Amerika Birleşik Devletleri, İkinci Dünya
Savaşını kendisinin dünya liderliği için tarihî bir fırsat olarak gördü.
İkinci Dünya Savaşında Almanya ve Japonya’yı
yendikten sonra, dünyada kendisinin “karşı konulamaz süper bir güç” olduğunun
derinlemesine idrakine vardı ve dünya liderliğini elde etmek amacıyla harekete
geçti.
Özellikle Avrupalı sömürgeci devletlerin
(İngiltere, Fransa, Hollanda, İspanya, Portekiz) nüfuzu ve sömürgesi altındaki
geri kalmış Orta ve Güney Amerika, Afrika, Orta Doğu, Güney ve Uzak Doğu Asya
ülkelerinde, Avrupalı devletlerin nüfuz ve sömürgeciliğine son vererek kendisi
nüfuz sahibi olmak, bu ülkeleri kendine bağlamak istedi.
Dünya liderliğinde kendine rakip olarak gördüğü
Avrupa ve Rusya’yı (Sovyetler Birliği) sınırlandıracak, savaşta yendiği Almanya
ve Japonya’nın ise sadece ekonomik bir güç olarak kalmalarını sağlayacak
şekilde bir siyaset takip etti.
Yeni bir dünya düzeni kurmak ve bu düzende yegâne
söz sahibi olmak arzusuyla; askeri, siyasi, ekonomik, diplomatik, sosyal,
kültürel, uluslararası hukuk ve uluslararası örgütler gibi pek çok alanda üslup
geliştirerek bütün dünyayı küresel olarak işgal etme planını devreye soktu.
Biz bu makalemizde, küresel işgalin ekonomik
unsurlarını, Bretton Woods Antlaşmasını, özellikle de ekonomi alanında faaliyet
gösteren uluslararası örgütler; Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası (IBRD), Gümrük Tarifeleri ve
Ticaret Genel Anlaşması (GATT), Dünya Ticaret Örgütü (WTO)’nü ele alacağız.
İkinci Dünya Savaşının sonlarına doğru 1944 yılının
Temmuz ayında Amerikan para birimi olan doların bütün dünyada rezerv para
haline gelmesini sağlayan “Bretton Woods” adıyla bilinen para antlaşması
imzalandı.
Bu antlaşma, doların; uluslararası ticarette,
uluslararası kredi ve borçlanmalarda geçerli tek para olmasını, diğer ülkelerin
dış ticaretlerini sürdürebilmeleri, aldıkları uluslararası borç ve kredileri
geri ödemeleri için gerekli miktarda dolar bulundurmalarını zorunlu hale
getirdi.
Böylece Amerika’nın diğer ülke ekonomilerine
dolar üzerinden müdahale edebilmesinin ve doların küresel işgal planında
kullanacağı temel bir ekonomik araç olmasının da yolu açılmış oldu.
Yine Amerika’nın yeni dünya düzeninde küresel
işgal araçlarından biri olarak kullanmak için öne çıkardığı “Uluslararası Para Fonu” kısaca “IMF” de,
Bretton Woods toplantısında gündeme gelmiş, ancak IMF ana sözleşmesi yasal
olarak Bretton-Woods toplantısına katılan 44 ülkeden 29 ülkenin kabul etmesi
sonucu 27 Aralık 1945 tarihinde yürürlüğe girmiştir.
Günümüzde 189 ülke üye sayısı bulunan IMF; ülkeler
arasında ekonomik ve mali iş birliğini sağlamak, serbest ticareti desteklemek,
bu alandaki kısıtlamaları engellemek, döviz kurlarına kararlılık kazandırmak,
kısa vadeli dış ödemelerdeki zorlukların çözümüne yardımcı olmak ve global
rezerv yetersizliğini ortadan kaldırmak için likidite oluşturmak gibi gayelerle
kurulmuştur.
IMF’nin ortaya çıkışında; İkinci Dünya Savaşının
olumsuz sonuçlarının etkisi altında kalan Avrupa devletlerinin ödeme bilançolarında ortaya
çıkabilecek geçici (kısa vadeli) ödeme güçlüklerinde kredi vererek uluslararası
ticaretin bu yüzden daralmasını önlemek gibi gayeler, rol oynamıştır.
Ancak Avrupalı devletlerin kısa sürede
ekonomilerini toparlamalarıyla birlikte IMF’nin kapısını çalanlar daha çok,
yeni bağımsızlığına kavuşan ülkelerle, geri kalmışlık içinde bulunan ve kalkınmak
isteyen ülkeler olmuştur.
Patronluğunu yaptığı IMF aracılığıyla Amerika’nın
da istediği, aslında tam olarak budur.
ABD, yeni bağımsızlığına kavuşan ülkelerle, geri
kalmışlık içinde bulunan ve kalkınmak isteyen ülkeleri -kredi sağlayarak borç
tuzağına çekmek, ekonomilerinde söz sahibi olmakla birlikte onlara siyasi
olarak da nüfuz etmek ve buralarda nüfuz sahibi olan diğer devletleri bertaraf etmek
suretiyle- kendine bağlamak istemiştir.
IMF, ekonomileri kötüleşen, ödeme güçlüğü çeken
ve döviz ihtiyacı içinde olan ülkelere, kendisinin istediği belirli şartları kabule
zorlayan ve belirli bir süreyi kapsayan “stand-by anlaşması” denilen bir
anlaşma sonrası kredi sağlamakta, borç vermektedir.
IMF’den borç alan ülkeler, imzaladıkları stand-by
anlaşması çerçevesinde ekonomilerinin yönetimlerini IMF’ye teslim etmek
zorundadırlar. Ülkenin yöneticileri IMF’nin uygulayacağı ekonomiyle ilgili
kararlara boyun eğmek durumundadırlar ve IMF’nin onayından geçmeyen hiçbir
ekonomik kararı uygulayamazlar.
IMF, kendisiyle stand-by anlaşması yapan
ülkelerin ekonomilerinde söz sahibi olmasından sonra bu ülkelere; mali
disiplini sağlamak, para arzını azaltmak, bütçe gelirlerini artırmak, bütçe
giderlerini azaltmak, kamu harcamalarında tasarrufa gitmek, yatırımların
azaltılması, işçi ve memur maaşlarının artırılmaması, vergilerin ve faizlerin
artırılması, yerel para biriminde devalüasyon yapılması, enflasyonla mücadele,
döviz rezervlerini artırmak, serbest piyasa uygulamalarına bağlı kalmak gibi
ekonomi politikaları dikte etmektedir.
Bugüne kadar geri kalmışlık içindeki, kötüleşen
ekonomileri nedeniyle borç batağına saplanmış, ödeme güçlüğü çeken ve ne
yapacağını bilememenin şaşkınlığına düşmüş çok sayıda ülke, IMF ile stand-by
anlaşması imzalamak ve IMF’nin “acı reçetesi” olan ekonomi politikalarını
uygulamak zorunda kalmıştır.
IMF’nin kendisiyle stand-by anlaşması imzalayan
ülkelerde uygulanmasını istediği ekonomi politikaları incelendiğinde aşağıdaki
sonuçları ürettiği görülmüştür:
1- Parasal sıkılaştırma yoluyla piyasada paraya ulaşmanın zorlaşmasının ve
harcamaların azaltılmasının getirdiği bir ekonomik durgunluk, ekonomik
hareketliliğin zayıflaması.
2- Üretimin ve yatırımların azalması, satışların düşmesi, kişi ve
firmaların ödeme güçlüğüne düşmesi, buna bağlı olarak iflasların yaşanması,
istihdamın azalarak işsizliğin artması.
3- Ekonomik büyümenin yavaşlaması, gayrisafi milli hasılanın beklenen
düzeyde artmaması, kişi başına düşen milli gelirin azalması.
4- Yerel para biriminin yabancı paralar karşısında değer kaybetmesi.
5- Enflasyonun düşürülememesi ve hayat pahalılığının artması, fiyat
istikrarının sağlanamaması.
6- Gelir dağılımındaki adaletsizliğin daha da artması, zengin ile fakir
arasındaki gelir farkının daha da büyümesi.
7- Halkın ihtiyaçlarına erişmede sıkıntı çekmesi, yoksulluğun artması.
8- Mali disiplinin sağlanamaması, bütçe açıkları ve cari açıkların
giderilememesi, ödemeler dengesindeki açıkların kapatılamaması.
Bütün bunlarla birlikte IMF’den alınan borç ve
kredilerin sadece vadesi gelmiş borçların geri ödemesinde kullanılması sonucu,
alınan bu kredilerin ekonomik hayata herhangi olumlu bir yansıması da olmamaktadır.
Bugüne kadar 89 ülke, IMF ile stand-by anlaşması
imzalayarak ekonomi yönetimini IMF’ye teslim etmiş, IMF’nin istediği ekonomi
politikalarını uygulamıştır.
Uygulanan ekonomi politikaları sonucunda bu
ülkelerin büyük bir kısmında ekonomik göstergeler daha da kötüye gitmiş,
ülkelerin gelirlerinde yeterli artış oluşturulamamış, ülkelerin ödemesi gereken
borç ve krediler azalmadığı gibi daha da artmış ve bu ülkelerin çoğu borç
batağına saplanmıştır.
Bunların sonucu olarak bu ülkelerde ekonomik
krizler daha da derinleşmiş, ekonomik krizin tetiklediği sosyal, toplumsal ve
siyasal krizler ortaya çıkmıştır.
Az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkeleri
ekonomik olarak işgal etmenin küresel araçlarından bir diğeri de “Dünya Bankası”dır.
Resmi adı; “Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası”
olan Dünya Bankası, 1944’te imzalanan Bretton Woods Anlaşması uyarınca 25
Haziran 1946’da faaliyete geçmiş, 15 Kasım 1947’de Birleşmiş Milletlerin bir
ihtisas kuruluşu olmuştur.
İlk kuruluş amacı; İkinci Dünya Savaşında bozulan
Avrupa ekonomilerinin onarımına katkı sağlamak, savaşta ağır zarar gören ülkelerin
tekrar eski üretim ve ekonomik imkânlarına kavuşmalarına yardım etmek amacıyla
kredi vermek olan Dünya Bankası, 1950’den sonra Avrupa ülkelerinin gelişmesini
tamamlamasıyla birlikte, az gelişmiş ülkelerde ekonomik kalkınma ve gelişmeye
faydalı devlet ve özel sektör projelerine ve yatırımlarına kredi sağlayan bir kuruma
dönüşmüştür.
Dünya Bankasından kredi alabilmek için aynı
zamanda IMF’ye üye olmak zorunluluğu bulunmaktadır.
Dünya Bankası, kendisinden kredi talep eden
ülkelerin hazırladığı projelere değil kendisinin uygun gördüğü ya da öneride
bulunduğu projelere kredi vermektedir. Bu projelerin kimler tarafından
yapılacağı, bu projelerde kullanılacak malzemenin hangi ülke ya da şirketlerden
karşılanacağı, bu projelerin yönetimi ve kimlerin çalışacağına kadar pek çok
konuda da belirleyici olmaktadır.
Dünya Bankası tarafından az gelişmiş ülkelerde
kredi verilen projeler incelendiğinde:
1- Bu projelerin, az gelişmiş ülkelerin, gelişmiş ülkelerin satmak istediği
daha çok gelişmiş teknoloji ve endüstriyel ürünler için pazar olmalarını sağlayacak
altyapı ve hizmet üretmeye yönelik projeler oldukları görülecektir.
2- Yine bu projeler; Amerika’nın ve liderliğini yaptığı küresel dünya
düzeninin oluşturmak istediği yeni dünya tasarımına hizmet edecek projelerdir.
3- Bu projeler ve alınan krediler, bu ülkelerin kalkınmasına herhangi bir
şekilde yardım etmemiş, zaten kredi verilişinin amacı da bu ülkelerin
kalkınmasını sağlamak olmamış, aksine bu ülkelerin, az gelişmişlik ve borç
batağına daha fazla sürüklenmelerine yol açmıştır.
Türkiye’nin yakın zamanda Dünya Bankasından temin
ettiği 35 milyar dolar tutarındaki kredinin; afetlere karşı dirençlilik,
enerji, yeşil dönüşüm, iklim değişikliğiyle mücadele, ihracatın desteklenmesi, reel
sektör, altyapı, lojistik, sanayi, tarım, eğitim, sağlık ve kapsayıcılık gibi projelerde
kullanılacak olması, sözünü ettiğimiz durumun örneklerinden biridir.
Dolayısıyla Dünya Bankasının kredi sağladığı
projeler, kredi alan ülkelerin kalkınmasına değil, başta Amerika olmak üzere
gelişmiş sömürgeci devletlere ve bu devletlerin kredi alan ülkelerde nüfuz ve
kontrol sahibi olmalarına yol açan projelerdir.
Amerika’nın liderliğini yaptığı yeni dünya
düzeninin ekonomik küresel işgal unsurlarından bir diğeri de “Dünya Ticaret Örgütü”dür.
Dünya Ticaret Örgütü, 1 Ocak 1995’te, uluslararası
ticaretin en etkin kurumu olarak, Gümrük Tarifeleri ve
Ticaret Genel Anlaşması’nın (GATT) yerine kurulmuştur.
Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması, 1947’de imzalanan bir anlaşma ile kurulmuş, 1 Ocak 1948’de de yürürlüğe
girmiştir.
Anlaşmanın amacı; ithalat vergilerini azaltmak,
uluslararası ticaretin önündeki tüm engelleri kaldırmak, ticarette ayrımcı
uygulamalara son vererek uluslararası ticaretin serbestleşmesini sağlamak ve
uluslararası ticaretin kurallarını belirlemek olarak tespit edilmiştir.
Dünya Ticaret Örgütü çalışma alanı ve amaçları,
GATT’tan daha kapsamlıdır ve bu kurumlar aracılığıyla; üye devletlerin
birbirleriyle adil ve tam rekabet şartları altında ticaret yapabilecekleri
serbest ve açık bir ticaret sistemi oluşturmak, çok taraflı ticaret anlaşmalarının
uygulanmasını ve idaresini sağlamak, üye ülkelerin ticaret ve ekonomi
alanındaki ilişkilerini geliştirmek, aralarındaki anlaşmazlıkları gidermek,
istihdam gerçekleştirmek, reel gelir ile gerçek talep hacmindeki istikrarlı
artışı sağlamak, mal ve hizmet üretim ve ticaretini geliştirmek, dünya
kaynaklarının sürdürülebilir kalkınma hedefine en uygun bir şekilde kullanımına
imkân vermek, dünya ekonomisiyle ilgili konularda diğer uluslararası
kuruluşlarla işbirliği yapmak, ticaret politikalarını gözden geçirmek, farklı
ekonomik düzeydeki ülkelerin ihtiyaç ve endişelerine cevap verecek şekilde
mevcut kaynakları geliştirmek olarak amaçlanmaktadır.
Kağıt üzerinde bu amaçlar zikredilse de; gerek Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması olsun,
gerekse daha sonra onun yerini alan Dünya Ticaret Örgütü olsun her ikisinin de
amacı gelişmiş ülkelere hizmettir.
Zira endüstriyel olarak sanayi ve teknolojide
gelişmiş ülkeler, gelişmiş altyapılarıyla ürettikleri ürünleri dünya
pazarlarında satmaya ihtiyaç duymaktadırlar.
Diğer yandan henüz sanayi ve teknolojik
altyapısını oluşturamamış, bu nedenle ülkesinin ve halkının ihtiyaç duyduğu endüstriyel
ürünleri kendi imkanlarıyla üretemeyen az gelişmiş ya da gelişmekte olan
ülkeler de gelişmiş ülkelerin satmak istediği endüstriyel ürünleri satın almak
durumundadır.
İşte bu arz-talep durumu, gelişmiş ülkelerin
ürettikleri ürünleri diğer ülkelere satabilmeleri için bu ülkelerle aralarında
bulunan gümrük ve ticari engellerin kaldırılmasını gerekli kılmıştır.
Gelişmiş ülkeler, kendilerinden ürün satın almak
isteyen az gelişmiş ülkelere kendileriyle ticaret yapabilmeleri için gümrük
tarifelerinde indirim yapmalarını ve serbest ticareti zorlaştıran diğer
engelleri kaldırmalarını ve gelişmiş ülkeler lehine yeni ticari düzenlemelerin
yapılmasını şart koşmuştur.
Gelişmiş ülkelerin dayattığı şartları kabul eden
ülkeler için bu şartlar, tam bir felaket olmuştur. Bu ülkelerdeki yerli
üreticilerin gelişmiş ülke ürünleriyle rekabet edememesinin sonucu bu ülkelerin
sanayileşmesi ve kalkınması büyük bir darbe almış, gelişmiş ülkelere tümüyle bağımlı
hale gelmişlerdir.
Gelişmiş ülkeler, geri kalmış ülkelere
dayattıkları yeni düzenlemelerle, bu ülkelere sattıkları ürün ve hizmetlerle,
bu ürün ve hizmetlerin kullanımına yönelik gönderdikleri uzmanlarla ve eğitimlerle
bu ülkelere sızmış, bu ülkelerin yönetim çevrelerinde ve piyasalarında nüfuz ve
kontrol sahibi olmuşlardır.
Amerika Birleşik Devletleri, İkinci Dünya
Savaşından sonra ekonomik alanda hayata geçirdiği Bretton Woods sistemiyle,
Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası, Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel
Anlaşması, Dünya Ticaret Örgütü gibi uluslararası ekonomik örgütler
aracılığıyla sadece az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülke ekonomilerinde
değil, bütün dünya ekonomilerinde söz sahibi olmak, bütün dünya ekonomisini
kendine bağlamak istemiştir.
Kurmuş olduğu yeni dünya düzeninin diğer -askerî,
siyasi, hukuki, kültürel ve uluslararası- araçlarıyla birlikte sözünü ettiğimiz
ekonomik araçları da kullanarak bütün dünyayı bir örümcek ağı gibi sarmak ve
küresel olarak ele geçirmek, işgal etmek istemiştir.
Devletlerarası rekabetin kıyasıya yaşandığı az
gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin çoğunda, rekabet ettiği diğer devletlerin
sömürü, nüfuz ve kontrolünü sona erdirmiş, bu ülkeleri kendi nüfuz ve kontrolü
altına alarak bu ülkelerdeki yeni sömürgeci kendisi olmuştur.
Söz konusu uluslararası ekonomik örgütler
aracılığı ile bu ülkelere kredi ve borç vererek onları borç bataklığına çekmiş,
borç ve kredi sarmalına hapsetmiş, dayattığı düzenlemelerle bu ülkelerin
egemenlik ve bağımsızlığını yok etmiştir.
Bu az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin;
gelişme ve kalkınmalarını engelleyerek geri kalmışlıklarını sürekli hale
getirmiş, zayıflatmış, kendisine bağımlı ve muhtaç halde kalmalarını
sağlamıştır.
Ne yazık ki az gelişmiş ya da gelişmekte olan
ülkeler, sömürgeci Batı medeniyetinin ve özellikle Amerika’nın bu tuzaklarını
fark edememiş, “denize düşen yılana sarılır” misaliyle denizde boğulmakla,
yılana yem olmak arasında bir tercihe zorlanmışlar; yüzmeyi öğrenmek yerine
yılana yem olmayı tercih etmişlerdir.
Amerika Birleşik Devletleri ve liderliğini
yaptığı yeni dünya düzeni bugüne kadar insanlığın başına gelen en büyük
felakettir.
Bu büyük felaketten insanlığın nasıl kurtulabileceğini ve bu kurtuluşu sağlayacak doğru çözüm ve seçeneğin ne olduğunu ise inşAllah başka bir makalemizde konu edeceğiz.


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış