KÜRESEL İŞGALİN EKONOMİK UNSURLARI

Remzi Özer

Amerika Birleşik Devletleri, İkinci Dünya Savaşını kendisinin dünya liderliği için tarihî bir fırsat olarak gördü.

İkinci Dünya Savaşında Almanya ve Japonya’yı yendikten sonra, dünyada kendisinin “karşı konulamaz süper bir güç” olduğunun derinlemesine idrakine vardı ve dünya liderliğini elde etmek amacıyla harekete geçti.

Özellikle Avrupalı sömürgeci devletlerin (İngiltere, Fransa, Hollanda, İspanya, Portekiz) nüfuzu ve sömürgesi altındaki geri kalmış Orta ve Güney Amerika, Afrika, Orta Doğu, Güney ve Uzak Doğu Asya ülkelerinde, Avrupalı devletlerin nüfuz ve sömürgeciliğine son vererek kendisi nüfuz sahibi olmak, bu ülkeleri kendine bağlamak istedi.

Dünya liderliğinde kendine rakip olarak gördüğü Avrupa ve Rusya’yı (Sovyetler Birliği) sınırlandıracak, savaşta yendiği Almanya ve Japonya’nın ise sadece ekonomik bir güç olarak kalmalarını sağlayacak şekilde bir siyaset takip etti.

Yeni bir dünya düzeni kurmak ve bu düzende yegâne söz sahibi olmak arzusuyla; askeri, siyasi, ekonomik, diplomatik, sosyal, kültürel, uluslararası hukuk ve uluslararası örgütler gibi pek çok alanda üslup geliştirerek bütün dünyayı küresel olarak işgal etme planını devreye soktu.

Biz bu makalemizde, küresel işgalin ekonomik unsurlarını, Bretton Woods Antlaşmasını, özellikle de ekonomi alanında faaliyet gösteren uluslararası örgütler; Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası (IBRD), Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT), Dünya Ticaret Örgütü (WTO)’nü ele alacağız.

İkinci Dünya Savaşının sonlarına doğru 1944 yılının Temmuz ayında Amerikan para birimi olan doların bütün dünyada rezerv para haline gelmesini sağlayan “Bretton Woods” adıyla bilinen para antlaşması imzalandı.

Bu antlaşma, doların; uluslararası ticarette, uluslararası kredi ve borçlanmalarda geçerli tek para olmasını, diğer ülkelerin dış ticaretlerini sürdürebilmeleri, aldıkları uluslararası borç ve kredileri geri ödemeleri için gerekli miktarda dolar bulundurmalarını zorunlu hale getirdi.

Böylece Amerika’nın diğer ülke ekonomilerine dolar üzerinden müdahale edebilmesinin ve doların küresel işgal planında kullanacağı temel bir ekonomik araç olmasının da yolu açılmış oldu.

Yine Amerika’nın yeni dünya düzeninde küresel işgal araçlarından biri olarak kullanmak için öne çıkardığı “Uluslararası Para Fonu” kısaca “IMF” de, Bretton Woods toplantısında gündeme gelmiş, ancak IMF ana sözleşmesi yasal olarak Bretton-Woods toplantısına katılan 44 ülkeden 29 ülkenin kabul etmesi sonucu 27 Aralık 1945 tarihinde yürürlüğe girmiştir.

Günümüzde 189 ülke üye sayısı bulunan IMF; ülkeler arasında ekonomik ve mali iş birliğini sağlamak, serbest ticareti desteklemek, bu alandaki kısıtlamaları engellemek, döviz kurlarına kararlılık kazandırmak, kısa vadeli dış ödemelerdeki zorlukların çözümüne yardımcı olmak ve global rezerv yetersizliğini ortadan kaldırmak için likidite oluşturmak gibi gayelerle kurulmuştur.

IMF’nin ortaya çıkışında; İkinci Dünya Savaşının olumsuz sonuçlarının etkisi altında kalan Avrupa devletlerinin ödeme bilançolarında ortaya çıkabilecek geçici (kısa vadeli) ödeme güçlüklerinde kredi vererek uluslararası ticaretin bu yüzden daralmasını önlemek gibi gayeler, rol oynamıştır.

Ancak Avrupalı devletlerin kısa sürede ekonomilerini toparlamalarıyla birlikte IMF’nin kapısını çalanlar daha çok, yeni bağımsızlığına kavuşan ülkelerle, geri kalmışlık içinde bulunan ve kalkınmak isteyen ülkeler olmuştur.

Patronluğunu yaptığı IMF aracılığıyla Amerika’nın da istediği, aslında tam olarak budur.

ABD, yeni bağımsızlığına kavuşan ülkelerle, geri kalmışlık içinde bulunan ve kalkınmak isteyen ülkeleri -kredi sağlayarak borç tuzağına çekmek, ekonomilerinde söz sahibi olmakla birlikte onlara siyasi olarak da nüfuz etmek ve buralarda nüfuz sahibi olan diğer devletleri bertaraf etmek suretiyle- kendine bağlamak istemiştir.

IMF, ekonomileri kötüleşen, ödeme güçlüğü çeken ve döviz ihtiyacı içinde olan ülkelere, kendisinin istediği belirli şartları kabule zorlayan ve belirli bir süreyi kapsayan “stand-by anlaşması” denilen bir anlaşma sonrası kredi sağlamakta, borç vermektedir.

IMF’den borç alan ülkeler, imzaladıkları stand-by anlaşması çerçevesinde ekonomilerinin yönetimlerini IMF’ye teslim etmek zorundadırlar. Ülkenin yöneticileri IMF’nin uygulayacağı ekonomiyle ilgili kararlara boyun eğmek durumundadırlar ve IMF’nin onayından geçmeyen hiçbir ekonomik kararı uygulayamazlar.

IMF, kendisiyle stand-by anlaşması yapan ülkelerin ekonomilerinde söz sahibi olmasından sonra bu ülkelere; mali disiplini sağlamak, para arzını azaltmak, bütçe gelirlerini artırmak, bütçe giderlerini azaltmak, kamu harcamalarında tasarrufa gitmek, yatırımların azaltılması, işçi ve memur maaşlarının artırılmaması, vergilerin ve faizlerin artırılması, yerel para biriminde devalüasyon yapılması, enflasyonla mücadele, döviz rezervlerini artırmak, serbest piyasa uygulamalarına bağlı kalmak gibi ekonomi politikaları dikte etmektedir.

Bugüne kadar geri kalmışlık içindeki, kötüleşen ekonomileri nedeniyle borç batağına saplanmış, ödeme güçlüğü çeken ve ne yapacağını bilememenin şaşkınlığına düşmüş çok sayıda ülke, IMF ile stand-by anlaşması imzalamak ve IMF’nin “acı reçetesi” olan ekonomi politikalarını uygulamak zorunda kalmıştır.

IMF’nin kendisiyle stand-by anlaşması imzalayan ülkelerde uygulanmasını istediği ekonomi politikaları incelendiğinde aşağıdaki sonuçları ürettiği görülmüştür:

1- Parasal sıkılaştırma yoluyla piyasada paraya ulaşmanın zorlaşmasının ve harcamaların azaltılmasının getirdiği bir ekonomik durgunluk, ekonomik hareketliliğin zayıflaması.

2- Üretimin ve yatırımların azalması, satışların düşmesi, kişi ve firmaların ödeme güçlüğüne düşmesi, buna bağlı olarak iflasların yaşanması, istihdamın azalarak işsizliğin artması.

3- Ekonomik büyümenin yavaşlaması, gayrisafi milli hasılanın beklenen düzeyde artmaması, kişi başına düşen milli gelirin azalması.

4- Yerel para biriminin yabancı paralar karşısında değer kaybetmesi.

5- Enflasyonun düşürülememesi ve hayat pahalılığının artması, fiyat istikrarının sağlanamaması.

6- Gelir dağılımındaki adaletsizliğin daha da artması, zengin ile fakir arasındaki gelir farkının daha da büyümesi.

7- Halkın ihtiyaçlarına erişmede sıkıntı çekmesi, yoksulluğun artması.

8- Mali disiplinin sağlanamaması, bütçe açıkları ve cari açıkların giderilememesi, ödemeler dengesindeki açıkların kapatılamaması.

Bütün bunlarla birlikte IMF’den alınan borç ve kredilerin sadece vadesi gelmiş borçların geri ödemesinde kullanılması sonucu, alınan bu kredilerin ekonomik hayata herhangi olumlu bir yansıması da olmamaktadır.

Bugüne kadar 89 ülke, IMF ile stand-by anlaşması imzalayarak ekonomi yönetimini IMF’ye teslim etmiş, IMF’nin istediği ekonomi politikalarını uygulamıştır.

Uygulanan ekonomi politikaları sonucunda bu ülkelerin büyük bir kısmında ekonomik göstergeler daha da kötüye gitmiş, ülkelerin gelirlerinde yeterli artış oluşturulamamış, ülkelerin ödemesi gereken borç ve krediler azalmadığı gibi daha da artmış ve bu ülkelerin çoğu borç batağına saplanmıştır.

Bunların sonucu olarak bu ülkelerde ekonomik krizler daha da derinleşmiş, ekonomik krizin tetiklediği sosyal, toplumsal ve siyasal krizler ortaya çıkmıştır.

Az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkeleri ekonomik olarak işgal etmenin küresel araçlarından bir diğeri de “Dünya Bankası”dır.

Resmi adı; “Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası” olan Dünya Bankası, 1944’te imzalanan Bretton Woods Anlaşması uyarınca 25 Haziran 1946’da faaliyete geçmiş, 15 Kasım 1947’de Birleşmiş Milletlerin bir ihtisas kuruluşu olmuştur.

İlk kuruluş amacı; İkinci Dünya Savaşında bozulan Avrupa ekonomilerinin onarımına katkı sağlamak, savaşta ağır zarar gören ülkelerin tekrar eski üretim ve ekonomik imkânlarına kavuşmalarına yardım etmek amacıyla kredi vermek olan Dünya Bankası, 1950’den sonra Avrupa ülkelerinin gelişmesini tamamlamasıyla birlikte, az gelişmiş ülkelerde ekonomik kalkınma ve gelişmeye faydalı devlet ve özel sektör projelerine ve yatırımlarına kredi sağlayan bir kuruma dönüşmüştür.

Dünya Bankasından kredi alabilmek için aynı zamanda IMF’ye üye olmak zorunluluğu bulunmaktadır.

Dünya Bankası, kendisinden kredi talep eden ülkelerin hazırladığı projelere değil kendisinin uygun gördüğü ya da öneride bulunduğu projelere kredi vermektedir. Bu projelerin kimler tarafından yapılacağı, bu projelerde kullanılacak malzemenin hangi ülke ya da şirketlerden karşılanacağı, bu projelerin yönetimi ve kimlerin çalışacağına kadar pek çok konuda da belirleyici olmaktadır.

Dünya Bankası tarafından az gelişmiş ülkelerde kredi verilen projeler incelendiğinde:

1- Bu projelerin, az gelişmiş ülkelerin, gelişmiş ülkelerin satmak istediği daha çok gelişmiş teknoloji ve endüstriyel ürünler için pazar olmalarını sağlayacak altyapı ve hizmet üretmeye yönelik projeler oldukları görülecektir.

2- Yine bu projeler; Amerika’nın ve liderliğini yaptığı küresel dünya düzeninin oluşturmak istediği yeni dünya tasarımına hizmet edecek projelerdir.

3- Bu projeler ve alınan krediler, bu ülkelerin kalkınmasına herhangi bir şekilde yardım etmemiş, zaten kredi verilişinin amacı da bu ülkelerin kalkınmasını sağlamak olmamış, aksine bu ülkelerin, az gelişmişlik ve borç batağına daha fazla sürüklenmelerine yol açmıştır.

Türkiye’nin yakın zamanda Dünya Bankasından temin ettiği 35 milyar dolar tutarındaki kredinin; afetlere karşı dirençlilik, enerji, yeşil dönüşüm, iklim değişikliğiyle mücadele, ihracatın desteklenmesi, reel sektör, altyapı, lojistik, sanayi, tarım, eğitim, sağlık ve kapsayıcılık gibi projelerde kullanılacak olması, sözünü ettiğimiz durumun örneklerinden biridir.

Dolayısıyla Dünya Bankasının kredi sağladığı projeler, kredi alan ülkelerin kalkınmasına değil, başta Amerika olmak üzere gelişmiş sömürgeci devletlere ve bu devletlerin kredi alan ülkelerde nüfuz ve kontrol sahibi olmalarına yol açan projelerdir.

Amerika’nın liderliğini yaptığı yeni dünya düzeninin ekonomik küresel işgal unsurlarından bir diğeri de “Dünya Ticaret Örgütü”dür.

Dünya Ticaret Örgütü, 1 Ocak 1995’te, uluslararası ticaretin en etkin kurumu olarak, Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması’nın (GATT) yerine kurulmuştur.

Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması, 1947’de imzalanan bir anlaşma ile kurulmuş, 1 Ocak 1948’de de yürürlüğe girmiştir. 

Anlaşmanın amacı; ithalat vergilerini azaltmak, uluslararası ticaretin önündeki tüm engelleri kaldırmak, ticarette ayrımcı uygulamalara son vererek uluslararası ticaretin serbestleşmesini sağlamak ve uluslararası ticaretin kurallarını belirlemek olarak tespit edilmiştir.

Dünya Ticaret Örgütü çalışma alanı ve amaçları, GATT’tan daha kapsamlıdır ve bu kurumlar aracılığıyla; üye devletlerin birbirleriyle adil ve tam rekabet şartları altında ticaret yapabilecekleri serbest ve açık bir ticaret sistemi oluşturmak, çok taraflı ticaret anlaşmalarının uygulanmasını ve idaresini sağlamak, üye ülkelerin ticaret ve ekonomi alanındaki ilişkilerini geliştirmek, aralarındaki anlaşmazlıkları gidermek, istihdam gerçekleştirmek, reel gelir ile gerçek talep hacmindeki istikrarlı artışı sağlamak, mal ve hizmet üretim ve ticaretini geliştirmek, dünya kaynaklarının sürdürülebilir kalkınma hedefine en uygun bir şekilde kullanımına imkân vermek, dünya ekonomisiyle ilgili konularda diğer uluslararası kuruluşlarla işbirliği yapmak, ticaret politikalarını gözden geçirmek, farklı ekonomik düzeydeki ülkelerin ihtiyaç ve endişelerine cevap verecek şekilde mevcut kaynakları geliştirmek olarak amaçlanmaktadır.

Kağıt üzerinde bu amaçlar zikredilse de; gerek Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması olsun, gerekse daha sonra onun yerini alan Dünya Ticaret Örgütü olsun her ikisinin de amacı gelişmiş ülkelere hizmettir.

Zira endüstriyel olarak sanayi ve teknolojide gelişmiş ülkeler, gelişmiş altyapılarıyla ürettikleri ürünleri dünya pazarlarında satmaya ihtiyaç duymaktadırlar.

Diğer yandan henüz sanayi ve teknolojik altyapısını oluşturamamış, bu nedenle ülkesinin ve halkının ihtiyaç duyduğu endüstriyel ürünleri kendi imkanlarıyla üretemeyen az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkeler de gelişmiş ülkelerin satmak istediği endüstriyel ürünleri satın almak durumundadır.

İşte bu arz-talep durumu, gelişmiş ülkelerin ürettikleri ürünleri diğer ülkelere satabilmeleri için bu ülkelerle aralarında bulunan gümrük ve ticari engellerin kaldırılmasını gerekli kılmıştır.

Gelişmiş ülkeler, kendilerinden ürün satın almak isteyen az gelişmiş ülkelere kendileriyle ticaret yapabilmeleri için gümrük tarifelerinde indirim yapmalarını ve serbest ticareti zorlaştıran diğer engelleri kaldırmalarını ve gelişmiş ülkeler lehine yeni ticari düzenlemelerin yapılmasını şart koşmuştur.

Gelişmiş ülkelerin dayattığı şartları kabul eden ülkeler için bu şartlar, tam bir felaket olmuştur. Bu ülkelerdeki yerli üreticilerin gelişmiş ülke ürünleriyle rekabet edememesinin sonucu bu ülkelerin sanayileşmesi ve kalkınması büyük bir darbe almış, gelişmiş ülkelere tümüyle bağımlı hale gelmişlerdir.

Gelişmiş ülkeler, geri kalmış ülkelere dayattıkları yeni düzenlemelerle, bu ülkelere sattıkları ürün ve hizmetlerle, bu ürün ve hizmetlerin kullanımına yönelik gönderdikleri uzmanlarla ve eğitimlerle bu ülkelere sızmış, bu ülkelerin yönetim çevrelerinde ve piyasalarında nüfuz ve kontrol sahibi olmuşlardır.

Amerika Birleşik Devletleri, İkinci Dünya Savaşından sonra ekonomik alanda hayata geçirdiği Bretton Woods sistemiyle, Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası, Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması, Dünya Ticaret Örgütü gibi uluslararası ekonomik örgütler aracılığıyla sadece az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülke ekonomilerinde değil, bütün dünya ekonomilerinde söz sahibi olmak, bütün dünya ekonomisini kendine bağlamak istemiştir.

Kurmuş olduğu yeni dünya düzeninin diğer -askerî, siyasi, hukuki, kültürel ve uluslararası- araçlarıyla birlikte sözünü ettiğimiz ekonomik araçları da kullanarak bütün dünyayı bir örümcek ağı gibi sarmak ve küresel olarak ele geçirmek, işgal etmek istemiştir.

Devletlerarası rekabetin kıyasıya yaşandığı az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin çoğunda, rekabet ettiği diğer devletlerin sömürü, nüfuz ve kontrolünü sona erdirmiş, bu ülkeleri kendi nüfuz ve kontrolü altına alarak bu ülkelerdeki yeni sömürgeci kendisi olmuştur.

Söz konusu uluslararası ekonomik örgütler aracılığı ile bu ülkelere kredi ve borç vererek onları borç bataklığına çekmiş, borç ve kredi sarmalına hapsetmiş, dayattığı düzenlemelerle bu ülkelerin egemenlik ve bağımsızlığını yok etmiştir.

Bu az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin; gelişme ve kalkınmalarını engelleyerek geri kalmışlıklarını sürekli hale getirmiş, zayıflatmış, kendisine bağımlı ve muhtaç halde kalmalarını sağlamıştır.

Ne yazık ki az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkeler, sömürgeci Batı medeniyetinin ve özellikle Amerika’nın bu tuzaklarını fark edememiş, “denize düşen yılana sarılır” misaliyle denizde boğulmakla, yılana yem olmak arasında bir tercihe zorlanmışlar; yüzmeyi öğrenmek yerine yılana yem olmayı tercih etmişlerdir.

Amerika Birleşik Devletleri ve liderliğini yaptığı yeni dünya düzeni bugüne kadar insanlığın başına gelen en büyük felakettir.

Bu büyük felaketten insanlığın nasıl kurtulabileceğini ve bu kurtuluşu sağlayacak doğru çözüm ve seçeneğin ne olduğunu ise inşAllah başka bir makalemizde konu edeceğiz.


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz