Devletlerarası düzen ya da devletlerarası durum;
devletlerin, birinci devlet konumuna yükselmeleri ve devletlerarası siyasette
tesirli olabilmeleri için siyasi, askerî ve ekonomik açıdan birbirleriyle
sürekli çekişme halinde oldukları bir ortamdır. Yani siyaset sahnesinin birinci
devleti ile onunla rekabet etmeye, bulunduğu konumdan indirmeye ya da en
azından tesirini kırmaya çalışan devletlerin içerisinde bulunduğu durumdur. Bu düzen,
gerek devletlerinin konumlarını koruma ve diğer devletler üzerindeki tesirlerini
devam ettirme, gerekse çizmiş oldukları planları hayata geçirebilme açısından
birtakım kırılma noktalarının vesile olduğu statik olmayan ve sürekli
değişimlerin gerçekleştiği dinamik bir ortamı ifade eder.
Mesela; eski tarihte Mısır, birinci devlet
konumundaydı ve Asur Devleti bu mertebe için Mısır’ı sıkıştırıyordu. Roma
Devleti birinci devlet konumundayken de Fars Devleti bu konum için Roma’yı
sıkıştırıyordu. İslâm Devleti de Hulefa-i Râşidîn döneminden Haçlı seferlerine
kadar birinci devlet konumunda idi ve bu dönemde onu sıkıştırabilen bir devlet
yoktu. Yine Hilâfet’in Osmanlı’ya geçmesinin ardından İslâm Devleti olma
vasfıyla Osmanlı Devleti, birinci devlet konumundaydı ve yaklaşık 300 yıl
boyunca 18.yy.ın ortalarına kadar onu sıkıştıran bir devlet yoktu.
1789 Fransız İhtilali’nin ortaya çıkardığı kapitalizm,
Ortaçağ Avrupası üzerinde fasit de olsa bir kalkınma gerçekleştirdi.
Demokrasinin mülk edinme özgürlüğü, işçi sınıfını ve onlar üzerinde mutlak
hâkimiyet sahibi olan açgözlü ve acımasız sermaye sahiplerini ortaya çıkardı.
Bu sermaye sahipleri, üst üste gelen sanayi hamleleri ve teknolojik
gelişmelerle birlikte kısa sürede devasa kapitalist teşebbüsler haline
dönüştüler. Bu devasa büyümeler, sermaye sahiplerini işçi ve çalışanlar
üzerinde sahip oldukları hâkimiyetten, tüm toplumu kuşatma ve üzerine hâkim
olma dolayısıyla toplumu yönetme konumuna taşıdı. Daha sonra bu devasa
kapitalist teşebbüsler, daha fazla mal ve kazanç hırsıyla bakışlarını diğer
ülkelerin kaynaklarına ve servetlerine yönelttiler. Artık süreç, ülkeler
bazında askerî ve siyasi açıdan güçlü olanın zayıfı ezdiği, kaynaklarını
yağmalayıp servetlerini sömürdüğü yeni bir dünya düzenine evrilmiş oldu. Bu
düzen her ne kadar görünürde insanlık tarihi boyunca hüküm süren zorba yönetimlerin
aynısı gibi görünse de onu farklı kılan unsur, temel bir düşünce sistemi/ideoloji
üzerine oturtulmuş olmasıdır. Bunun anlamı; -her ne kadar fasit de olsa-
kendisinde evrensel olarak tüm insanlığa hitap eden bir hayat sisteminin
tatbik, koruma ve yayılma keyfiyetlerinin mevcut olmasıdır. Onun yayılmasındaki
asıl amaç; “demokrasi” ve “insan hakları” gibi süslü söylemlerin götürüldüğü
coğrafyalardaki işgücü ve zenginliklerin sömürülmesidir. Zira sömürü, bu
ideolojinin yayılma keyfiyetinin metodudur.
Kapitalist ideolojinin ortaya çıkması ve bunun
Avrupa üzerindeki etkisiyle, Haçlı seferlerinin ardından dünya siyasetinde uzun
süre söz sahibi olan Fransa ve İngiltere, yeniden güç kazandılar ve devletlerarası
durumda I. Dünya Savaşı’na kadar lider devlet konumundaki Almanya’yı
sıkıştırdılar. Eskiden beri güçlü bir devlet olan ve daha çok bir tarım ülkesi
niteliğine sahip Rusya ise bu üç sanayi devleti kadar etkili olmasa da yeni
devletlerarası düzenin oluşumunda önemli bir konuma sahipti.
İslâm Coğrafyası Üzerinde Sömürgeci Devletlerin Siyasi Nüfuz Mücadeleleri:
Ortaya çıkan bu yeni dünya düzeninin meydana
getirdiği devletlerarası durum; her geçen gün güç kaybeden, devasa topraklara
ve muazzam yeraltı-yerüstü zenginliklerine sahip olan Osmanlı İslâm Devleti’ni kadim
düşmanları olan İngiltere, Fransa ve Rusya’nın açık hedefi haline getirdi. Bu
üç devletin amacı da Osmanlı Devleti’ni yıkmaktı zira İngiltere ve Fransa,
Osmanlı yaşadığı sürece toprakları üzerinde kalıcı olarak nüfuz
sağlamayacaklarını çok iyi biliyorlardı. Rusya ise bölgesel bir güç konumundaydı
ve öteden beri Osmanlı Devleti’nin kendisine yakın olan doğu bölgeleri üzerinde
hakkı olduğu kanaatindeydi.
Böylelikle sömürgeci kâfirlerin İslâm coğrafyası
üzerindeki nüfuz mücadeleleri hızlandı. Sonuçta onlar, beldelerin taksimi
üzerinde itilafa düşmüş olsalar da İslâm Hilâfet Devleti’ni yıkmak ve
toprakları üzerinde sömürü hegemonyaları kurmak konusunda hemfikirdiler. Bu
sebeple Osmanlı Devleti’ni zayıflatmak için çok çeşitli vesilelere başvurdular.
Bağımsızlık ve milliyetçilik hareketleri, bunların en bariz olanlarından
biriydi. Bu sebeple belde halklarını İslâm Devleti’ne karşı harekete geçirerek
onlara mal ve silah yardımı yaptılar. Bu beldeler üzerinden -Sırbistan ve
Yunanistan’da olduğu gibi- devleti sırtından vurmaya kalkıştılar. İslâm
Devleti’ni zayıflatmak için kullandıkları iki yöntemden birisi, silahlı
kalkışmalar ve düzenli ordularla yapılan saldırılardı. 18.yy.ın sonlarında
Fransa’nın Mısır ve Filistin işgalinin ardından Şam diyarını ele geçirme teşebbüsü
başarısızlıkla sonuçlandı. Daha sonra 19.yy.ın başlarında İngilizler Arabistan’da
Vahhabileri destekleyerek harekete geçirdi. Vahhabiler, mezhepsel bir hareketle
Halife’nin otoritesi altındaki bölgeleri istila için devlete karşı silahlı bir
kalkışma başlattılar. Bağdat ve Kuveyt’i yağmalayıp Mekke ve Medine’yi ele
geçirdiler, oradan da Şam’a doğru harekete geçtiler ve Halep’e kadar
ilerlediler.
Mısır Valisi M. Ali Paşa eliyle Vahhabi hareketi
bastırıldı, işgal ettikleri bölgeler geri alındı ve onlara çok ağır bir darbe
vuruldu. Ancak aynı zamanda bir Fransız ajanı olan M. Ali Paşa, Fransızların
Osmanlı’yı arkadan vurma amaçlarına hizmet etmek için Halife’den ayrılıp ona
karşı savaş ilan etti. 1831’de Şam’a doğru harekete geçti; Filistin, Suriye ve
Lübnan’ı alarak Anadolu içlerine kadar ilerledi. Halife, ona karşı güçlü bir
ordu gönderdi ancak M. Ali Paşa, İngiltere, Rusya ve Almanya’nın devreye
girmesiyle geri çekilmek zorunda kaldı -ki bu devletlerin Osmanlı lehine
harekete geçmesi, dengelerin Fransa lehine değişmesini önlemek içindi-.
İngiltere, Fransa ve Rusya gibi Avrupa
devletlerinin Osmanlı Devleti’ni arkadan vurmak için düzenli ordular ve silahlı
kalkışmalar ile tertipledikleri girişimler, istedikleri sonucu vermedi. Bu,
devletin gücünden ziyade sömürgeci kâfirlerin taksim konusunda birbirleriyle
anlaşamamalarından kaynaklandı. Ancak bu devletler, bu sefer de ikinci planı
devreye sokarak “milliyetçilik” ve “istiklal” gibi kavramları körüklemek
suretiyle Balkanlar’da kendilerini başarıya götüren çalışmaları; Bağdat, Şam,
Beyrut, Cidde ve Kahire gibi merkezlerde de aleni olarak yürütmeye başladılar. Bunlardan
Beyrut merkezli yapılan kültürel saldırıların neticesi, Müslümanlar açısından
korkunç oldu. Bu kültürel saldırılar, istiklal ve milliyetçilik gibi fitneleri
beldeler arasında yaymakla kalmadı, binlerce Müslümanın Batı fikirlerini
benimsemesine, küfre girmesine ve hayatlarını o fikirler üzere sürdürmesine
sebep oldu.
Paris merkezli Jön Türkler/İttihat ve Terakki ise
sömürgeciliğin İslâm beldelerini istila etmesinde bir diğer önemli unsurdu.
Batı kültürüyle yoğrulmuş Türk gençleri tarafından kurulan bu yapının amacı,
benimsedikleri Batı kültürünü Türk topraklarında yaymaktı. Bu azgın güruha göre;
İslâm dini, yaşanan çöküşün en büyük sebebiydi ve kalkınmanın önünde halledilmesi
gereken en büyük engeldi. Türklük ve Türkçülük ise en mühim mesele idi. Onlara
göre Türkler ve Türkiye diğer bütün İslâmi beldelerden ve bu belde halklarından
daha üstündüler. Onların bu çıkışının ardından İstanbul başta olmak üzere
birçok bölgede milliyetçilik hareketleri görülmeye başladı. Arnavutlar,
Çerkezler, Kürtler, Araplar kısacası her bir millet kendi dernek ve
cemiyetlerini kurmaya başladılar. İttihat ve Terakki, devlet yönetimini ele
aldıktan sonra özellikle devlet kurumlarında görevli olan Arapları ve Arap
dilini kendisine hedef aldı. Onun bu çıkış ve teşebbüsleri Osmanlı tebaası
arasında onarılması güç ayrılıklar meydana getirdi. Berlin, Selanik ve
İstanbul’da şubeleri olan bu yapının Selanik kanadı, içinde çok sayıda genç
subayın bulunduğu operasyonel/ihtilalci bir kanattı.
Sömürgeci kâfirlerin -başta milliyetçilik fitnesi
olmak üzere- küfür fikirleri üzerinden İslâm tebaası üzerindeki taarruzları,
sadece fikirleri bozmaya yönelik değildi. Onlar, bir taraftan da devletin
sistemini değiştirmeye yönelik teşebbüslere hırs gösteriyorlardı. İlk olarak
1839 yılında Abdülmecid’in 16 yaşında tahta geçmesini fırsat bilen İngilizler, o
sırada Osmanlı Devleti’nin Londra Olağanüstü Sefiri olarak bulunan Reşit
Paşa’yı İstanbul’a gönderdiler. Hariciye vekilliğine tayin edilen Reşit
Paşa’nın ilk icraatı ise anayasaya bağlı bir parlamenter sistem kurmayı teklif
etmek oldu. Bunun için bir anayasa belgesi olan “Gülhane Hattı Hümayunu”nu
hazırladı. Bu metin, İslâmi fikirlere riayet etmekle birlikte Batı fikirlerini
de içeriyordu. Bu teşebbüs, Batı hükümlerini devlet yönetimine sokmak için
yapılan ilk teşebbüstü ancak tatbik edilemedi, yalnızca kâğıt üzerinde kaldı. Bunun
üzerine yine İngilizlerin baskısıyla bu sefer de 1856’da “Islahat Fermanı” adı
verilen ve “Gülhane Hattı Hümayununda verilen hakları kuvvetlendirdiği” iddia
edilen genişletilmiş bir metinden ibaret ikinci bir teşebbüs gerçekleşti. Ancak
halife dolayısıyla devlet, Müslüman oldukları için bu hükümleri de tatbik
etmedi.
1876’da Batı kültürü ile yoğrulmuş bir başka
isim, -o sırada Adliye Vekili olan- Mithat Paşa, Batı tarzı bir anayasa ve
parlamenter sistemin kabulü için Halife Abdülaziz’i ikna etmeye çalıştı. Bu
duruma sinirlenen Abdülaziz, Mithat Paşa’yı Selanik’e vali olarak atadı. Daha
sonra İstanbul’a dönen Mithat Paşa, Bahriye Nazırı ve Şeyhülislam ile anlaşarak
Abdülaziz’i -bugünkü anlamıyla- bir “darbe” ile azlettirdi.
Sultan Abdülhamid başa geldiğinde ise
sadrazamlığa yükselmiş olan Mithat Paşa, İstanbul’da büyük devletlerin
büyükelçileri ile yapılan toplantının ardından dâhili ıslahat için girişimlere
başladı ve Belçika Anayasasından esinlenerek bir anayasa hazırladı. Bu anayasa,
23 Aralık 1876 yılında “Kanuni Esasi” adıyla neşredildi. Belçika Anayasası,
bazı İslâmi hususların nazarıitibara alındığı, İslâm Devleti’ne ait bir anayasa
haline getirildi. Bu anayasanın demokratik nizama dayalı küfür hükümlerinden
müteşekkil bir anayasa olması sebebiyle büyük devletlerin bütün baskılarına
rağmen Sultan Abdülhamid, âlimler ve ileri gelen Müslümanların karşı gelmeleri
sebebiyle Babıali/Kabine tarafından uygulanamadı.
13 Haziran 1978’de Berlin Konferansında Almanya
dışındaki ülkeler; İngiltere, Fransa ve Rusya, Osmanlı Devleti’nin ıslahatına
yönelik bir takım kararlar almış olsalar da Sultan Abdülhamid bunlara kulak
asmadı; çalışmalarını, devleti ve orduyu güçlendirmeye yönlendirdi. Büyük devletlerin
ajanlığını yapan Batı kültürüyle yoğrulmuş ıslahatçı cenahı hedefe koydu ve
onlara bu topraklarda yaşam fırsatı bile vermedi.
Dönemin devletlerarası düzende başı çeken
devletleri olan ve Osmanlı topraklarını ganimet olarak hedeflerine koyan
İngiltere, Fransa ve Rusya’nın destekleriyle 21 Temmuz 1908 yılında Jön
Türkler/İttihat ve Terakki, Kanuni Esasi’yi “devletin anayasası” olarak ilan
etti. Ardından bunu Sultan Abdülhamid’e kabul ettirmek için İstanbul’u
kuşattılar ve istedikleri adamları bakan tayin ettirerek baskıyla anayasayı
kabul ettirdiler. Parlamento, 17 Aralık’ta ancak açılabildi ve beş ay gibi kısa
bir süre sonra İttihat ve Terakki’ye ve onun getirdiği Batı nizamına yönelik
karşı bir darbe gerçekleşti ancak Selanik üzerinden gelen ordu bu darbeyi
bastırarak Halife Abdülhamid’i azletti. Bundan sonra Osmanlı Devleti, anayasaya
dayalı parlamenter sisteme dönmüş oldu.
Bu şartlarda I. Dünya Savaşı’na giren Osmanlı
Devleti, yıllar süren sömürgeci fitneler ve savaş esnasındaki ihanetlerle
savaşı kaybetmiş oldu. 3 Mart 1924 yılında ise başını Mustafa Kemal’in çektiği
İngilizlerin adamları eliyle Osmanlı Devleti’ne son verilerek toprakları sömürgeci
kâfirlerin istilasına açılmış oldu.
Osmanlı İslâm Devleti’nin kaybettiği I. Dünya
Savaşı’nın ardından devletlerarası düzende birinci devlet konumuna yükselen İngiltere,
parçalanan Osmanlı toprakları üzerinde planlarını uygulamaya başladı. Bu konuda
en büyük önemi, Hilâfet’in son merkezi olan merkezi olan İstanbul'a ve kurulan
yeni Türk devletine verdi. Batı değerleri üzerine kurulmuş ve küfür
nizamlarının egemen olduğu bu yeni devleti, dış tehditlerden ziyade iç
tehditlere yani Hilâfet’in geri getirilme tehdidine karşı bizzat ordu ile
koruma altına aldı. Bu yeni Türk devleti, askerî ve siyasi bütün kurum ve
kuruluşlarıyla İslâm’a ait bütün değer ve sembollere karşı topyekûn bir savaş
başlattı. İslâmi yönetimi insanların hafızasından silebilmek, İslâm’ı “din ve vicdan
meselesi” olarak kabul ettirebilmek için bütün yöntemleri kullandı.
Osmanlı bakiyesi bütün beldelerde artık her
birinin ayrı ayrı kurtuluş ve bağımsızlık hikâyeleri bulunan, ümmetine ihanet
eden şahsiyetlerin sahte kahramanlıklarıyla kurulmuş devletçikler türemeye başladı.
Suriye ve Kuzey Afrika dışında neredeyse bütün İslâm topraklarında İngiliz
hâkimiyeti barizdi. Beldeler üzerinde İngilizlerin genel stratejisi; ortaya
çıkan bu devletlerin sınırlarını kendi hâkimiyetini tesis etmek ve bu hâkimiyetin
devamlılığını sağlamak üzerineydi. Mesela, bunun için 10 Ocak 1920’de Milletler
Cemiyeti’nin (Cemiyet-i Akvam) kurulmasını sağladı. Cemiyet-i Akvam üzerinden
Filistin gibi doğrudan kontrol etmek istediği bölgelere manda yönetimleri atadı
(1922). Henüz Osmanlı Devleti varlığını devam ettiriyorken, 25 Nisan 1920’de, “Self
Determinasyon” düzmecesiyle Irak’ı Osmanlı Devleti’nden koparmış oldu.
İngilizler, bir başka siyasi manevrayı da Türkiye-Irak sınırının
netleştirilmesi konusunda yaptı. Aslında Lozan’da çözülmesi gereken bu mesele,
diğer katılımcı devletlerin müdahil olması üzerine Türkiye-İngiltere arasında
krize dönüştürülüp sonraya bırakıldı ve diğer devletlerin dahli olmadan 5
Haziran 1926 Anlaşmasıyla -önemli petrol yataklarının bulunduğu- Musul ve onun
bir eyaleti olan Kerkük Irak’ta kalacak şekilde sonuçlandırıldı. Bunun ardından
İngiliz şirketleri Irak’ta petrol çıkarma faaliyetlerine başlamışlar ve
İngilizler 3 Ekim 1932 yılına kadar bölgede fiilî olarak kalmıştır.
İngilizlerin stratejileri arasında, İslâm
beldelerinde İngiliz işgali tehlikeye düştüğünde harekete geçirebilecekleri,
karışmaya müsait bölgeler oluşturmak da vardı. Mesela, kadim bir bölgesel
geçmişe ve önemli bir nüfusa sahip olmalarına rağmen Kürtlere ait bir devlet
oluşturmayıp onları dört ülkenin topraklarına sıkıştırarak milliyetçilik
üzerinden, karışmaya müsait bir yapı oluşturmuşlardır. Bunun bir benzerini
Keşmir’de de görmekteyiz.
Özetle; Hilâfet’in ilgasının ardından II. Dünya
Savaşı’na kadar geçen süreçte, devletlerarası düzende ve İslâm beldeleri üzerinde
genel bir İngiliz hâkimiyeti söz konusuydu.
II. Dünya Savaşı’nın Ardından Oluşan Devletlerarası Düzen ve İslâm
Beldeleri Üzerindeki Etkisi:
II. Dünya Savaşı'nın ardından İngiltere, savaşı
kaybeden tarafta olmamasına rağmen devletlerarası düzende “lider devlet” olma
vasfını kaybetti. Savaşın iki galibinden biri olan ABD, yeni devletlerarası
düzenin lider devleti oldu. Savaşın diğer galibi Sovyetler Birliği ve savaşın
öncesinde lider devlet olan İngiltere, ABD’yi bu konuda sıkıştıran devletler konumuna
geçtiler.
ABD, savaş esnasında ve savaşın hemen sonrasında
oluşturduğu ve bugün hâlâ dünya liderliğini sürdürmede kullandığı küresel
teşkilatlarla, ekonomik olarak zaten dibe vurmuş Avrupa’ya karşı önemli bir
üstünlüğe sahipti. Mesela, savaş henüz bitmeden Temmuz 1944’te Bretton Woods’ta
(New Hampshire/ABD), Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu (IMF) aynı anda
kurulmuştur. Savaşın hemen ardından 24 Ekim 1945’de ABD’nin öncülüğünde
Birleşmiş Milletler (BM) kurulmuştur. ABD, sahip olduğu bu ekonomik gücü Avrupa
üzerinde bir egemenlik unsuru olarak kullanmıştır. Zira 1948-1952 yılları
arasında aralarında İngiltere, Fransa ve Almanya’nın da bulunduğu on altı
Avrupa ülkesine, “Marshall yardımları” adı altında önemli bir destek
sağlamıştır. ABD, bu yardımların oluşturduğu siyasi atmosferle Avrupa’yı,
Sovyetler Birliği’ne ve olası komünizm tehdidine karşı yanına almayı
başarmıştır. Bunun sonucunda Sovyetler Birliği ve oluşturduğu Doğu Blokuna
karşı 4 Nisan 1949’da, -aralarında İngiltere, Fransa ve İtalya gibi Avrupa’nın
üst düzey ülkelerinin de bulunduğu- 10 Avrupa ülkesi ve Kanada ile birlikte
NATO’yu kurmuştur. Nitekim 1950-1953 yılları arasında yapılan Kore Savaşı’nda, -Çin
ve Sovyetler Birliği’nin desteklediği- Kuzey Kore’ye (Komünist Blok) karşı,
kendisinin de yer aldığı Güney Kore’nin yanına bir NATO üyesi olan İngiltere’yi
çekmeyi başarmıştır.
Kapitalist ideolojinin lider devleti ve aynı
zamanda dünyada birinci devlet konumundaki ABD ile komünist ideolojinin lider
devleti olan Sovyetler Birliği arasında adına “Soğuk Savaş” da denilen iki
kutuplu dünya düzeni bu şekilde başlamıştır. ABD, 1961 Viyana Anlaşması ile
Sovyetler Birliği’nin Avrupa’da ilerlemesini durdurmuş ve siyasi manevralarla
zaten kapalı bir ekonomiye sahip olan Sovyetleri, uzay ve silahlanma yarışına
sokarak 40 sene sonunda tükenme noktasına getirmiştir.
ABD, her ne kadar 26 Aralık 1991 yılında
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Soğuk Savaş’ı kazanmış olsa da onu
fazlasıyla meşgul eden bu süreç, ABD’nin ağırlıklı olarak İngilizlerin elinde
bulunan İslâm Beldeleri üzerindeki hedeflerine ulaşmasına engel olmuştur. Ancak
bunun için devamlı teşebbüslerde bulunmuş, buna karşılık İngilizler, istila
ettikleri toprakları ve yağmaladıkları servetleri korumak adına ABD ile
mücadele etmiştir. Bu süreçte neredeyse bütün İslâm beldeleri, ABD-İngiliz
çatışmalarının sancısını yaşayan ve bedelini ödeyen bölgeler haline gelmiştir.
1947 BM (Birleşmiş Milletler) taksim kararıyla
Filistin’in işgalci Yahudi varlığı ile Müslümanlar arasında taksim edilmesinin
yolu resmî olarak açılmış, Yahudi varlığı 1949 yılında BM üyeliğine kabul
edilmiştir. İngiltere, Yahudi varlığı yönetiminde “tek bir devlet” tezini
ortaya koyarken, ABD -bugün hâlâ dillendirilen ve çözüm olarak ortaya konulan- “iki
devletli çözüm” projesinde diretmiştir.
ABD, bu dönemde Türkiye’ye büyük önem göstermiş,
çok partili sisteme geçişle birlikte ajanlarıyla Türkiye siyasetini kontrol
etmeye çalışmıştır. Onu NATO’ya üye kabul ederek askerî açıdan kontrol altına
almaya çalışmış ve başta Marshall yardımları ve ardından da yüksek faizli
borçlandırmalarla kendisine bağlamaya çalışmıştır. Ancak bu süreç, İngilizlerin
kuruluş aşamasında devleti emanet ettiği ve iç siyasetine müdahale yetkisi ile
donattığı ordunun, 27 Mayıs 1960 darbesiyle sekteye uğramıştır. ABD aynı
şekilde bundan sonraki süreçte de Türkiye iç siyasetinde etkili olmaya
başladığında Türk Ordusu’nun iç siyaset dizaynıyla karşı karşıya gelmiştir.
Kıbrıs, yine ABD’nin Soğuk Savaş döneminde el
attığı ve bugün hâlâ bir başarı elde edemediği, İngiliz işgali altındaki
beldelerden birisidir. İngiltere, Ada’daki “iki devletli statüko”yu korumaya
devam ederken 1955 yılında Ada’ya kurduğu iki üsle varlığını pekiştirmiştir.
ABD’nin -garantörlerin devreden çıktığı ve İngiliz üslerinin kapatıldığı-
“Birleşik Kıbrıs” modeli, “Soğuk Savaş” döneminde olduğu gibi şu ana kadar da
hayata geçirilebilmiş değildir.
Köklü bir İngiliz işgaline maruz kalan Irak
konusunda da ABD, darbe ile yönetimi alma girişimlerinde bulunduysa da bunlar,
karşı darbelerle etkisiz hale getirilmiş ve İngiliz işgali aynı yoğunlukla
devam etmiştir.
Özetle; “Soğuk Savaş” dönemi boyunca ABD’nin
özellikle İngiliz istilası altında olan stratejik açıdan önemli beldeler
üzerindeki teşebbüsleri, beldeler üzerinde oluşturulmuş İngiliz kalkanına
takıldı ve başarısızlıkla sonuçlandı. Bu sürecin sıkıntısını çekmek de her
zaman olduğu gibi masum Müslüman halklara düştü. Zira bu iki devletin, bu
topraklar üzerindeki mücadelesinin bedelini darbeler, kardeş savaşları, çete
saldırıları, sivil katliamlar ve ekonomik zorluklar vs. zulümlerle yine bu
ümmetin evlatları ödedi.
11 Eylül Saldırılarının Ardından ABD’nin Değişen İşgal Siyaseti:
Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından
ABD’nin İslâm beldeleri üzerindeki siyasi işgal stratejisi üzerinde önemli bir
değişiklik meydana geldi. Zira artık Soğuk Savaş dönemi sona erdiğinden ABD’ye
tüm enerjisini ağırlıklı olarak İngiltere işgali altında bulunan İslâm
Beldelerine verme imkânı doğdu. Ancak ABD, Irak gibi İngiliz işgali altında
olan İslâm beldelerinin bir kısmında siyasi otoriteyi ele geçirmekle İngiliz
nüfuzunu kıramayacağının farkındaydı. Bunu, Soğuk Savaş dönemindeki
teşebbüslerinde defalarca tecrübe etmiştir. Bunun için, bu tür beldelere askerî
müdahaleye veya doğrudan savaşa kalkışabilmek adına, dünya kamuoyunda geçerli
sayılabilecek gerekçelere ihtiyaç duymuştur. İşte 11 Eylül saldırıları,
planlarını uygulayabilmek için ABD’nin ihtiyaç duyduğu ortamı oluşturdu. Bu
saldırıların ardından onların ifadeleriyle; “11 Eylül terör saldırıları, ABD
için dünya çapında şer odaklarına yönelik bir terörle mücadeleyi zorunlu
kılmıştır.”
Bu saldırıların ardından ABD, “terörizmle mücadele”
adı altında; önce Afganistan’ı, sonra da Irak’ı işgal etti. ABD, Afganistan’da
nüfuz elde edebilmek için harekete geçti ve İslâmi gruplara savaş ilan etti. O
an yönetimde olan Taliban’ı, saldırıları gerçekleştiren “El-Kaide örgütünü
korumak”la suçladı. “Kuzey İttifakı” denilen şer ittifakına para ve silah
yardımı yaparak Taliban’a karşı ABD askerlerinin önünde etten duvar olmalarını
sağladı. Pakistan, ABD saldırıya geçmeden önce Taliban’a desteğini çekti;
liman, üs ve hava sahalarını ABD’ye kullandırma kararı verdi. 7 Ekim 2001’de
ABD, Afganistan’a yüzbinlerce Müslümanın hayatını kaybettiği işgalle
sonuçlanacak saldırıları başlattı. Ardından iki yıl sonra, bu kez “kitle imha
silahları” bahanesiyle -bir milyon Müslümanın hayatını kaybedeceği
milyonlarcasının akla hayale gelmeyecek muamelelere maruz kalacağı- Irak işgalini
başlattı.
ABD’nin Soğuk Savaş sonrası uygulamaya koyduğu
işgal planı, küresel anlamda Müslümanlar üzerinde şu olumsuz durumlara neden
oldu:
- ABD’nin 11 Eylül saldırılarının ardından İslâm beldelerine
yönelik başlatmış olduğu bu yeni işgal planı ile dünya genelinde Müslümanlar, “terörist”
kabul edilmiş ve Müslümanlara yönelik İslâmofobik saldırılar çok belirgin bir
şekilde artmıştır.
- Irak, Afganistan, Sudan, Çeçenistan, Libya,
Yemen, Suriye gibi beldelerde sömürgeci kâfirlerin işgal mücadeleleri, “terörizmle
mücadele” adı altında yapılmaya başlanmış ve bugün hâlâ da bu şekilde
yapılmaktadır. Bu uğurda milyonlarca Müslüman canlarından, mallarından olmakta
ve yurtlarından sürülmektedir.
- Bugün sömürgeci kâfirlerin ve onların iş birliğini
yapan hain yöneticilerin desteği olmadan bir gün bile ayakta kalma ihtimali
olmayan Yahudi varlığı bile, Gazze’de gerçekleştirdiği soykırımın gerekçesini “terörle
mücadele” olarak açıklamakta ve meşrulaştırmaya çalışmaktadır.
- Sömürgeci kâfirler ve onların işbirlikçisi hain
yöneticiler, “terör” ve “terörist” kavramını, aynı ülke içerisinde yaşayan
Müslümanları birbirinden ayırmak, onları itibarsızlaştırmak ve toplumla
aralarına set çekmek için kullanır hale gelmişlerdir.
- Bu yeni işgal planı sebebiyle yalnızca sömürgeci
kâfirlerin tarafında yer almayan ve kendi beldelerini savunmak adına onlara
karşı silahlarıyla karşılık veren mücahit Müslümanlar değil, hiçbir şiddet
eylemine karışmadan Hilâfet çağrısı yapan Müslümanlar da “terörist” damgası yemişlerdir.
Allah Subhanehu ve Teâlâ’’nın izni ve yardımıyla gelmesi yakın olup
engellenmesi mümkün olmayan Hilâfet Devleti’nin kurulması da “terörle mücadele”
adı altında engellenmeye çalışılmaktadır.
[ثم تكون خلافة راشدة على منهاج النبوة] “Sonra nübüvvet minhacı üzere Râşidî Hilâfet olacaktır!”


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış