DEVLETLERARASI DÜZENİN OLUŞUMU VE BELDELERİMİZ ÜZERİNDEKİ SİYASİ İŞGALE ETKİSİ

İbrahim Er

Devletlerarası düzen ya da devletlerarası durum; devletlerin, birinci devlet konumuna yükselmeleri ve devletlerarası siyasette tesirli olabilmeleri için siyasi, askerî ve ekonomik açıdan birbirleriyle sürekli çekişme halinde oldukları bir ortamdır. Yani siyaset sahnesinin birinci devleti ile onunla rekabet etmeye, bulunduğu konumdan indirmeye ya da en azından tesirini kırmaya çalışan devletlerin içerisinde bulunduğu durumdur. Bu düzen, gerek devletlerinin konumlarını koruma ve diğer devletler üzerindeki tesirlerini devam ettirme, gerekse çizmiş oldukları planları hayata geçirebilme açısından birtakım kırılma noktalarının vesile olduğu statik olmayan ve sürekli değişimlerin gerçekleştiği dinamik bir ortamı ifade eder.

Mesela; eski tarihte Mısır, birinci devlet konumundaydı ve Asur Devleti bu mertebe için Mısır’ı sıkıştırıyordu. Roma Devleti birinci devlet konumundayken de Fars Devleti bu konum için Roma’yı sıkıştırıyordu. İslâm Devleti de Hulefa-i Râşidîn döneminden Haçlı seferlerine kadar birinci devlet konumunda idi ve bu dönemde onu sıkıştırabilen bir devlet yoktu. Yine Hilâfet’in Osmanlı’ya geçmesinin ardından İslâm Devleti olma vasfıyla Osmanlı Devleti, birinci devlet konumundaydı ve yaklaşık 300 yıl boyunca 18.yy.ın ortalarına kadar onu sıkıştıran bir devlet yoktu.

1789 Fransız İhtilali’nin ortaya çıkardığı kapitalizm, Ortaçağ Avrupası üzerinde fasit de olsa bir kalkınma gerçekleştirdi. Demokrasinin mülk edinme özgürlüğü, işçi sınıfını ve onlar üzerinde mutlak hâkimiyet sahibi olan açgözlü ve acımasız sermaye sahiplerini ortaya çıkardı. Bu sermaye sahipleri, üst üste gelen sanayi hamleleri ve teknolojik gelişmelerle birlikte kısa sürede devasa kapitalist teşebbüsler haline dönüştüler. Bu devasa büyümeler, sermaye sahiplerini işçi ve çalışanlar üzerinde sahip oldukları hâkimiyetten, tüm toplumu kuşatma ve üzerine hâkim olma dolayısıyla toplumu yönetme konumuna taşıdı. Daha sonra bu devasa kapitalist teşebbüsler, daha fazla mal ve kazanç hırsıyla bakışlarını diğer ülkelerin kaynaklarına ve servetlerine yönelttiler. Artık süreç, ülkeler bazında askerî ve siyasi açıdan güçlü olanın zayıfı ezdiği, kaynaklarını yağmalayıp servetlerini sömürdüğü yeni bir dünya düzenine evrilmiş oldu. Bu düzen her ne kadar görünürde insanlık tarihi boyunca hüküm süren zorba yönetimlerin aynısı gibi görünse de onu farklı kılan unsur, temel bir düşünce sistemi/ideoloji üzerine oturtulmuş olmasıdır. Bunun anlamı; -her ne kadar fasit de olsa- kendisinde evrensel olarak tüm insanlığa hitap eden bir hayat sisteminin tatbik, koruma ve yayılma keyfiyetlerinin mevcut olmasıdır. Onun yayılmasındaki asıl amaç; “demokrasi” ve “insan hakları” gibi süslü söylemlerin götürüldüğü coğrafyalardaki işgücü ve zenginliklerin sömürülmesidir. Zira sömürü, bu ideolojinin yayılma keyfiyetinin metodudur.

Kapitalist ideolojinin ortaya çıkması ve bunun Avrupa üzerindeki etkisiyle, Haçlı seferlerinin ardından dünya siyasetinde uzun süre söz sahibi olan Fransa ve İngiltere, yeniden güç kazandılar ve devletlerarası durumda I. Dünya Savaşı’na kadar lider devlet konumundaki Almanya’yı sıkıştırdılar. Eskiden beri güçlü bir devlet olan ve daha çok bir tarım ülkesi niteliğine sahip Rusya ise bu üç sanayi devleti kadar etkili olmasa da yeni devletlerarası düzenin oluşumunda önemli bir konuma sahipti.

İslâm Coğrafyası Üzerinde Sömürgeci Devletlerin Siyasi Nüfuz Mücadeleleri:

Ortaya çıkan bu yeni dünya düzeninin meydana getirdiği devletlerarası durum; her geçen gün güç kaybeden, devasa topraklara ve muazzam yeraltı-yerüstü zenginliklerine sahip olan Osmanlı İslâm Devleti’ni kadim düşmanları olan İngiltere, Fransa ve Rusya’nın açık hedefi haline getirdi. Bu üç devletin amacı da Osmanlı Devleti’ni yıkmaktı zira İngiltere ve Fransa, Osmanlı yaşadığı sürece toprakları üzerinde kalıcı olarak nüfuz sağlamayacaklarını çok iyi biliyorlardı. Rusya ise bölgesel bir güç konumundaydı ve öteden beri Osmanlı Devleti’nin kendisine yakın olan doğu bölgeleri üzerinde hakkı olduğu kanaatindeydi.

Böylelikle sömürgeci kâfirlerin İslâm coğrafyası üzerindeki nüfuz mücadeleleri hızlandı. Sonuçta onlar, beldelerin taksimi üzerinde itilafa düşmüş olsalar da İslâm Hilâfet Devleti’ni yıkmak ve toprakları üzerinde sömürü hegemonyaları kurmak konusunda hemfikirdiler. Bu sebeple Osmanlı Devleti’ni zayıflatmak için çok çeşitli vesilelere başvurdular. Bağımsızlık ve milliyetçilik hareketleri, bunların en bariz olanlarından biriydi. Bu sebeple belde halklarını İslâm Devleti’ne karşı harekete geçirerek onlara mal ve silah yardımı yaptılar. Bu beldeler üzerinden -Sırbistan ve Yunanistan’da olduğu gibi- devleti sırtından vurmaya kalkıştılar. İslâm Devleti’ni zayıflatmak için kullandıkları iki yöntemden birisi, silahlı kalkışmalar ve düzenli ordularla yapılan saldırılardı. 18.yy.ın sonlarında Fransa’nın Mısır ve Filistin işgalinin ardından Şam diyarını ele geçirme teşebbüsü başarısızlıkla sonuçlandı. Daha sonra 19.yy.ın başlarında İngilizler Arabistan’da Vahhabileri destekleyerek harekete geçirdi. Vahhabiler, mezhepsel bir hareketle Halife’nin otoritesi altındaki bölgeleri istila için devlete karşı silahlı bir kalkışma başlattılar. Bağdat ve Kuveyt’i yağmalayıp Mekke ve Medine’yi ele geçirdiler, oradan da Şam’a doğru harekete geçtiler ve Halep’e kadar ilerlediler.

Mısır Valisi M. Ali Paşa eliyle Vahhabi hareketi bastırıldı, işgal ettikleri bölgeler geri alındı ve onlara çok ağır bir darbe vuruldu. Ancak aynı zamanda bir Fransız ajanı olan M. Ali Paşa, Fransızların Osmanlı’yı arkadan vurma amaçlarına hizmet etmek için Halife’den ayrılıp ona karşı savaş ilan etti. 1831’de Şam’a doğru harekete geçti; Filistin, Suriye ve Lübnan’ı alarak Anadolu içlerine kadar ilerledi. Halife, ona karşı güçlü bir ordu gönderdi ancak M. Ali Paşa, İngiltere, Rusya ve Almanya’nın devreye girmesiyle geri çekilmek zorunda kaldı -ki bu devletlerin Osmanlı lehine harekete geçmesi, dengelerin Fransa lehine değişmesini önlemek içindi-.

İngiltere, Fransa ve Rusya gibi Avrupa devletlerinin Osmanlı Devleti’ni arkadan vurmak için düzenli ordular ve silahlı kalkışmalar ile tertipledikleri girişimler, istedikleri sonucu vermedi. Bu, devletin gücünden ziyade sömürgeci kâfirlerin taksim konusunda birbirleriyle anlaşamamalarından kaynaklandı. Ancak bu devletler, bu sefer de ikinci planı devreye sokarak “milliyetçilik” ve “istiklal” gibi kavramları körüklemek suretiyle Balkanlar’da kendilerini başarıya götüren çalışmaları; Bağdat, Şam, Beyrut, Cidde ve Kahire gibi merkezlerde de aleni olarak yürütmeye başladılar. Bunlardan Beyrut merkezli yapılan kültürel saldırıların neticesi, Müslümanlar açısından korkunç oldu. Bu kültürel saldırılar, istiklal ve milliyetçilik gibi fitneleri beldeler arasında yaymakla kalmadı, binlerce Müslümanın Batı fikirlerini benimsemesine, küfre girmesine ve hayatlarını o fikirler üzere sürdürmesine sebep oldu.

Paris merkezli Jön Türkler/İttihat ve Terakki ise sömürgeciliğin İslâm beldelerini istila etmesinde bir diğer önemli unsurdu. Batı kültürüyle yoğrulmuş Türk gençleri tarafından kurulan bu yapının amacı, benimsedikleri Batı kültürünü Türk topraklarında yaymaktı. Bu azgın güruha göre; İslâm dini, yaşanan çöküşün en büyük sebebiydi ve kalkınmanın önünde halledilmesi gereken en büyük engeldi. Türklük ve Türkçülük ise en mühim mesele idi. Onlara göre Türkler ve Türkiye diğer bütün İslâmi beldelerden ve bu belde halklarından daha üstündüler. Onların bu çıkışının ardından İstanbul başta olmak üzere birçok bölgede milliyetçilik hareketleri görülmeye başladı. Arnavutlar, Çerkezler, Kürtler, Araplar kısacası her bir millet kendi dernek ve cemiyetlerini kurmaya başladılar. İttihat ve Terakki, devlet yönetimini ele aldıktan sonra özellikle devlet kurumlarında görevli olan Arapları ve Arap dilini kendisine hedef aldı. Onun bu çıkış ve teşebbüsleri Osmanlı tebaası arasında onarılması güç ayrılıklar meydana getirdi. Berlin, Selanik ve İstanbul’da şubeleri olan bu yapının Selanik kanadı, içinde çok sayıda genç subayın bulunduğu operasyonel/ihtilalci bir kanattı.

Sömürgeci kâfirlerin -başta milliyetçilik fitnesi olmak üzere- küfür fikirleri üzerinden İslâm tebaası üzerindeki taarruzları, sadece fikirleri bozmaya yönelik değildi. Onlar, bir taraftan da devletin sistemini değiştirmeye yönelik teşebbüslere hırs gösteriyorlardı. İlk olarak 1839 yılında Abdülmecid’in 16 yaşında tahta geçmesini fırsat bilen İngilizler, o sırada Osmanlı Devleti’nin Londra Olağanüstü Sefiri olarak bulunan Reşit Paşa’yı İstanbul’a gönderdiler. Hariciye vekilliğine tayin edilen Reşit Paşa’nın ilk icraatı ise anayasaya bağlı bir parlamenter sistem kurmayı teklif etmek oldu. Bunun için bir anayasa belgesi olan “Gülhane Hattı Hümayunu”nu hazırladı. Bu metin, İslâmi fikirlere riayet etmekle birlikte Batı fikirlerini de içeriyordu. Bu teşebbüs, Batı hükümlerini devlet yönetimine sokmak için yapılan ilk teşebbüstü ancak tatbik edilemedi, yalnızca kâğıt üzerinde kaldı. Bunun üzerine yine İngilizlerin baskısıyla bu sefer de 1856’da “Islahat Fermanı” adı verilen ve “Gülhane Hattı Hümayununda verilen hakları kuvvetlendirdiği” iddia edilen genişletilmiş bir metinden ibaret ikinci bir teşebbüs gerçekleşti. Ancak halife dolayısıyla devlet, Müslüman oldukları için bu hükümleri de tatbik etmedi.

1876’da Batı kültürü ile yoğrulmuş bir başka isim, -o sırada Adliye Vekili olan- Mithat Paşa, Batı tarzı bir anayasa ve parlamenter sistemin kabulü için Halife Abdülaziz’i ikna etmeye çalıştı. Bu duruma sinirlenen Abdülaziz, Mithat Paşa’yı Selanik’e vali olarak atadı. Daha sonra İstanbul’a dönen Mithat Paşa, Bahriye Nazırı ve Şeyhülislam ile anlaşarak Abdülaziz’i -bugünkü anlamıyla- bir “darbe” ile azlettirdi.

Sultan Abdülhamid başa geldiğinde ise sadrazamlığa yükselmiş olan Mithat Paşa, İstanbul’da büyük devletlerin büyükelçileri ile yapılan toplantının ardından dâhili ıslahat için girişimlere başladı ve Belçika Anayasasından esinlenerek bir anayasa hazırladı. Bu anayasa, 23 Aralık 1876 yılında “Kanuni Esasi” adıyla neşredildi. Belçika Anayasası, bazı İslâmi hususların nazarıitibara alındığı, İslâm Devleti’ne ait bir anayasa haline getirildi. Bu anayasanın demokratik nizama dayalı küfür hükümlerinden müteşekkil bir anayasa olması sebebiyle büyük devletlerin bütün baskılarına rağmen Sultan Abdülhamid, âlimler ve ileri gelen Müslümanların karşı gelmeleri sebebiyle Babıali/Kabine tarafından uygulanamadı.

13 Haziran 1978’de Berlin Konferansında Almanya dışındaki ülkeler; İngiltere, Fransa ve Rusya, Osmanlı Devleti’nin ıslahatına yönelik bir takım kararlar almış olsalar da Sultan Abdülhamid bunlara kulak asmadı; çalışmalarını, devleti ve orduyu güçlendirmeye yönlendirdi. Büyük devletlerin ajanlığını yapan Batı kültürüyle yoğrulmuş ıslahatçı cenahı hedefe koydu ve onlara bu topraklarda yaşam fırsatı bile vermedi.

Dönemin devletlerarası düzende başı çeken devletleri olan ve Osmanlı topraklarını ganimet olarak hedeflerine koyan İngiltere, Fransa ve Rusya’nın destekleriyle 21 Temmuz 1908 yılında Jön Türkler/İttihat ve Terakki, Kanuni Esasi’yi “devletin anayasası” olarak ilan etti. Ardından bunu Sultan Abdülhamid’e kabul ettirmek için İstanbul’u kuşattılar ve istedikleri adamları bakan tayin ettirerek baskıyla anayasayı kabul ettirdiler. Parlamento, 17 Aralık’ta ancak açılabildi ve beş ay gibi kısa bir süre sonra İttihat ve Terakki’ye ve onun getirdiği Batı nizamına yönelik karşı bir darbe gerçekleşti ancak Selanik üzerinden gelen ordu bu darbeyi bastırarak Halife Abdülhamid’i azletti. Bundan sonra Osmanlı Devleti, anayasaya dayalı parlamenter sisteme dönmüş oldu.

Bu şartlarda I. Dünya Savaşı’na giren Osmanlı Devleti, yıllar süren sömürgeci fitneler ve savaş esnasındaki ihanetlerle savaşı kaybetmiş oldu. 3 Mart 1924 yılında ise başını Mustafa Kemal’in çektiği İngilizlerin adamları eliyle Osmanlı Devleti’ne son verilerek toprakları sömürgeci kâfirlerin istilasına açılmış oldu.

Osmanlı İslâm Devleti’nin kaybettiği I. Dünya Savaşı’nın ardından devletlerarası düzende birinci devlet konumuna yükselen İngiltere, parçalanan Osmanlı toprakları üzerinde planlarını uygulamaya başladı. Bu konuda en büyük önemi, Hilâfet’in son merkezi olan merkezi olan İstanbul'a ve kurulan yeni Türk devletine verdi. Batı değerleri üzerine kurulmuş ve küfür nizamlarının egemen olduğu bu yeni devleti, dış tehditlerden ziyade iç tehditlere yani Hilâfet’in geri getirilme tehdidine karşı bizzat ordu ile koruma altına aldı. Bu yeni Türk devleti, askerî ve siyasi bütün kurum ve kuruluşlarıyla İslâm’a ait bütün değer ve sembollere karşı topyekûn bir savaş başlattı. İslâmi yönetimi insanların hafızasından silebilmek, İslâm’ı “din ve vicdan meselesi” olarak kabul ettirebilmek için bütün yöntemleri kullandı.

Osmanlı bakiyesi bütün beldelerde artık her birinin ayrı ayrı kurtuluş ve bağımsızlık hikâyeleri bulunan, ümmetine ihanet eden şahsiyetlerin sahte kahramanlıklarıyla kurulmuş devletçikler türemeye başladı. Suriye ve Kuzey Afrika dışında neredeyse bütün İslâm topraklarında İngiliz hâkimiyeti barizdi. Beldeler üzerinde İngilizlerin genel stratejisi; ortaya çıkan bu devletlerin sınırlarını kendi hâkimiyetini tesis etmek ve bu hâkimiyetin devamlılığını sağlamak üzerineydi. Mesela, bunun için 10 Ocak 1920’de Milletler Cemiyeti’nin (Cemiyet-i Akvam) kurulmasını sağladı. Cemiyet-i Akvam üzerinden Filistin gibi doğrudan kontrol etmek istediği bölgelere manda yönetimleri atadı (1922). Henüz Osmanlı Devleti varlığını devam ettiriyorken, 25 Nisan 1920’de, “Self Determinasyon” düzmecesiyle Irak’ı Osmanlı Devleti’nden koparmış oldu. İngilizler, bir başka siyasi manevrayı da Türkiye-Irak sınırının netleştirilmesi konusunda yaptı. Aslında Lozan’da çözülmesi gereken bu mesele, diğer katılımcı devletlerin müdahil olması üzerine Türkiye-İngiltere arasında krize dönüştürülüp sonraya bırakıldı ve diğer devletlerin dahli olmadan 5 Haziran 1926 Anlaşmasıyla -önemli petrol yataklarının bulunduğu- Musul ve onun bir eyaleti olan Kerkük Irak’ta kalacak şekilde sonuçlandırıldı. Bunun ardından İngiliz şirketleri Irak’ta petrol çıkarma faaliyetlerine başlamışlar ve İngilizler 3 Ekim 1932 yılına kadar bölgede fiilî olarak kalmıştır.

İngilizlerin stratejileri arasında, İslâm beldelerinde İngiliz işgali tehlikeye düştüğünde harekete geçirebilecekleri, karışmaya müsait bölgeler oluşturmak da vardı. Mesela, kadim bir bölgesel geçmişe ve önemli bir nüfusa sahip olmalarına rağmen Kürtlere ait bir devlet oluşturmayıp onları dört ülkenin topraklarına sıkıştırarak milliyetçilik üzerinden, karışmaya müsait bir yapı oluşturmuşlardır. Bunun bir benzerini Keşmir’de de görmekteyiz.

Özetle; Hilâfet’in ilgasının ardından II. Dünya Savaşı’na kadar geçen süreçte, devletlerarası düzende ve İslâm beldeleri üzerinde genel bir İngiliz hâkimiyeti söz konusuydu.

II. Dünya Savaşı’nın Ardından Oluşan Devletlerarası Düzen ve İslâm Beldeleri Üzerindeki Etkisi:

II. Dünya Savaşı'nın ardından İngiltere, savaşı kaybeden tarafta olmamasına rağmen devletlerarası düzende “lider devlet” olma vasfını kaybetti. Savaşın iki galibinden biri olan ABD, yeni devletlerarası düzenin lider devleti oldu. Savaşın diğer galibi Sovyetler Birliği ve savaşın öncesinde lider devlet olan İngiltere, ABD’yi bu konuda sıkıştıran devletler konumuna geçtiler.

ABD, savaş esnasında ve savaşın hemen sonrasında oluşturduğu ve bugün hâlâ dünya liderliğini sürdürmede kullandığı küresel teşkilatlarla, ekonomik olarak zaten dibe vurmuş Avrupa’ya karşı önemli bir üstünlüğe sahipti. Mesela, savaş henüz bitmeden Temmuz 1944’te Bretton Woods’ta (New Hampshire/ABD), Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu (IMF) aynı anda kurulmuştur. Savaşın hemen ardından 24 Ekim 1945’de ABD’nin öncülüğünde Birleşmiş Milletler (BM) kurulmuştur. ABD, sahip olduğu bu ekonomik gücü Avrupa üzerinde bir egemenlik unsuru olarak kullanmıştır. Zira 1948-1952 yılları arasında aralarında İngiltere, Fransa ve Almanya’nın da bulunduğu on altı Avrupa ülkesine, “Marshall yardımları” adı altında önemli bir destek sağlamıştır. ABD, bu yardımların oluşturduğu siyasi atmosferle Avrupa’yı, Sovyetler Birliği’ne ve olası komünizm tehdidine karşı yanına almayı başarmıştır. Bunun sonucunda Sovyetler Birliği ve oluşturduğu Doğu Blokuna karşı 4 Nisan 1949’da, -aralarında İngiltere, Fransa ve İtalya gibi Avrupa’nın üst düzey ülkelerinin de bulunduğu- 10 Avrupa ülkesi ve Kanada ile birlikte NATO’yu kurmuştur. Nitekim 1950-1953 yılları arasında yapılan Kore Savaşı’nda, -Çin ve Sovyetler Birliği’nin desteklediği- Kuzey Kore’ye (Komünist Blok) karşı, kendisinin de yer aldığı Güney Kore’nin yanına bir NATO üyesi olan İngiltere’yi çekmeyi başarmıştır.

Kapitalist ideolojinin lider devleti ve aynı zamanda dünyada birinci devlet konumundaki ABD ile komünist ideolojinin lider devleti olan Sovyetler Birliği arasında adına “Soğuk Savaş” da denilen iki kutuplu dünya düzeni bu şekilde başlamıştır. ABD, 1961 Viyana Anlaşması ile Sovyetler Birliği’nin Avrupa’da ilerlemesini durdurmuş ve siyasi manevralarla zaten kapalı bir ekonomiye sahip olan Sovyetleri, uzay ve silahlanma yarışına sokarak 40 sene sonunda tükenme noktasına getirmiştir.

ABD, her ne kadar 26 Aralık 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Soğuk Savaş’ı kazanmış olsa da onu fazlasıyla meşgul eden bu süreç, ABD’nin ağırlıklı olarak İngilizlerin elinde bulunan İslâm Beldeleri üzerindeki hedeflerine ulaşmasına engel olmuştur. Ancak bunun için devamlı teşebbüslerde bulunmuş, buna karşılık İngilizler, istila ettikleri toprakları ve yağmaladıkları servetleri korumak adına ABD ile mücadele etmiştir. Bu süreçte neredeyse bütün İslâm beldeleri, ABD-İngiliz çatışmalarının sancısını yaşayan ve bedelini ödeyen bölgeler haline gelmiştir.

1947 BM (Birleşmiş Milletler) taksim kararıyla Filistin’in işgalci Yahudi varlığı ile Müslümanlar arasında taksim edilmesinin yolu resmî olarak açılmış, Yahudi varlığı 1949 yılında BM üyeliğine kabul edilmiştir. İngiltere, Yahudi varlığı yönetiminde “tek bir devlet” tezini ortaya koyarken, ABD -bugün hâlâ dillendirilen ve çözüm olarak ortaya konulan- “iki devletli çözüm” projesinde diretmiştir.

ABD, bu dönemde Türkiye’ye büyük önem göstermiş, çok partili sisteme geçişle birlikte ajanlarıyla Türkiye siyasetini kontrol etmeye çalışmıştır. Onu NATO’ya üye kabul ederek askerî açıdan kontrol altına almaya çalışmış ve başta Marshall yardımları ve ardından da yüksek faizli borçlandırmalarla kendisine bağlamaya çalışmıştır. Ancak bu süreç, İngilizlerin kuruluş aşamasında devleti emanet ettiği ve iç siyasetine müdahale yetkisi ile donattığı ordunun, 27 Mayıs 1960 darbesiyle sekteye uğramıştır. ABD aynı şekilde bundan sonraki süreçte de Türkiye iç siyasetinde etkili olmaya başladığında Türk Ordusu’nun iç siyaset dizaynıyla karşı karşıya gelmiştir.

Kıbrıs, yine ABD’nin Soğuk Savaş döneminde el attığı ve bugün hâlâ bir başarı elde edemediği, İngiliz işgali altındaki beldelerden birisidir. İngiltere, Ada’daki “iki devletli statüko”yu korumaya devam ederken 1955 yılında Ada’ya kurduğu iki üsle varlığını pekiştirmiştir. ABD’nin -garantörlerin devreden çıktığı ve İngiliz üslerinin kapatıldığı- “Birleşik Kıbrıs” modeli, “Soğuk Savaş” döneminde olduğu gibi şu ana kadar da hayata geçirilebilmiş değildir.

Köklü bir İngiliz işgaline maruz kalan Irak konusunda da ABD, darbe ile yönetimi alma girişimlerinde bulunduysa da bunlar, karşı darbelerle etkisiz hale getirilmiş ve İngiliz işgali aynı yoğunlukla devam etmiştir.

Özetle; “Soğuk Savaş” dönemi boyunca ABD’nin özellikle İngiliz istilası altında olan stratejik açıdan önemli beldeler üzerindeki teşebbüsleri, beldeler üzerinde oluşturulmuş İngiliz kalkanına takıldı ve başarısızlıkla sonuçlandı. Bu sürecin sıkıntısını çekmek de her zaman olduğu gibi masum Müslüman halklara düştü. Zira bu iki devletin, bu topraklar üzerindeki mücadelesinin bedelini darbeler, kardeş savaşları, çete saldırıları, sivil katliamlar ve ekonomik zorluklar vs. zulümlerle yine bu ümmetin evlatları ödedi.

11 Eylül Saldırılarının Ardından ABD’nin Değişen İşgal Siyaseti:

Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından ABD’nin İslâm beldeleri üzerindeki siyasi işgal stratejisi üzerinde önemli bir değişiklik meydana geldi. Zira artık Soğuk Savaş dönemi sona erdiğinden ABD’ye tüm enerjisini ağırlıklı olarak İngiltere işgali altında bulunan İslâm Beldelerine verme imkânı doğdu. Ancak ABD, Irak gibi İngiliz işgali altında olan İslâm beldelerinin bir kısmında siyasi otoriteyi ele geçirmekle İngiliz nüfuzunu kıramayacağının farkındaydı. Bunu, Soğuk Savaş dönemindeki teşebbüslerinde defalarca tecrübe etmiştir. Bunun için, bu tür beldelere askerî müdahaleye veya doğrudan savaşa kalkışabilmek adına, dünya kamuoyunda geçerli sayılabilecek gerekçelere ihtiyaç duymuştur. İşte 11 Eylül saldırıları, planlarını uygulayabilmek için ABD’nin ihtiyaç duyduğu ortamı oluşturdu. Bu saldırıların ardından onların ifadeleriyle; “11 Eylül terör saldırıları, ABD için dünya çapında şer odaklarına yönelik bir terörle mücadeleyi zorunlu kılmıştır.”

Bu saldırıların ardından ABD, “terörizmle mücadele” adı altında; önce Afganistan’ı, sonra da Irak’ı işgal etti. ABD, Afganistan’da nüfuz elde edebilmek için harekete geçti ve İslâmi gruplara savaş ilan etti. O an yönetimde olan Taliban’ı, saldırıları gerçekleştiren “El-Kaide örgütünü korumak”la suçladı. “Kuzey İttifakı” denilen şer ittifakına para ve silah yardımı yaparak Taliban’a karşı ABD askerlerinin önünde etten duvar olmalarını sağladı. Pakistan, ABD saldırıya geçmeden önce Taliban’a desteğini çekti; liman, üs ve hava sahalarını ABD’ye kullandırma kararı verdi. 7 Ekim 2001’de ABD, Afganistan’a yüzbinlerce Müslümanın hayatını kaybettiği işgalle sonuçlanacak saldırıları başlattı. Ardından iki yıl sonra, bu kez “kitle imha silahları” bahanesiyle -bir milyon Müslümanın hayatını kaybedeceği milyonlarcasının akla hayale gelmeyecek muamelelere maruz kalacağı- Irak işgalini başlattı.

ABD’nin Soğuk Savaş sonrası uygulamaya koyduğu işgal planı, küresel anlamda Müslümanlar üzerinde şu olumsuz durumlara neden oldu:

- ABD’nin 11 Eylül saldırılarının ardından İslâm beldelerine yönelik başlatmış olduğu bu yeni işgal planı ile dünya genelinde Müslümanlar, “terörist” kabul edilmiş ve Müslümanlara yönelik İslâmofobik saldırılar çok belirgin bir şekilde artmıştır.

- Irak, Afganistan, Sudan, Çeçenistan, Libya, Yemen, Suriye gibi beldelerde sömürgeci kâfirlerin işgal mücadeleleri, “terörizmle mücadele” adı altında yapılmaya başlanmış ve bugün hâlâ da bu şekilde yapılmaktadır. Bu uğurda milyonlarca Müslüman canlarından, mallarından olmakta ve yurtlarından sürülmektedir.

- Bugün sömürgeci kâfirlerin ve onların iş birliğini yapan hain yöneticilerin desteği olmadan bir gün bile ayakta kalma ihtimali olmayan Yahudi varlığı bile, Gazze’de gerçekleştirdiği soykırımın gerekçesini “terörle mücadele” olarak açıklamakta ve meşrulaştırmaya çalışmaktadır.

- Sömürgeci kâfirler ve onların işbirlikçisi hain yöneticiler, “terör” ve “terörist” kavramını, aynı ülke içerisinde yaşayan Müslümanları birbirinden ayırmak, onları itibarsızlaştırmak ve toplumla aralarına set çekmek için kullanır hale gelmişlerdir.

- Bu yeni işgal planı sebebiyle yalnızca sömürgeci kâfirlerin tarafında yer almayan ve kendi beldelerini savunmak adına onlara karşı silahlarıyla karşılık veren mücahit Müslümanlar değil, hiçbir şiddet eylemine karışmadan Hilâfet çağrısı yapan Müslümanlar da “terörist” damgası yemişlerdir. Allah Subhanehu ve Teâlâ’’nın izni ve yardımıyla gelmesi yakın olup engellenmesi mümkün olmayan Hilâfet Devleti’nin kurulması da “terörle mücadele” adı altında engellenmeye çalışılmaktadır.

[ثم تكون خلافة راشدة على منهاج النبوة] “Sonra nübüvvet minhacı üzere Râşidî Hilâfet olacaktır!”


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz