7 Ekim 2023’te başlayan Aksa Tufanı Harekâtı ve
hemen sonrasında Yahudi varlığı “İsrail”in Gazze’ye yönelik giriştiği katliam
ve soykırım, bir uzlaşma formülü olarak “iki devletli çözüm” meselesini tekrar
gündeme getirdi.
İşgalci “İsrail”in varlığını mutlaklaştıranlar nezdinde,
Filistin halkına Yahudilerle yan yana yaşayacağı bir devlet verildiğinde çatışmaların
duracağı ve bölgesel barışın sağlanacağı tezine dayanan bu çözüm planı, siyasi
gerçeklikten uzak, yüzeysel bir bakış açısıyla tartışılmaktadır. Daha doğrusu;
iki devletli çözüm planının mimarı olan sömürgeci ABD, dünya kamuoyunun
özellikle de İslâm ümmetinin meseleye yüzeysel bir şekilde bakmasını
istemektedir.
Bu makalemizde, neredeyse tüm dünya tarafından
kabul edilen, İslâm beldeleri yönetimlerinin canhıraş peşinden koştuğu iki
devletli çözüm planının; tarihsel sürecini, motivasyonunu, hedeflerini ve
uygulanabilirliğini irdelemeye çalışacağız. Meselenin
daha iyi anlaşılabilmesi için geçmiş-gelecek ilişkisi bağlamında, Filistin’in
siyasi tarihine kısa bir yolculuk yapmak yerinde olacaktır.
Filistin meselesi, devletlerarası bir sorun olarak
geçen yüzyılda Osmanlı Halifesi Abdulhamid Han zamanından itibaren
hareketlenmeye başladı. O dönemde Yahudilerin siyasi liderleri, Filistin’de
kendileri için tutunacak bir yer edinmek üzere Batılı kafir devletler -özellikle
de İngiltere- ile dayanışma çabası içerisinde idiler. Bu amaçla Osmanlı Hilâfet
Devleti’nin yaşadığı mali krizden faydalanmaya çalıştılar. 1901 yılında o
zamanki Yahudi liderlerinden Theodor Herzl, aynı amaçla devlet hazinesine
ödenmek üzere büyük miktarda para teklifinde bulundu. Fakat Halife Abdulhamid
Han onun bu teklifini reddetti, “Filistin’in ümmetin mülkü olduğunu, bir karış
toprağından bile taviz vermeyeceğini” kesin şekilde ifade etti.
İngiliz İşgali ve Yahudi Göçünün Sağlanması
Halife Abdulhamid’in İttihatçı zihniyet
tarafından yönetimden indirilmesinden sonra, 1917 yılında İngilizler, Filistin’i
işgal etti. Aynı yıl İngiliz Dışişleri Bakanı’nın ismine atfen “Balfour Deklarasyonu” denilen bildiriyi imzaladılar. Bu bildiride İngilizler, Yahudilerin
Filistin’i işgal etmeleri ve orada bir devlet kurmaları için yardım etmeyi
taahhüt ediyordu. İngilizlerin Müslümanların ilk kıblesi olan İslâm’ın kutsal
topraklarında, neden bir Yahudi devleti kurmak istediğini, Siyonist varlığın
mevcut Cumhurbaşkanı Herzog’un Gazze’deki soykırımı savunmak için kullandığı
ifadeler özetlemektedir: “Biz Batı medeniyetini korumak için savaşıyoruz.
Biz kaybedersek sıra Batı’ya gelecektir.”[1]
Yani “Batı için varız.”, “Batı’nın İslâm ile savaşındaki aparatıyız…”
Birinci Dünya Savaşı sona erip Osmanlı Hilâfet
Devleti yenik sayıldıktan sonra galip devletler, “İngiltere’nin Yahudilere söz
verdiği Balfour vaadi uygulansın” diye Filistin’e İngiliz “Manda Yönetimi”ni
dayatma rolüyle 1922’de, “Cemiyet-i Akvâm’ı (Milletler Topluluğu’nu)” kurdular.
Ardından İngiltere, dünyanın değişik
bölgelerindeki Yahudilerin Filistin’e göç etmelerini sağlayacak icraata başladı;
onları eğitti, silahlandırdı ve çıkardığı yasalarla Filistin’de toprak sahibi
olmalarını sağladı. Bu süreçte, başta İzzettin Kassam’ın öncülük ettiği
mücadele olmak üzere Filistinli Müslümanlar, topraklarını geri almak için
İngilizlere karşı kahramanca cihat ettiler. Aynı şekilde Yahudiler ile
Müslümanlar arasındaki çatışma ve mücadele, hız kesmeden devam etti.
Bu sıralarda ABD, dönemin ABD Başkanı James
Monroe’nin 2 Aralık 1823’te kongreye sunduğu “Monroe Doktrini” neticesinde;
Avrupa devletlerinin aralarında yaptıkları savaşlarla ekonomik ve askerî
kapasitelerini tükettiklerini görmüş, uygulanan 100 yıllık uzlet politikasını
terk ederek bir “kurtarıcı” olarak İkinci Dünya Savaşına dahil olmuştu. Savaş
sonunda ABD, “süper güç” olarak ortaya çıktı ve “Birleşmiş Milletler” başta
olmak üzere yeni bir uluslararası sistemin kurulmasına liderlik etti. İngiltere’nin
küresel gücü ise ikincil seviyeye geriledi.
Amerika’nın İki Devletli Çözümü-Taksim Planı
1947 yılına gelindiğinde İngilizler artık
Filistin’i yönetemez bir durumdaydı. Bunun üzerine İngiltere, bölgedeki
sorumluluklarından kurtulmak amacıyla konuyu, Nisan ayında Birleşmiş Milletler’e
götürdü. 15 Mayıs’ta, Birleşmiş Milletler Filistin Özel Komitesi (UNSCOP)’nin kurulmasına,
bu komitenin 11 üyeden oluşmasına ve raporun en geç 1 Eylül 1947’de sunulmasına
karar verildi.
Komite, Haziran ve Temmuz aylarında Filistin,
Mısır, Irak, Lübnan, Suudi Arabistan ve Suriye’de çeşitli görüşmeler yaptı. Bu
görüşmelerin sonunda hazırladığı raporu, 1 Eylül günü Birleşmiş Milletler Genel
Sekreterliğine sundu. Komisyonun raporu iki plan içermekteydi. Birincisi,
komisyon üyelerinin çoğunluğunun kabul ettiği; bölgeyi üçe bölen “çoğunluk
planı”, ikincisi, diğer üye devletlerin önerdiği federal bir devletin
kurulmasını öngören “azınlık planı” idi.
Azınlık planı; Araplar ve Yahudilerin
birlikte yaşayacağı, Lübnan tarzı demokratik temele dayalı, “tek bir devlet
kurulmasını” isteyen İngilizlerin planıydı. Böylece Filistin’in tümünde yönetim
Yahudilere ait olmakla birlikte Müslüman ve Hıristiyanlardan bazı bakanlar da
yönetime katılabileceklerdi. Bu durumda; fiilen Yahudilerin yönettiği bu devlet,
bölgede kabullenilmiş olacaktı.
Çoğunluk planı ise Yahudilerin ve Arapların
çoğunlukta bulunduğu bölgelere göre taksim yapılarak bu çerçevede “birer Arap
ve Yahudi Devleti kurulmasını” öngören ABD planıydı. ABD, bölgeyi sömürmenin
bir aracı olarak -İngiltere gibi- “İsrail”in kurulmasını istemenin yanında
Araplara/Filistinlilere ayrı bir devlet verilmesi gerektiğini düşünüyordu.
Böylece ulaşılması mümkün olmayan göstermelik bir devlet karşılığında hem
çatışmaya dayalı denge sağlanmış olacaktı hem de Yahudi varlığı desteklenerek
bölgeye kabul ettirilecekti.
25 Kasım 1947’de BM nezdinde kurulan geçici
komite çoğunluk planını kabul etti. Plana göre; kurulacak Arap devletine;
Gazze ve Refah Sahil şeridi, Celile, Nablus, El Halil ve Berşeva civarı, Yahudi
Devletine ise Tel Aviv ve Hayfa civarındaki sahil bölgesi, Necef, Yizreel
ve Hule Vadisi veriliyordu.
Planın üçüncü bölümünde; Kudüs şehri, -her üç din
için kutsal olmasından dolayı- “Corpus Seperatum (Ayrı Beden)” statüsünde kabul
ediliyordu. Kudüs şehri, Corpus Seperatum altında kurulacak ve Birleşmiş
Milletler tarafından yönetilecekti. Plana göre; Filistin topraklarının %55’lik
kısmı Yahudilere, %45’lik kısmı ise Araplara bırakılıyordu.[2]
Birleşmiş Milletler Taksim Planı, 29 Kasım 1947 tarihinde,
BM Genel Kurulu’nda oylandı. 33 kabul, 13 ret ve 10 çekimser oyla, “Birleşmiş
Milletler 181 Sayılı Genel Kurul Kararı” olarak kabul edildi. Amerika Birleşik
Devletleri, Sovyetler Birliği ve Fransa, taksim lehinde oy kullanırken
İngiltere çekimser kaldı. O dönemde İngiliz eksenli CHP’nin iktidarda olduğu
Türkiye ise Arap ülkeleriyle birlikte taksim planına ret oyu verdi.
Yahudiler -o dönemden beri taksim planında üçüncü kısım yani Kudüs’ün uluslararasılaştırılmasına
karşı çıkmışlar-, Birleşmiş Milletlerin bu taksim planını, Kudüs konusundaki
itirazlarına karşın kabul ettiler.
Ancak plan yürürlüğe girmedi. Mayıs ayına
gelindiğinde İngiltere meseleyi artık sonlandırmak için Filistin’deki bütün
kuvvetlerini çekeceğini duyurdu. Çekilme işleminin tamamlanmasından bir gün
önce 14 Mayıs 1948 tarihinde Yahudi Milli Konseyi “İsrail” devletinin
kurulduğunu ilan etti. Dönemin büyük devletleri; Amerika, İngiltere Fransa ve
Rusya hızlıca Yahudi devletini tanıdılar.
ABD, İngiltere ve diğer kafir devletler Yahudi
varlığının kurulmasını sağlayarak şu hedeflerini gerçekleştirdiler:
1- Müslümanların birbirlerine
kavuşmalarını engelleyecek ve birlikteliklerinden uzaklaştıracak şekilde,
bölgedeki Müslümanlar arasına yabancı bir cisim yerleştirdiler.
2- Bölgeyi, Yahudi karşıtı
çatışmalarla meşgul ederek asıl çatışmaların Hilâfet’i ortadan kaldıran kafir
Batı ile olması gerektiğini unutturdular. Zira bölgede Yahudiler için bir
devlet kurulmadan önce çatışma, Müslümanlar ile kafir Batı arasında idi.
Yahudilerin Filistin’i işgal etmeleriyle gasıp varlık ile yapılan mücadele,
merkezî bir konum aldı ve onu var edenler ile yapılan mücadele zayıfladı.
3- Onlar, kendi ülkelerindeki
Yahudi probleminden “kurtuldular.” Çünkü Yahudiler, her nerede bulundularsa
bozgunculuklarıyla meşhur oldular.
Arap -“İsrail” Savaşları
Gasıp Yahudi devletinin kuruluşunun ilanı,
bölgedeki Arap ülkelerinin “İsrail’e” savaş açmasını beraberinde getirdi. Fakat
İslâm’a ve Müslümanlara ihanet içindeki Arap rejimlerinin Yahudilere açtığı bu
savaş, mukaddes Filistin topraklarını kurtarmak için değil -sömürgeci
efendilerinin talimatıyla- Yahudilere “yenilmezlik” payesi vermek için açılan
teslimiyet savaşıydı. 1948 yılında Arap Birliği’nin açtığı ilk savaş sonrası
Yahudi varlığı, 1947’de Taksim Planı ile elde ettiği %56’lık Filistin toprağını
%78’e çıkardı.
Daha sonra bu savaşı, “Altı Gün Savaşı” olarak da
bilinen “1967 savaşı” takip etti. Savaşın sonunda “İsrail”, Mısır’dan Sina
Yarımadası’nı, Suriye’den Golan Tepelerini ve Filistin’in Gazze Şeridi ile Batı
Şeria’yı da alarak işgal ettiği toprakları dört katına çıkardı.
1973 yılında Mısır ve Suriye ile “İsrail”
arasında, -ABD’nin “Ortadoğu’nun kapısı” olarak gördüğü Mısır’ın “İsrail”le
barıştırılması için kurguladığı- Ekim savaşı yapıldı. Savaş sonrası 17 Eylül
1978’de Mısır ile “İsrail” arasında, ABD gözetiminde Camp-David anlaşması
imzalandı. Anlaşma gereği “İsrail”, Sina Adasını Mısır lehine boşalttı. Ancak
Sina Adası silahsızlandırıldı ve “Çok Uluslu Kuvvet ve Gözlem Gücü (MFO)” yerleştirildi.
Böylece “İsrail”in güney sınırı güvene alındı. Aynı savaş sonrası, 1974 yılında
Suriye’nin Golan Tepelerine, 2006 yılındaki Hizbullah-“İsrail” savaşı sonrası
da Lübnan sınırına, “Uluslararası Barış Gücü” askerleri yerleştirilerek
Yahudilerin sınırları güvence altına alındı.
1982 yılına gelindiğinde; “İsrail”, ABD’nin
telkiniyle Lübnan’ı istila ederek oradan Filistin direnişini yürüten Yaser
Arafat’ı Tunus’a gitmeye mecbur etti. Gitmeden önce de ABD Kongresinden bir
heyet Lübnan’a giderek Arafat’tan, Yahudi varlığını açıkça tanıyacağına dair
söz aldı. Bu durum, ABD’nin, Yahudi varlığını Filistin direnişine kabul
ettirmek için iki devletli çözüm temelinde benimsediği hedefini gerçekleştirmesinin
dönüm noktası oldu.
Arafat’ın “İsrail”i Tanıması
1988 yılında Cezayir’de, Filistin Vatani Kongresinde
Arafat, “Filistin toprakları üzerinde tek devlet kurulması fikrinden
vazgeçtiğini, 1967 sınırlarında kurulacak bir Filistin devleti istediğini” ilan
etti. Aynı şekilde İngiltere’nin işgal sürecinde Filistin’den ayırarak kurduğu
Ürdün (Emirliği) de “Batı Şeria üzerinde bir Filistin devleti kurulmasını kabul
ettiğini” söyledi ve Batı Şeria ile Ürdün arasında idari ve kanuni ayrım
onaylandı. İngiltere ve çoğunluğu onun yörüngesinde dönen Arap devletleri de
ABD’nin iki devletli çözüm planını kabul ettiler.
Üç yıl sonra 1991’de ABD, iki devletli çözümü
esas alan “Madrid Barış Konferansı”nı düzenledi. Sürdürülen müzakereler, 20
Ağustos 1993’te Yahudi varlığı ile Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) arasında
Norveç’in Oslo şehrinde anlaşmayla sonuçlandı. Daha sonra anlaşma resmen
Filistin Kurtuluş Örgütü Başkanı Yaser Arafat, “İsrail” Başbakanı İzak Rabin
tarafından 13 Eylül 1993 tarihinde Washington’da halka açık bir törenle
imzalandı. Anlaşma metni, “İsrail” askerlerinin Gazze Şeridi ve Eriha’dan
çekilmeleri ile başlayan beş yıllık bir geçiş dönemini öngörüyordu. Bunun yanı
sıra, Batı Şeria ve Gazze’de yönetimin kısmen Filistinlilere teslim edilmesi
ile sonuçlanacak geçici bir dönemin belirlenmesi konusunda anlaşıldı.[3]
Nihayetinde ABD, 1948 yılında devlet verdiği
Yahudilerin varlığını bölgeye hazmettirmek için kurguladığı -sözde- iki
devletli taksim planını, 40 yıllık mücadele ve entrika neticesinde Filistin
Kurtuluş Örgütü’ne, bölge devletlerine ve uluslararası sisteme kabul ettirmeyi
başardı. Ki mesele zaten Filistin’e devlet vermek değildi. Batı Şeria örneğine
bakılarak bir Filistin devletinin varlığından bahsetmek, kara bir cehaletten
değilse ancak ihanetle açıklanabilir. Nitekim bugüne kadar yapılan savaşlar ve
müzakerelerin sonunda Yahudiler, işgallerini ve zulümlerini daha da büyüttüler.
Bugün iki devletli plana göre; Filistin Devleti toprağı sayılan Batı Şeria ve
diğer şehirlerde, Yahudi varlığı binlerce yeni yerleşim alanları inşa etti. 1
milyona yakın işgalci Yahudi, bu bölgelere gerçek bir savaş olmadıkça çıkartılamayacak
şekilde yerleşti. Zira Yahudiler, her taviz kopardıklarında daha da
pervasızlaştılar. Geriye, diğer Filistinli direniş gruplarının “iki devletli
çözüm” adı altında Yahudi varlığını tanımaları kaldı ki o da zaman içerinde
gerçekleşecekti…
Normalleşme Süreci, Aksa Tufanı ve İslâmi Çözüm
Binlerce katliam ve işgalin gölgesinde mübarek
Filistin beldesine kurulan büyük kumpasın başarılı olmasının en büyük nedeni,
hiç şüphesiz İslâm beldelerindeki rejimlerin ihanetidir. Onlar -tıpkı Yahudi
varlığı gibi- İslâm ile savaşında kafir Batı’nın gönüllü aparatı oldular. Batı’nın
ne zaman başı sıkışsa, Yahudiler ne zaman dara düşse, ümmet ne zaman kıyam etse
onlar zalimlerin yardımına koştular. İki devletli çözümün kabulü konusunda da
onlar başrolü oynadı. Özellikle Türkiye, İslâmi direniş örgütü Hamas’ı plana
ikna etmek için uzun bir süre çaba gösterdi.
16 Şubat 2006, Türkiye-Hamas’ı
silahsızlanma ve “İsrail”i tanıma konusunda ikna etmeye çalışırken
Cumhurbaşkanı Gül şu ifadeleri kullandı: “Hamas liderleri 2006 seçimlerini
kazandıktan sonra Türkiye’ye geldiler. O zaman kendilerine demokratik
davranmaları gerektiğini, İsrail’e roket atmayı bırakmalarını söyledik. ABD ve
Avrupalılara Filistin devleti olarak İsrail ile yan yana yaşamaya istekli
olduklarını söylemeleri gerektiğini belirttik.”[4]
29 Nisan
2014’te FKÖ liderliğinde Hamas ve İslâmcı direniş gruplarının birleştirilmesi
fikri için girişimler yapıldı -ki bu da bir Amerikan planıdır-.[5]
Ve bir
kırılma noktası olarak Hamas lideri Halid Meşal, 02 Mayıs 2017’de “1967
sınırları içinde Filistin devletini kabul edeceklerini” duyurdu. [6]
Daha sonra
bu gelişmeleri, Türkiye’nin “İsrail”le karşılıklı büyükelçi atamaya kadar
taşınan “normalleşme” görüşmeleri takip etti. “Aksa Tufanı” başlamadan kısa
süre önce “İsrail” Cumhurbaşkanı Herzog, Ankara-Beştepe’de ağırlandı. 20 Eylül
2023’te Cumhurbaşkanı Erdoğan, Netanyahu ile New York’taki Türk Evi’nde yüz
yüze görüştü ve burada ilişkilerin üst seviyeye taşınması için fikir birliğine
varıldı. Hatta kravatlar üzerinden şakalaşmalar bile yapıldı. Türkiye’nin bu
girişimleri öncesinde Mısır ve Ürdün’e ilave olarak, Birleşik Arap Emirlikleri
(BAE), Bahreyn, Sudan ve Fas, Yahudi “devleti” ile “normalleşme” anlaşmaları
imzaladılar. Suudi Arabistan ise normalleşme için son hazırlıkları yapıyordu.
Fakat Aksa
Tufanı Harekâtı, tüm bu girişimleri akamete uğrattı. Hamas’a bağlı Kassam Tugayları,
Yahudilere sarsıcı bir operasyon düzenleyerek dengeleri tekrar değiştirdi. Eğer
Arap rejimlerinin, İran’ın ve Türkiye’nin Gazze’ye ihaneti olmasaydı; Aksa
Tufanı’nın “ümmet tufanına” dönüşmesi ve Yahudi varlığının yok edilmesi
kaçınılmaz olurdu.
Ancak ABD
ve Avrupa, her türlü desteği vererek Yahudilere can suyu oldular. Aynı şekilde İslâm
İşbirliği Teşkilatı, Aksa Tufanı’ndan 6 hafta sonra Riyad zirvesinde, “Gazze
halkının tek temsilcisinin Mahmut Abbas yönetimi olacağına” dair karar alarak
toplantının sonuç bildirgesine eklediler. Böylelikle Hamas’a ve Filistinli
Müslümanlara yalnız oldukları, cihadı terk ederek teslim olmaları ve El Fetih
çizgisine girmeleri gerektiği mesajını verdiler. Sonra Doha-Kahire-Ankara
üçgeninde Hamas’a, esir aldıkları Yahudi işgalcileri serbest bırakmaları için
baskı üstüne baskı yaptılar ve nihayetinde Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan
Fidan, “Filistin Devleti’nin kurulmasını müteakip Hamas’ın ayrıca silahlı
kanadının olmasına gerek kalmayacağını Hamaslı yetkililer bana ilettiler.”[7]
ifadelerini kullandı.
Kuşkusuz
bundan sonraki süreç; Hamas’ın, “Gazze’deki soykırımın sona ermesi için silah
bırakması gerektiği” konusunda Türkiye ve diğer bölge ülkelerinin baskısı
şeklinde devam edecektir. Bunu da 1967 sınırlarında hayali bir Filistin
devletini teklif ederek yapacaklardır. Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan, 6 Mayıs
2024’te ABD-“İsrail”-Mısır tarafından sunulan son ateşkes teklifini kabul eden
Hamas’ın bunu Türkiye’nin telkinleriyle yaptığını söyleyerek Hamas’a teşekkür
etti.
İşte
Yahudi varlığının kuruluşundan bugüne kadar yaşanan tüm olayların motivasyonu;
ABD’nin iki devletli çözüm planı temelinde Filistin direnişini teslim almak,
hain Mahmud Abbas yönetimi gibi Yahudilerin örtüsü altında yaşayan, ordusu ve
egemenlik hakkı olmayan kartondan bir Filistin devleti karşılığında Yahudilerin
varlığını Filistin halkına ve tüm Müslümanlara kabul ettirmektir.
Dolayısıyla
iki devletli çözüm planı, gerçekliği ve uygulanabilirliği olmayan şerir bir
ihanet planıdır. Çünkü Filistin’e vaat edilen şey, devlet değildir; -ister 1948
sınırlarında olsun ister başkenti Doğu Kudüs olan 1967 sınırlarında olsun-
teslimiyet ve zillet sözleşmesidir. Zira 76 yıldır verilen sözler bu sebeple
yerine getirilmemiştir. ABD meseleye ilişkin bir çözümü olduğunu göstermek için
bu planı her platformda dile getirmekte, Müslüman halklara karşı ağızlarında
çiğneyecek bir sakız olsun diye İslâm beldelerinin yöneticilerine planın
sözcülüğünü yaptırmaktadır.
Hülasa
Filistin halkının, mücahit grupların ve tüm Müslümanların bu plana karşı uyanık
olması, kesinlikle reddetmesi ve boşa çıkarılması için mücadele etmesi
zorunluluktur. Filistin, her karışı korunması gereken mukaddes bir İslâm
beldesidir. Filistin ve Mescid-i Aksa’nın özgürleşmesinin yolu, Yahudilerin
tahakkümü altında yaşanılacak uyduruk bir devlet değildir. Filistin için İslâmi
çözüm; gasp edilen toprak hakkında İslâm’ın verdiği hükümdür. O da; gasıp ile
savaşmak, Yahudilerin mübarek topraklardan köklerini kazımak için Müslümanların
ordularını harekete geçirmektir. Kalıcı ve köklü çözüm ise Râşidî Hilâfet Devleti’ni
kurarak mübarek İsra ve Miraç topraklarını Hilâfet kalkanı ile korumaya
almaktır. Allah’ın izniyle o günler uzak değildir.
Rasulullah
SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:
"Müslümanlarla
Yahudiler savaşmadıkça kıyamet kopmayacaktır. O savaşta Müslümanlar (galip
gelerek) Yahudileri öldürecekler. Öyle ki, Yahudi, taşın ve ağacın
arkasına saklanacak da, taş veya ağaç; ‘Ey Müslüman, ey Allah’ın kulu, şu
arkamdaki Yahudi’dir, gel de onu öldür!’ diye haber verecektir…”[8]


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış