İslâm’ın siyasal bir güç olarak dünya siyaset
arenasından kaldırılmasından sonra kendi hegemonyalarını kuran kapitalist
devletlerin, bu hegemonyalarını korumaları, onlar için öncelikli mesele haline
gelmiştir. Kendilerinin koyduğu kurallar ve çizdikleri sınırlara riayet
edilmesi, bu küresel egemenliğin devamını sağlayacaktır. Zira
gerçekleştirdikleri siyasal, askerî, ekonomik ve kültürel işgal neticesinde elde
ettikleri kazanımlar ve ulaştıkları hedefler, onları güçlü kılmaktadır.
Tüm bu işgalleri ortadan kaldıracak İslâm
beldelerindeki potansiyel tehlike olan İslâm ümmetinin fertlerinin topyekûn
ortadan kaldırması mümkün olmadığından, bu fertlerden; “düşman” değil “dost”
yapılması hatta -Batı’nın bizzat kendisinin kurguladığı- bir öğütüm merkezinden
geçirilerek İslâm’ın öz değerlerinden koparılmış, Batı’ya ve onun çürümüş
değerlerine ram olmuş bir nesil oluşturulması, bu hegemonyanın sürdürülebilmesi
için hayati bir öneme sahiptir.
Nesillere, insanlara ulaşabilmenin, onların
zihinlerini işgal etmenin en sistematik yolu, okullar aracılığıyla eğitimdir. “Arzu
edilen insan profili” yetiştirmenin en etkili yolu, budur. Egemenler,
kurdukları sömürü ve zulüm düzenini ayakta tutmak için sorgulama yetisi
köreltilmiş, benliğini yitirmiş, tek tip insan modeli için ideolojik zorunlu
eğitimi bir araç olarak kullanmaktadırlar.
İşte burada kilit kavram olan “müfredat” devreye
girmektedir. Eğitimin ana gövdesini ve çerçevesini oluşturan müfredat, en
temelde; “Nasıl bir insan yetiştirmek istiyoruz ve bunu hangi içerikle başarabiliriz?”
sorusuna verilen yanıtlar ışığında ortaya çıkan içeriklerin; amaçlı,
kasıtlı ve sistematik bir şekilde düzenlenmesidir.
Osmanlı’nın yıkılmasından sonra kurulan rejimin “Nasıl
bir insan yetiştirmeliyiz?” sorusuna karşılığı; “muasır medeniyet hedefine
ulaşma” mottosu ile kendi tarihsel geçmişini reddeden hatta küfreden, köksüz, ruhsuz,
seküler, demokrat ve milliyetçi bir nesil yetiştirmek oldu. Mankurtlaşmış/devşirilmiş
nesil, iğdiş edilmiş beyinler, sorgulama yetisi dumura uğramış fertler, rejimin
bekası için büyük önem arz etmekteydi. Müstemleke haline gelen ülkelerin,
bağımsızlık türküleri ile profan bir yaşama mahkûm edilmesi ancak böyle
mümkündü.
İslâm’a dair ne varsa her şeyin
düşmanlaştırıldığı ve “devrim kanunları” adı altında İslâm’ın kamusal hayattan silinme
çabasının eğitimdeki ayağı, “Tevhid-i Tedrisat Kanunu” ile gerçekleştirildi. Türkiye’ye
cumhuriyetin ilk dönemlerinde John Dewey, Alfred Kühne, Ömer Buyse, Geheimrath
Oldenburg, Ernst Egli, Albert Malche, Beryl Parker, Oskar Frey ve George
Stiehler gibi Batılı seküler isimler çağrılarak pozitivist, seküler bir eğitim
paradigması dizayn edildi. “Gökten indiği zannedilen dogmalar” ifadesiyle
İslâmi değerler düşmanlaştırılarak hayattan tasfiye edildi. Harf inkılabı ile
tarihî, dinî ve tüm değerleri ile bağı koparılmaya çalışılan millet, karanlık
bir dehlize sokuldu. Bilginin laikleştirilmesi ile pozitivist ve materyalist
mantalitenin esas alındığı bir eğitim sistemi oluşturuldu.
1739 sayılı Millî Eğitim Temel Kanunu ile de
ülkedeki eğitim sistemi ve oluşturulan müfredatın temel amacı; “Kemalist
bireyler yetiştirmek” oldu.
• “Türk Milli Eğitiminin genel amacı; Türk
Milletinin bütün fertlerini Atatürk inkılap ve ilkelerine, Atatürk
milliyetçiliğine bağlı, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devleti olan Türkiye
Cumhuriyeti’ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline
getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmektir.”[1]
• “Yine ‘güçlü ve istikrarlı, hür ve demokratik
bir toplum düzeninin gerçekleşmesi ve devamı için’ çalışılır.”[2]
• “Türk milli eğitiminde laiklik esastır.”[3]
1924, 1926, 1936, 1948, 1968, 1995, 2005, 2017 ve
son olarak 2024’te olmak üzere yapılan her müfredat çalışmasında[4] İslâm
nazarında küfür olan Batı hadaratının fikrî kaidesi “laiklik” esas olduğundan, her
çıkan müfredat bu bozuk temel üzerine inşa edildi. Eğitim felsefesi ve eğitim
paradigmasında laikliğin esas kabul edilmesiyle oluşturulan müfredatlarda Batı
kültürü, temel referans olarak kabul edildi. Halk Müslüman olduğu halde
sistemin “eğitim felsefesi”; İslâmi esaslardan uzak, Allah’ın yeryüzünde
hâkimiyetini reddeden laiklik ile fertleri Allah’a kul değil özgür
bireyler olarak yetiştirmeyi amaçlayan demokrasi üzerine inşa edildi. Bu
temel ölümcül hatadan dolayı eğitim sisteminde yapılan her değişiklik bir çözüm
olmaktan ziyade başka sorunlara kapı aralamaktadır.
Batı dünyasına ait olan bu bozuk kültür ile
milli(!) eğitimini inşa etmeye kalkan ve milliyetçilik zehrini genç dimağlara
enjekte eden bu anlayış, ümmet olmayı olabildiğince karalayarak müfredatı, ulusçuluk
övgüsü ile doldurdu. Tarihî gerçekleri tersyüz edip rejimin süslü yalanlarıyla telif
edilen İnkılap Tarihi ders müfredatıyla, zihni köleleştirilmiş, papağan gibi
basmakalıp ifadeleri tekrar eden, gövdesinin üzerinde taşıdığı yükü Kemalist
olma pahasına işlevsizleştiren yığınlar oluşturuldu. Her sene rejime biat
tazeleme seanslarına dönüşen resmî törenler ile Kemalizm bir din gibi dayatılıp
resmî ayinlerin zorunlu kılınması hatta öğrencilerin putlara secde ettirilmesi
ile okullar, bütün ülke sathında Kemalizm’in tapınakları haline getirilmeye,
tüm öğrenciler de Kemalizm’e sadık birer mürit olmaya zorlanmıştır. Resmî
törenler, resmî bayram ve yas günleri, ulusal marş ve bayrak törenleri de bu
dinin ayinleri olarak dayatılmıştır.
1930 yılından 2017 yılına kadar yani 87 yıl boyunca
“evrim teorisi”nin müfredatta yer almasıyla bir yaratıcının varlığını inkâr
etmek üzerine “Allahsız” ve ahlaksız bir nesil peyda edilmiştir.
Birçok dersin müfredatına yerleştirilen demokrasi,
laiklik, cumhuriyet gibi kapitalist ideolojinin batıl değerleri, yüce bir değermiş
gibi sunularak, Allah’ın hüküm koyma gerçeği yok sayılarak gençler, deizmin bataklığına
sürüklendiler.
1950’ye kadar İngilizlerin ülke üzerinde
etkisinin kırılıp Amerika’nın Türkiye siyasi arenasına geçiş yaptığı bir
kertede, eğitim noktasında özellikle insan devşirme amaçlı farklı proje ve
programlar devreye girdi. Zira eğitim, çağın dominant paradigmasına ve siyasal
hegemonyasına bağlı olarak kendisini yapılandırmaktadır. 1950’ye kadarki süreç;
rejimin “gericiliğin kökünü kazıma” hedefiyle İslâm ile sert mücadelesine sahne
olurken 1950 sonrası; görece dine yönelik baskının azaltılıp ABD tarzına uygun,
“soft” uygulamalara sahne oldu. Bunun eğitimde de yansımaları oldu. Eğitim
alanında bunlardan en önemlisi; Fulbright Programı’dır.
Türkiye ile ABD arasındaki anlaşma ile 1949
yılında kurulan Fulbright Eğitim Komisyonu; öğrenci, öğretmen ve öğretim üyesi
değişimi ile iki ülke arasında kültür etkileşimini hedeflemiştir. Fulbright
bursu ile ABD’de eğitim alan Türk öğrenciler ve Türkiye’ye Fulbright bursu ile
gelen ABD’li eğitimciler ve uzmanlar, Türk eğitim sisteminin yeniden
yapılanmasında etkili olmuşlardır. Modern standartlara göre iyi eğitim almış
olan Fulbright bursiyerleri, Türkiye kamu idaresinde ve eğitim kurumlarında
önemli görevler yapmışlar ve halen yapmaktadırlar. Fulbright bursiyerlerinin
etkisi ile Türk eğitim sistemi; insan kaynağı, okul binaları, öğretim
programları, eğitim materyalleri, öğrenci, öğretmen, öğretim üyesi kültürü ve
öğretim yöntem-teknikleri bakımından Batılılaşmıştır.[5]
O günden bugüne hala etkin olan “Türkiye
Fulbright Eğitim Komisyonu”nun, 4 üyesi ABD vatandaşı, 4 üyesi Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşı olmak üzere 8 üyeden oluşmakla birlikte, komisyona “Misyon
Şefi” ve nihai karar verici sıfatıyla ABD büyükelçisi
başkanlık etmektedir.
Fulbright bursundan yararlanan isimlerin, siyasi
parti liderlerinin kimler olduğu, Türkiye bürokrasisinde etkin kaç kişinin bu
ABD orjinli kurul tarafından fonlanıp Batılı kültür misyoneri haline
getirildiği ise meçhul.
Bu ve benzeri kapitalist sömürgeci devletlerin
çıkarını gözeten ve Batı kültürünün misyonerliğini yapan eğitim kurumlarınca,
ortaya koyulan programlar ve müfredatla, değerlerimiz ayaklar altına alınmış,
seküler yaşam biçimi dayatılmıştır.
Bugün de aynı minval üzere ABD yörüngesinde
hareket edilmesinin neticesi olarak eğitimde/müfredatta benzer şeylerle karşı
karşıya kalmaktayız. İslâmi değerleri lafta, Batılı değerleri ise icraatta
başarılı bir şekilde tatbik eden AK Parti, daha önce hiçbir iktidar döneminde yapılmayan
“İnsan Hakları, Vatandaşlık ve Demokrasi Dersi”ni kendi iktidarlarında 4. sınıflarda
okutulmak üzere müfredata koydurarak Batılı değerlere ne kadar sadık olduğunu
bir kez daha göstermiş oldu.
Batı’ya ait büyük bir ifsat projesi olan ETCEP (Eğitimde
Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Projesi)[6] ile okullarda
farklı program ve etkinlikler kapsamında “cinsel yönelim” vb. kavramlarla
sapkınlıklar körpe zihinlere “normalmiş” gibi gösterilmeye çalışıldı. Okulların,
küresel küfri düzenin hedeflediği; “cinsiyetsiz toplum oluşturma hedefi”nin bir
parçası haline getirilmesi ayrı bir fecaat.
22 yıllık iktidarıyla devletleşen AK Parti’nin,
lider fetişizmi üzerinden Kemalistlerden daha Kemalist bir tavır takındığı siyasi
atmosferde, “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” adını taşıyan yeni müfredat
çalışması da diğerlerinden pek farklı konumda durmuyor. Zamanın ruhuna uygun
öğretme stratejisi, yöntemi, teknik ve araçlarında müspet yönde ilerlemeler
olsa da müfredat içeriği yine bozuk temeller üzerine inşa edilerek Batı
kültürüne endeksli olarak dizayn edilmiştir. “K12 Beceriler Çerçevesi Türkiye
Bütüncül Modeli”, UNICEF ile hazırlanan bir programdır.[7] “Türkiye
Yüzyılı Maarif Modeli Ortak Metni”nin ilham aldığı ve dayandığı temel kaynak da
“K12 Beceriler Çerçevesi” metnidir. K12 Beceriler Çerçevesi, mevcut küresel
ekonomik sistemin dayandığı felsefeyi yansıtan, insanı dinî ve ahlaki
değerlerden uzak bir varlık gibi tasavvur edip ona belirli beceriler
kazandırmayı amaçlayan bir içeriğe sahiptir.
Hazırlanan yeni müfredat ile seküler ve pozitivist
mantaliteden sapmadan içine “Değerler Eğitimi” başlığıyla milli ve yerli
unsurlar yerleştirilmeye çalışılmıştır. Bu müfredat ile “dindar nesil”den
ziyade “ahlaklı bir ateist”, “muhafazakâr bir Kemalist”, “milliyetçi bir deist”
vb. kimlik kargaşasına sahip zihni dumura uğramış bireyler yetişir.
Türkiye tarihinde en uzun süre iktidarda kalan
fakat siyasal erkine rağmen bir türlü kültürel olarak iktidar olamayan ve bunu
ikrar/kabul eden[8]
AK Parti; her müfredat oluşumunda sığ ve karanlık Kemalist rejimin ilkelerini “tabu”
haline getirip “kutsal inek” muamelesi yaparak, statükoyu değiştiren değil
değişen ve rejime bağlılık adına nikah tazeleyerek Kemalist uygulamaları bir
üst çıtaya taşımaktadır. Batılı değerlere sımsıkı sarılıp dini sadece manevi
boyuta hapseden anlayış, doğal olarak kültürel iktidarı kuramaz. Rotasını Batı
olarak belirleyip ona yönelmenin neticesinde yolun sonunun Kabe’nin Rabbine
çıkmasını beklemek de akıl tutulması.
Her ne kadar İslâm’a dair küçük bir esinti
hisseden ve “kırmızı görmüş boğa gibi” atağa kalkan Solcu artıklar ve “dinozor”
Kemalist mütegallibe taife, bahse konu müfredatı “tekkede mürit yetiştirmek”
olarak nitelese de esasında laik, demokratik, deist bireyler yetiştirmek üzere
oluşturulan bir müfredat olduğu bütünlüğünden anlaşılmaktadır. Müfredat
değişikliğinde yine demokratik ve laik esaslar kırmızıçizgi kabul edilmiş ve
“Kemalist dayatmalar” müfredatın kalbine yine bir hançer gibi saplanmıştır.
Müfredat hazırlanırken bir yandan Batılı kriterler esas alınmış öte yandan ahlaki
unsurlar araya serpiştirilmeye çalışılmıştır. Hak ile batıl arasında bocalayan
bir değişim, hak ile batılı mezcetmeye çalıştığı halde en nihayetinde yapılan
şey, Batı kültürü ile işgal edilmiş bir müfredat ortaya koymaktan başka bir şey
olmamıştır. Yapılan onca müfredat değişikliğine rağmen 100 yıldır değişmeyen
tek şey; mevcut seküler, laik, pozitivist eğitim sisteminin yapısı olmuştur.
Her defasında eğitim ve müfredatın palyatif,
kısmi, yamalı, geçici, taktiksel olmayıp stratejik boyutta, bütüncül, kalıcı,
değerlerimize uygun ve köklü niteliklere sahip olması ifade edilse de Batı
kültürü temelinde çıkarılan, kurtarıcı paganist anlayışı içeren milli eğitim
kanunu ilga edilip yerine İslâmi temelde bir öğretim nizamı inşa edilmedikçe
yapılan her müfredatın sonucu bir fiyasko olacaktır. Zira çürük temel üzerine
bina inşa edilmez. Köklü bir eğitim inkılabı yapmadan, Batı kültüründen
arındırılmış İslâmi kültürü esas alan bir eğitim modeline/müfredatına geçmeden
yapılan her türlü güncelleme, mevcut seküler sistemi besleyen birer aparat
olmaktan öteye geçmeyecektir.
[1]
1739 sayılı Millî Eğitim Temel Kanunu; Madde: 2
[2]
Aynı kanun; Madde: 11
[3]
Aynı kanun; Madde: 12
[4]
Türkiye’de
Program Geliştirme Çalışmaları: Cumhuriyet’in İlanından Günümüze Tarihsel Bir
Analiz, Rahime Çobanoğlu, Ali Yıldırım; DergiPark.org
[5]
Halil İbrahim Çelik, İkinci Meşrutiyet’ten Fulbright Komisyonu’na; Türk Eğitim
Sisteminde Batı Etkisi, Doktora Tezi


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış