NATO paktını yeniden işlevsel hale getirerek sömürgeci dış politik gündeminde önemli bir araç olarak kullanmaya devam etti. 1990’lı yılların sonunda Bosna ve Kosova’da aktif bir şekilde kullanılan NATO güçleri, 2000’li yıllardan itibaren görev kapsamının tüm dünya çapına genişletilmesiyle birlikte sadece Batı Avrupa ve ABD’yi korumakla görevli bir teşkilat olmaktan fazlası olduğunu kanıtladı. 2001-2016 yılları arasında Akdeniz’de “terörizmle mücadele” operasyonu; 2001-2014 yılları arasında Afganistan işgaline iştirak; 2009-2016 arasında Somali açıklarında “korsanlıkla mücadele” misyonu; 2012 yılından günümüze Türkiye’de sürdürülen Patriot “füze savunma” misyonu ve 2015-2021 yıllarında Afganistan’da yürütülen “Kararlı Destek” misyonu, bunlardan sadece birkaçıydı.

Özellikle iç savaşların ve bölgesel çatışmaların hüküm sürdüğü topraklara yönelik Birleşmiş Milletler “barışı koruma” misyonları da işgalin farklı bir türü olan benzer bir fonksiyon üstlendi. Somali iç savaşı, Sudan iç savaşı ve Darfur krizi, Pakistan-Hindistan savaşları, Tacikistan iç savaşı, Doğu Timor krizi, Bosna ve Kosova krizleri, Yahudi varlığının güvenliği, Körfez krizi, İran-Irak savaşı, Lübnan iç savaşı, Arap Baharı ayaklanmaları, Yemen savaşı, Kıbrıs anlaşmazlığı, Batı Sahra anlaşmazlığı ve Afrika’daki onlarca kriz bölgesi gibi dünyanın pek çok sıcak noktasında yürütülen BM misyonları, her zaman sömürgeci işgal politikasının bir parçası oldu. Keza küresel sömürgeci güçlerin, Türkiye’nin de dahil olduğu dünyanın birçok bölgesine kurduğu yüzlerce askerî üs ve deniz kontrolüne yönelik savaş gemilerinin yanı sıra askerî tatbikatlar bahanesiyle yapılan konuşlandırmalar, işgale modern anlamlar kazandırdı. Resmî rakamlara göre; ABD, kendi toprakları haricinde, 200 binden fazla askerini dünya genelinde konuşlandırılmış durumda. Üstelik askerî danışmanlık, askerî teknoloji ve askerî muharebe sistemleri üzerindeki hakimiyet de dikkate alındığında askerî işgalin, tahayyüllerin ötesinde olduğu öngörülebilir.

Dolayısıyla günümüzde, askerî anlamda “fiilî işgal” kavramını yalnızca Afganistan ve Irak’ın işgali gibi bariz müdahalelerden ibaret görmek mümkün değildir. Aksine diğer modern boyutları ve yansımalarıyla birlikte düşünüldüğünde; aslında İslâm topraklarının çok büyük bir kısmının Batılı sömürgeciliğin işgali ve istilası altında olduğuna şüphe yoktur.

Dikkatinizi çekmiştir; makale boyunca Filistin’deki İngiliz manda yönetimi tarafından desteklenen çeteler üzerinde başlayan ve 1948’de devletleşen Yahudi varlığının “işgali”ne hiç değinmedim. Gazze’de süregelen vahşi soykırım ve gündemimizden hiç düşmeyen Filistin meselesini nazarıitibara alarak nevi şahsına münhasır ve benzersiz bir örnek olan “İsrail” işgalini özel olarak ele almak istedim.

Hilâfet’i nihayet yıkabilmiş olmanın ve 6 asırlık Osmanlı Devleti’ne son vermenin kibriyle birinci devlet konumuna yerleşen İngiltere, tarih boyunca Haçlı seferleri ile sembolize edilen İslâm-Küfür, Doğu-Batı mücadelesinde nihai olarak kazanılan zaferin kalıcılaşmasını temin etmek üzere inşa edilen kendilerine sadık ulus-devletlerin yanı sıra, adeta bir emniyet supabı olarak İslâm topraklarının kalbine bir hançer saplamayı planladığında; 1917 Balfour Deklarasyonu ile Yahudilere Filistin topraklarında bir devlet vaadinde bulunmakla işe başlamıştı. İngiliz manda yönetiminin himayesi ve desteği altında yayılan, silahlanan ve çeteleşen Yahudiler, 1948 yılına kadar 30 yıl içinde Filistin topraklarının önemli bir kısmını kemirecek ve devletlerini ilan edecek bir seviyeye gelmişti. Batılı devletler, kendi uluslararası hukuklarına aykırı olduğu halde Birleşmiş Milletler nezdinde bu işgalci “devletin” varlığını kabul ve ilan etmekten çekinmemişlerdi. Zira “İsrail”, sadece Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, Ermenistan’ın Karabağ’ı işgali veya Hindistan’ın Keşmir’i işgali gibi bir işgal değildi. Ortada ne bir devlet ne bir ordu ne de geçici süre vardı. Silahlı terör örgütlerinin, hukuku paspas eden ihlalleriyle dolu bir istila söz konusuydu. Aradaki fark, çeteden devlete evrilmiş “İsrail”in “yenilmezliği” ve “kalıcı devamlılığı” iken, diğerleri, günün birinde sona erebilecek “geçici işgaller” olarak kabul ediliyordu. Zaten uluslararası hukukta da “işgal” kavramı “geçici” olarak ifade ediliyordu. “İsrail” ise bu tanımın tamamen dışında ve istisnası kabul edilerek kurulmuştu. Zira “İsrail” aslında sadece sıradan bir devlet veya işgal değil, aksine Batı sömürgeciliğinin “sigortası” olarak kabul ediliyordu. Sigortanın olmaması demek, sistemin yanması demekti. Başka bir deyimle; şayet günün birinde “İsrail” yok olursa, yani çevresindeki Arap devletlerinden oluşan koruma kalkanı kırılırsa, yani bunu başarabilecek Hilâfet Devleti gibi bir güç ortaya çıkmışsa, artık Batı sömürgeciliğinin sonu gelmiş demektir. İşlediği soykırım ve katliamlara rağmen, hukuku ve anlaşmaları ayaklar altına almasına rağmen, tüm dünya halklarının öfkesine ve tepkisine karşı vahşetini sürdürebilmesine rağmen hâlâ ABD ve Avrupa ülkelerinin “sınırsız” ve “sarsılmaz” desteğini almaya devam etmesinin başka bir izahatı yoktur.

İşte o yüzden rahatlıkla diyebiliriz ki; son birkaç asırdır dünyayı istila edilen, halkların geleceğini karartan, ülkelerin zenginliğini acımasızca talan eden, insanlığı tarihin en dip seviyesine düşüren küresel sömürgecilik sisteminin işgaline son vermenin ilk adımı, Yahudi varlığını kökünden söküp atacak Râşidî Hilâfet Devleti’nin kurulmasıyla atılacaktır. Tüm dünya halklarının nefretini bir hayli celbetmiş olan bu metamorfoz varlığın yok edilmesi için aslında tarihî bir fırsat vardır ve Allah’ın izniyle bu ümmet, bu fırsatı bu defa kaçırmayacak, ikamesi mukadder olan Râşidî Hilâfet Devleti yalnızca İslâm ümmetinin değil, tüm dünya halklarının gönüllerinde taht kuracaktır.

[وَسَيَعْلَمُ الَّذِينَ ظَلَمُوا أَيَّ مُنقَلَبٍ يَنقَلِبُونَ] “Zalimlik yapanlar, çok yakında nasıl bir yıkılışla yıkıldıklarını göreceklerdir.” [Şuara Suresi 227]


Yorumlar

Yorum Yaz